Tarih

Kıbrıs Adasının Yunanistan Tarafından İşgali (1)

29 kasım Cuma günü Belçika'nın önde gelen düşünce kuruluşlarından "Avrupa Politika Merkezi"nin (European Policy Center - EPC)  Brüksel'deki konferansında söz alan Yunanistan’ın AB Daimi Temsilcisi Theodoros Sotiropulos'un Kıbrıs konusunda, "AB'ye  üye bir ülkenin topraklarının üçte birinin, bir aday ülkenin işgali altında” ifadelerini kullanarak  Türkiye'yi adayı işgal etmekle suçlaması ve "Kıbrıs’taki durum kabul edilemez” demesi, hiçte kabul edilebilir bir yaklaşım ve açıklama değil gerçekte.   

Belli ki Yunanistan'ın 1 Ocak'ta Litvanya'dan Avrupa Birliği (AB) Dönem Başkanlığı görevini devralacak olması, Yunanistan’ın AB Daimi Temsilcisi Theodoros Sotiropulos'da hafıza kaybına neden olmuş.

İbn Haldun’un Felsefesi Üstüne - 1

Toplumbilimi, 19. yüzyılda Avrupa’nın hızla bir dönüşüm içine girdiği dönemin araştırılması ihtiyacına yönelik gelişen bir bilim dalıdır. Bu olayları gerekirci gözle çözümleme işine girişen bilim insanları, çağdaşlığı anlama ihtiyacıyla bu alanı geliştirmeye başlamışlardır. Cemil Meriç’inSaint-Simon-İlk Sosyolog, İlk Sosyalist” kitabında toplumbilimin düşünce babası olan Saint-Simon hakkında Durkheim’in sözlerini aktarır: Saint-Simon (…) bakışlarını kurulmakta olan düzene çevirir, gerçeği inceler ve geleceği sezmeye çalışır. Devrim sonu Fransa’sını hangi sosyal düzen huzura kavuşturabilir. Saint-Simon felsefesinin özü, bu soruya verilen cevap. (…) Onun “insan ilmi,” “sosyal fizyoloji,” “hürriyet ilmi” diye anmayı tercih ettiği bilime Comte, sosyoloji adını verir ve öyle kalır.[1]

Olması gerekenden öte olanı ele alma gayreti içinde olan İbn Haldun, medeniyeti “umran” olarak değerlendirmiştir. Eğer kişi-oğlu “doğası gereği” “medeni” olmazsa Tanrı’nın yeryüzünde kişi-oğluna yüklediği “halifelik” görevinin yanında, onlar aracılığı ile gerçekleştireceği “âlemi bayındır kılma” iradesi de gerçekleşmeyecekti. Toplumu çeşitli meslek gruplarına bölerek toplumsal yaşamın örgütlenme biçimini ortaya koymuştur. Bu sayede insan, doğaya karşı kendini koruyacak ve yaşamını sürdürecektir.

Türk Devrimi ve Mustafa Kemal Diktatörlüğü…

Devrim, yerleşik toplumsal düzeni köklü, hızlı ve geniş kapsamlı olarak değiştirme, yeniden niteliksel olarak biçimlendirme eylemidir.

Hal böyle olunca yapılan devrimden iktidar ve yandaşlarının memnun olması beklenemez. Zira devrim önce onları yok edecektir. Anadolu ihtilalı, Türk devrimi gibi isimlerle andığımız devrim de tabii ki Osmanlı hanedanı, yerli ve yabancı işbirlikçileri, o düzenden haksız menfaat sağlayan kişi ve kurumlar tarafından hoş karşılanmayacaktır, karşılanmamıştır da.

Mustafa Kemal önderliğinde başlatılan ve gerçekleştirilen Anadolu ihtilalı, altı yüz yıl boyunca Osmanlı hanedanı egemenliği altında yaşayan Türklerin kendi vatanlarında kendilerine köle muamelesi edenleri ortadan kaldırma, etkisiz hale getirme mücadelesidir.

Barnabas İncili Ve Şüpheli Ölümler

Yazar: 
Koray KAMACI
Yazının Yazıldığı Tarih: 
09.11.2013

Barnabas İncili, Roma Katolik Kilisesi tarafından yasaklanan İncillerden birisidir. Asıl adı Yusuf olan, İsa'nın öğrencilerinden Barnabas tarafından yazıldığı iddia edilmektedir.

Barnabas İncil’inde teslis inancı reddedilmiş ve İsa'nın ilahlığı kabul edilmemiştir. İkinci olarak, Barnabas İncil’inde İbrahim tarafından kurban edilmek istenen kişi İsmail olarak gösterilmiştir. Oysaki Hıristiyanlık inancında İbrahim'in İshak'ı kurban etmek istediği benimsenmiştir. Barnabas İncil’inin yasaklanması 325 yılında gerçekleşmiştir. Bazı kişilerin iddialarına göre İznik Konsili'nin toplanmasından çıkan karar doğrultusunda teslis inancı resmiyetleştirilip Katolik Kilisesi için o ana kadar yazılan üçyüz farklı İncil'den sadece teslis inancını benimseyen dört tanesi kullanılmak üzere seçilerek diğer bütün İncillerin yok edilmesi kararı verilmiştir. Barnabas İncili de bu yasaklanıp yok edilen İncillerin içerisinde bulunmaktadır fakat bu iddia herhangi bir şekilde kanıtlanamamıştır. Bugün elde mevcut olan en eski Barnabas İncili nüshası, 1709 yılında Prusya Kralı'nın sarayında danışman olarak çalışan Krimer'in elinde bulunmuş olup İtalyanca olarak yazılmıştır.

Laik Devlet Anlayışı ve Kemal Atatürk

Yazar: 
Meçhulyolcu
Yazının Yazıldığı Tarih: 
04.11.2013

Cumhuriyet döneminden günümüze kadar, bir takım din adamları, Kemal Atatürk’ü dinsizlikle, deccal ve diktatör olmakla suç lamışlardı. Bu iftiralarla  yetinmeyen dindar kisvesi altında saklananlar, Atatürk’ün annesi için ‘Genelev’  kadını diyerek iftiraların kapılarını ardına kadar açmıştır. Bunları yaparken; Atatürk’ün ilke ve inkılaplarını, Modern Devlet anlayışını da demir parmaklıklar arkasına hapsetmiştir.

Elbette bunun nedenleri; din tüccarlığı yaparak, verdikleri fetvalarla devleti ve halkı istediği yöne çeviren ‘yabancı aşağı’ din adamlarının bu menfaatlerinin hilafetin kaldırılmasıyla ellerinden çıkmış olmasıdır. Kemal Atatürk; Cumhuriyeti ilan ettikten sonra kokuşmuşluğun, hurafelerin ve din dışı anlayışların kaynağı olarak gördüğü tekkeleri ve zaviyeleri kapatmıştır.

Türban ve Atatürk-2

Referans İçerik: 
Türban ve Atatürk-1

Modern Türk-Anadolu kadını, Cumhuriyet’i İslam’a düşman bir olgu gibi göstermek isteyenlerin temel hedeflerinden birisidir. Cumhuriyet’in ‘kadın portresi’ onlara göre batı ahlaksızlığının taklidi, dinin emrine bir karşı geliştir. ‘Modern’ kelimesine bile alerjileri vardır.
 

Bir tek saç telini ahlaksızlık ve tahrik sebebi olarak gören cenaha ne yazsanız, ne anlatsanız boş elbette. Bu yüzden onların ikiyüzlülüğünü-cehaletlerini sergilemekten başka şansımız yok. Taasuplaşmış beyinlerin ilacı da…

 

Onlar Anadolu kadınını erkeğe köle, ikinci,üçüncü,dördüncü eş pardon karı yapmak derdinde iken Atatürk’ün Anadolu kadınına vefası şu sözlerinde gizlidir;

Tarihsel Süreç İçerisinde Kadın Hakları ve Türk Devrimi

Tarımsal yaşamın başlamasıyla özel mülkiyete dayalı bir hayat söz konusu olmuştur. Bu yaşam modeli kadını ikinci plana atmıştır. Özel mülkiyetle beraber gelen miras, kadının cinselliğini de denetim altına almaya başlamıştır. Bu ve birçok nedene dayanarak kadının üzerinde baskı kuran söylemler geliştirilmiştir. Yani “Ataerkillik” üzerine inşa edilen her toplumda, kadınlık, erkeklik tarafından inşa edilmiştir. Fransız Devrimi kadınların da haklarının peşinden koştuğu bir harekettir. Üç noktada filizlenen bu hareket özgürlük, dayanışma ve eşitlik ekseninde cereyan etmiştir, ancak binlerce yıllık geleneği tersine döndürme anlamında bir girişim olarak kalmış, kadının ataerkil anlayışı değişmemiştir. Bu noktada en önemli dönüm noktası Fransız Devrimi sonunda yayınlanan Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi’dir. Bu önemli noktadan sonra kadın hakları için mücadele edenlerin adları duyulmaya başlanır: Fransa’dan Olympe de Gauge, İngiltere’den Mary Wollenstonecraft gibi kadınlar hareketin öncüsü olmuşlardır. Toplumsal değişimler sonucunda ortaya çıkan ulus-devletler, kadınların geleneksel rollerini modern bir biçimde sürdürmelerini sağlamıştır. Ortaya çıkan yeni devlet yapısı geçmişin derin köklerini yıpratmış, ama tamamen sökememiştir. Oluşturulan toplumsal, politik ve ekonomik yapıların kökeninde cinsel politikalar vardır. Bu zihniyet, eşitsizliği meydana getiren yapılara sinmiştir. Ataerkil toplumun bir parçası olan kadını tanımlayan ögeler, kadın tarafından yaratılmamıştır. Yani bu, erkeklerin yarattığı ve onun gereksinmelerine karşılık gelecek kadındır. Erkek kendi ahlakını yaratmıştır ve bu yaratımla kadını bağımlı kılmıştır. Bu ahlak düzeninde erkek kendi kimliğini bulabilmek için, kadının üstünde bir iktidar yaratır. Bu bir süreçtir ve erkek, kendi kaynağını bu süreç içinde alır. Erkek karşısında kadını ikinci plana atan kültürün derinleşmesine yardımcı olan bir diğer nokta ise din kurumunun gelişmesidir. Mesela Hıristiyan teolojik felsefesi, kadını, “günahın sembolü” olarak görür.

Türban ve Atatürk-1

Atatürk’ün Türk kadınının örtünmesi, kılık kıyafeti ile ilgili görüşü aslında çok açıktır. Bunu anlamak için Atatürk’ün devrim anlayışına bakmak ve çevresindeki başörtülü, çarşaflı hanımlarla ilişkisini incelemek bile yeterlidir. Tabi önyargılarınızı bir kenara bırakarak…

Bu duruma ilk örnekler Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım ve eşi Latife Hanım’dır. Annesi Zübeyde Hanım’ın başının örtülü, eşi Latife Hanım’ın çarşaflı olması bize Atatürk’ün bu kıyafetleri bir ölçü olarak kabul ettiğini göstermesinden ziyade nasıl bir geleneksel ve kültürel bir ortamda yetiştiğinin göstergesidir. Ve aynı zamanda O’nun bu kültüre saygısının..

Türkistan, Türk Dünyası ve Dünya Türkleri

Yazar: 
Hasan RAY
Yazının Yazıldığı Tarih: 
2/11/2013

“Türk Dünyası” kavramı daha çok kültürel (dil, aidiyet gibi)  bir birlikteliği ifade eder. “Türkistan” kavramının aksine daha kapsayıcı ve coğrafyadan öte bir birlikteliği vadeder.  Coğrafi olarak da “Orta Asya” kastedilir oysaki “Türk Dünyası” sınırlara hapsedilebilecek bir kavram değildir.

“Türkistan” , Orta Asya'da batıda Hazar Denizi ve Aşağı Volga'dan başlamak üzere doğuda Moğolistan'daki Altay Dağlarına, güneyde Kopet - Hindukuş - Kuenlun dağlarına, kuzeyde Aral ve Balkaş göllerinin ötesinde Kırgız kadar uzanan yüzölçümü 6 milyon km²'den geniş coğrafi ve tarihi bölge. [1] “Türk Dünyası” diyebileceğimiz sınırları net bir yer yoktur. Ancak kalıplaşmış bir ifade vardır ki o da “Adriyatikten Çin Seddine Kadar Türk Dünyası”dır.

II. Abdülhamid Han’ın Petrol Haritası Ve Haçlı Zihniyeti

Yazar: 
Koray KAMACI

Osmanlı Padişahları’nın en önemlilerinden biri olan Sultan II. Abdülhamid Han, tüm dünyada gündeme gelen ve stratejik bir maden olduğu kabul edilen petrol için büyük çaba harcamıştır. O zamanlar Devlet’te yetişmiş jeoloji ve maden mühendisi olmaması, Osmanlı Devleti’nin elini kolunu bağlıyordu. Ancak uğruna savaşların çıkartılacağı, yeni bir dünya düzeninin oluşturulacağı petrolün ehemmiyetini anlayan Sultan II. Abdülhamid Han sıkıntıları kendi fedakârlıkları ile aşmaya çalıştı. Hazine-i Hassa’dan, yani Padişahın şahsi malından ödenek çıkartılarak geniş kapsamlı bir petrol rezervi çalışmasına girildi. Sultan’ın kendi parası ile yaptırdığı çalışmada, yabancı ve yerli mühendisler yer aldı. Musul ve Bağdat havalisinde, Dicle ve Fırat nehirleri havzasında petrol taraması yapıldı. Alman maden mühendisi Paul Groskoph ve Habip Necip Efendi yönetimindeki araştırma ekibi çalışmalarını 22 Ekim 1901’de Sultan II. Abdülhamid Han’a sundular.

İçeriği paylaş