Adalet ve Anayasal Devlet

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Selvihan ÇİĞDEM

Peter Singer’ın, etiğin biyolojik temelini konu alan kitabında hararetle savunduğu gibi, “insanlar, toplumsal hayvanlardır ve bizler daha insan olmadan önce toplumsaldık.”[1] İnsanoğlu ilkel şartlarda yaşadığı zamanlarda dahi daima toplumsal bir varlık olmuştur. Sayıları kalabalıklaştıkça birbirleriyle ilişki kurma gereksinimleri artmış,  

geçen süreçte toplu yaşama yolları aramışlardır. Bir arada yaşama isteği beraberinde birtakım şartlara ayak uydurmayı da getirmiştir.

Hayatta bireysel yaşamanın olanaksızlığını farkeden ve toplu yaşamak için yan yana gelen insanlar düzenli bir dizi kurala ihtiyaç duymuştur. Doğası gereği benmerkezci olan insan bu sayede kendi merkezinden sıyrılıp, toplumsal hayatın gereklerine ayak uydurmaya ve giderek bu kuralları benimsemeye başlamıştır. Tabi bu anlattığımız süreç bir çırpıda gerçekleşen bir süreç değildir. Bu noktaya gelebilmek için ilk çağlardan başlayarak sayısız mücadele verilmiş, ilk başlarda yazısız ve keyfiyete bağlı olan bu kurallar toplumların modern bir görüntü kazanmasıyla yazılı ve ortak çıkarların bütünleştiği normlara dönüşmeye başlamıştır. Günümüzde hala yazısız hukuk kuralları ile varlığını devam ettiren çağdaş ülkeler varsa da genelde yazılı hukuk kuralları geçerli olmaktadır.

Toplu yaşama geleneği insanların içindeki adalet duygusunu da keskinleştirmiştir. Robert C. Solomon adaletin tarihini şu şekilde ifade etmektedir: “Bence adaletin tarihi bireyin önemi ve saygınlığının giderek daha da fazla anlaşılması, öteki için duyduğumuz ilgi ve kaygının giderek artması anlamına gelir.”[2] Burada dikkat çekmek istediğim bir nokta var. Toplu halde yaşama isteği sonrasında ortaya çıkan çıkar çatışması, bireyi toplum içinde ön plana çıkarmıştır. Hatta hukuk kurallarının ve anayasa yapının temelini, toplum içindeki bireyin yeri ve önemi meydana getirmiş, bu düşünce filizleri adalet duygusunun şekillenmesi ile kendini göstermiştir. Biz adaletin tarihine biraz daha göz atalım: Atina’nın MÖ V. Yy.daki Altın Çağı’yla Sokrates, Platon ve Aristoteles’in felsefeleriyle adalet kavramı çok daha yüksek bir hâl aldı; bu dönemde adalet, intikamla* daha az, toplumun uyumlu bir biçimde işleyişi ve şehir devletinin yurttaşlarının refahıyla daha ilgili hale geldi. Artık, ilkel kabile duygusunun tatmini değil, ama medeni erdemlerin tatbikiydi. Adalet bir savaşçının intikam talebi olmaktan çıkıp “tüm erdemlerin toplamı”, yani kentsel bir medeniyetin göstergesi haline geldi. Eski Ahit’te çok eskilere dayanan intikam tutkusunu akılcılaştırılmış, dönüştürülmüş ve ahlâkileştirilmiştir. Yeni Ahit’le birlikteyse intikam talebi adaletin merkezinden çıkartılmış ve merhamet koşullara bağlı da olsa sistematik bir vaade dönüşmüştür. Adaletin, sevgi ve merhametin yerleri çoktan belirlendiği halde adalet sevgiye daha benzer, intikamdan gözetici bir hâle büründü.

Kapsamın genişlemesinin ve soyutlamanın ortaya çıkardığı en önemli durumlardan biri, adaletle ilgili soruların kişisel veya aileyi ilgilendiren suçlardan ziyade toplumsal adaletsizliğe dair olmaya başlaması oldu. Yoksulların ve sıkıntı çekenlerin acılarıyla ilgilenilmeye başlandı. Çok yoksul ve zenginler arasındaki büyük eşitsizlik, bir tür utanç konusu olmaya başladı. Fakat adaletin git gide tanrısal iradeye ve genel toplumsal koşullara bağlanması, bunun kişisel bir güdü ya da kişisel bir erdem olarak görünümünü zayıflattı. Sonunda da adalet ve adaletsizlik düşüncesi yüce bir güçten ziyade yönetimlerin, eşitliği değilse bile az çok hakkaniyetli görünümü sağlamak için ekonomiye müdahalesini salık veren o son derece modern, son derece soyut “toplumsal adalet” kavramına dönüştü.

XIX. yy.ın ortalarına dek, adalet sorunu şimdiki hâkim biçimini, yani intikam ve kişisel erdemle ilgisi olmayan, neredeyse tek amacı zenginliklerin toplumun bütününe paylaştırılması olan bu halini almamıştı. Özellikle maddeci çağımızda, adaletin odaklandığı nokta tamamen seküler (din dışı) ve büyük ölçüde ekonomiktir. Sorun üretilen (veya başka türlü elde edilen) malların kimsenin çok fazla ya da çok az almayacağı biçimde nasıl dağıtılacağıdır. Elbette ki Aristoteles –muhtemelen ilk ekonomistimiz- günümüzden iki bin yılı aşan bir zaman önce Nikomakhos’a Etik kitabında bu konulara kısmen değinmiştir; ama aklında genel bir tasarım kesinlikle yoktur ve adaletin özellikle de devlet adamları için kişisel bir erdem olduğunu vurgulamıştır. Adalet, tıpkı tüm erdemler gibi, temelde doğru bir yargıya varma sorunuydu; Rawls’un bize söylediği gibi kurumların erdemi değil, tekil bireylerin erdemiydi. Yöneticilerin, devlet adamlarının ya da kralın doğru yargılarda bulunması ve hakkaniyet duyarlılığı taşıması özel önem taşıyordu.

Nihayet XIX. Yy. sonlarında Dickens, zamanın Londra’sının yoksulluğunu ve acımasızlığını çarpıcı bir şekilde betimleyerek halkın vicdanında sarsıntı yaratmayı başardı. Yoksulluk sorunu ve bu sorunun çözümlerine gösterilen direnç ancak son birkaç on yılda adaletin baş meselesi haline gelmiştir. Sindirmemiz gereken son derece önemli tarihsel bir gerçekliktir bu.

Büyük bir ulus büyük yurttaşlar yetiştirir; manevi açıdan yoksul bir ulusta ise manevi açıdan yoksul yurttaşlar yetişir. Adil bir düzen, adil bireyler ortaya çıkartır. Ama büyük uluslar ve adil düzenler gökten zembille inmez; varoluşçuluk açısından bakıldığında, her adalet sistemi için öncelikli olan unsur, merhametli ve makul bireylerdir. Tarihsel ve nedensel olarak toplum, bireyden önce gelir ve bireyi yaratır; ama kişsel bakış açısından ve sorumluluk perspektifinden bakıldığında bizim dikkatimizi hak eden bireydir. Geliştirdiğimiz ya da ezip geçtiğimiz hisler temelinde, toplumun ve yaşadığımız dünyanın nasıl olmasına karar verecek bizleriz; tek tek hepimiz. Çağdaş adalet kuramları yasaların ve politikaların önemini vurgular ve sosyal bilimlerdeki en yeni matematiksel modellerin tadını çıkarır ama adalet anlayışımızın esas önemi tam da yasa ve politikalar netliğini ve kesinliğini yitirdiğinde yani toplumsal akılcılık değil kişisel sorumluluk duygusu söz konusu olduğunda çıkar ortaya. Jean-Paul Sartre’ın da yazılarında sıkça sözünü ettiği gibi, tehlikede olan her zaman bireysel özgürlüğümüzdür, kendi sorumluluğunu gören insan tipidir; kuramın insana uzak varsayımlarının inkâr etmeye veya görmezden gelmeye çalıştığı şey tam da bu özgürlüktür.[3]

Görüldüğü gibi Solomon adalatin tarihsel sürecinde insanın içindeki adalet duygusuna gönderme yapsa da adaletin temelinde ekonomiye dayalı kişisel çıkarların karşısındaki tek tek bireylerin savunulması gerektiği gerçeğini itiraf etmekten kendini alamamaktadır. Eğer içimizde adalet varsa –ki yazar buna inanmaktadır-yoksulları ve ezilenleri görmezden gelemeyeceğimize de vurgu yapmaktadır. İlkçağ filozofları kişisel adalet duygusunu bir erdem olarak kabul etmiş ve toplumal bilinincin karşısına bireysel sorumluluğu koymuşlardır. Peki, salt adalet duygusuna sahip olmak adil olmaya yetmekte midir? Biz bu konu üzerinde Platon’un görüşlerine de kulak verdikten sonra eğilelim:

Devlet, Sokrates’in adaletin sırf adalet olduğu için arzu edilmesi gereken bir erdem olduğunu savunduğu ve adil kadınlar ve erkekler tarafından adaletle yönetilecek bir toplumu tanımlayan bir kitaptır. Ana fikri, erdem olarak adaletin kişisel olabileceği, ama adil yurtaşların ancak adil bir toplum tarafından ortaya çıkarılabileceğiydi. Platon çok nadir olarak adil olmayan bir toplumda adil bir kimsenin yetişebileceğini söylemiştir; geriye kalanlarımızınsa ancak adil bir toplumda adil olması beklenebilir. Böylece Devlet bireydeki adaleti tanımlamayı bırakıp adil bir toplum aristokratik, bir cumhuriyet tasarlamaya başlar.

Platon’un adil toplumunun temel özelliği –Adam Smith’in Ulusların Zenginliği adlı eserinde modern toplumun tanımlayıcı özelliği de budur- işin bölüşülmesidir: Herkes en iyi ne yapabiliyorsa onu yapar. Böylece adalet değer kavramına yönelir; esas olan, insanların, kendi özel yetenekleriyle topluma ne verdiğidir. Elbette kişiler topluma yaptıkları katkı için ödüllendirilir; ama sırf ödül amaçlayarak katkıda bulunulduğunu düşünmek, yapılacak en büyük hata olur. Yurttaşlar devlete katkıda bulunurlar; çünkü toplumu geliştirmek, örnek yurttaşlar olmak için yapılacak olan budur. İnsanların birtakım rüşvetlere veya teşviklere ihtiyaç duydukları düşüncesi öne sürülüyorsa sorun anlaşılmamış demektir; ama toplum, üyelerini haklı ödüllerinden sistematik bir biçimde yoksun bırakırsa “bana ne kadar öderseniz benden de ancak onun karşılığını alırsınız” gibi yanlış bir yaklaşım yaygınlaşabilir.  Fakat tüm bu yetenekli ve işinde uzmanlaşmış yurttaşların birlikte çalışması sonucunda son derece bütünleşmiş, verimli, sağlıklı ve mutlu bir toplum ortaya çıkacaktır. Başka bir deyişle mükemmel devlet, binlerce (mükemmel olmayan) kişinin birlikte çalışması ve başarması sonucunda ortaya çıkar. Adalet budur. Adil birey de ruhu ve bedeni uyum içinde bulunan, arzularının mantığa uygun olması sonucunda yalnızca adil toplumdaki rolüne uygun arzuları bulunan kişidir. Eğer kişi “üreticiyse” üretim hayatında adil ve mutludur. Platon’un adaletten kastı iyi bir hayat yaşamaktır.[4]

Platon’un Devlet’teki yazılarının o günün şartları göz önünde bulundurularak yazıldığını unutmamak  gerekir. Günümüzde bu kadar ılımlı bir tablo ne yazık ki gözümüzde canlanmamaktadır. Nedeni ise devlet düzeninin her zaman üretimin kesintisiz yapıldığı ve ürünün hakça paylaşıldığı şekilde işlememesidir. Bu yüzden de yasalara ihtiyaç duyulmaktadır. Aksi halde salt içimizdeki adalet duygusuyla, zenginin karşısındaki yoksulu, ezenin karşısında ezileni korumak mümkün değildir. Platon’a göre bireyin sorumluluğunu, yerini belirleyen toplumdur. Oysa toplumun alacağı şekli belirleyen bireyin huzur ve mutluluğudur. Solomon’a göreyse adaletin ölçü ve standardı bireydir fakat, bu ölçü ve standart her zaman topluma içkindir ve onsuz düşünülemez.

Toplum sözleşmesi kavrayışına göre ise, adalet, toplum tarafından icat edilmiştir. Kişisel bir eğilim ve erdemden çok, ortak çıkarlarımız için kabul ettiğimiz bir yaptırımlar ve ödüller sistemidir. Oysa Platon’a göre adalet, her şeyden önce kişisel bir erdemdir. Adaletin, insanların ortak korunması için kabul ettiği bir tür uzlaşma veya sözleşme olduğu yolundaki düşüncenin zayıf tarafı, adalete gerçekten ihtiyacımız olan hallerde, bir adaletsizlik canavarıyla karşılaşıp da kendimizi savunmak istediğimizde bizi yüz üstü bırakmasıdır. Platon’un sorunu, güçlünün neden yapabileceği her şeyi yapmaması gerektiğini, adalete özen göstermesi ve adil olması gerektiğini göstermektir.

Buraya kadar adaleti bireysel ve toplumsal bazda ele almaya çalıştık. Adaletin duygusal anlamda bireylerin vicdanlarında yer etmesi hiç şüphesiz oluşturacakları toplumun sağlıklı bir yapı kazanmasını sağlar. Bu sayede toplum da adil kurallar çerçevesinde şekillenir. Bu bağlamda düşünecek olursak; çağımızda uygar olmanın şartı da anayasal devlet olmaktan geçer. Anayasalar gerçekte yapılmış ve yapılması gerekenleri gösterir. Fakat bunlar davranışı düzenlemez, davranışlarla ilgili istekleri ve tutumları ifade eder.

Siyasal yaşamın etkin düzenleyicileri olarak anayasalara karşı duyulan güvensizliğe rağmen belirttiğimiz gibi Almanya, İtalya ve Fransa dahil, II. Dünya Savaşı’ndan sonra bütün dünyada çok değişik koşullarda çok değişik anayasa kabul edilmiştir. Bu anayasalar kabul edilirken, sadece politikacılar değil halkın büyük bir çoğunluğu da anayasaları düzenleyen araçlar olarak çok büyük öneme sahip olduğunu düşünmüştür. Düşünüldüğünde en radikal kuşkucu dahi, anayasal belgelerin siyasal düşünceleri biçimlendirdiğini kabul etmek zorundadır. Politika yaşamının büyük bir kısmı, çoğu zaman anayasadaki hükümlere uygun yürütülür. Eğer durum böyle değilse, anayasal hükümlere uygun hareket etmeme çekişme ve çöküşü de beraberinde getirir.  Anayasa yapımının önemli politik amacının özgürlük olduğunu söylemek gerekir. [5]

C. Friedrich’e göre üç çeşit anayasa vardır: Totaliter faşizmin denendiği ve başarısızlığa uğradığı ülkelerde anayasacılık olgusu arzulanmıştır. İkinci olarak sömürgecilere karşı ulusal kurtuluş savaşı sonunda ortaya çıkan ülkeler vardır. Üçüncü olarak da devlet sınırlarını aşarak yeni bir devlet işbirliği için ortaya çıkmış federal birlikler yer almaktadır. Biz buraya bir de demokratik gelişimlerini tamamlayamamış ülkelerde yapılan darbeler sonucunda hazırlanan anayasaları da katmak istiyoruz. İster sivil ister askeri darbe olsun her darbe kendinin getirdiği düzenin kalıcılığını sağlamak adına kendi damgasını taşıyan anayasayı meydana getirir.

Eğer demokrasi kıta Avrupası geleneğine uygun bir biçimde “çoğunluğun iradesi” ile uygulanan “çoğunluğun yönetimi” ile yorumlanacak olursa demokrasi oldukça zalim bir rejim olabilir ve sık sık da böyle olmaktadır. Bu gerçeğin anlaşılarak değerlendirilmesi zamanımızda anayasa yapımının temel itici gücü olmuştur. Böyle bir demokrasinin anayasacılıkla kaçınılmaz çatışması bazı aşırı radikal demokrasi yandaşlarının anayasacılığa karşı olması olgusunu ortaya çıkarmıştır. Ama devrimci veya devrimci harekete benzer halk hareketiyle özgürlüğe kavuşmuş, ülkelerde hükümet ile vatandaşlar arasında ve bunlarla aracı gruplar arasındaki ilişkiler, sadece anayasa ile istikrarlı bir biçimde örgütlenebilir.[6]

Günümüzde iç anayasal varlık nedeni demek olan anayasal savunma sorununa esasta kabaca dört temel biçimde yaklaşılmaktadır. İlk yaklaşım bu konuya yasayla anayasal düzeni yıkma veya ortadan kaldırma ve yerine farklı ve anayasal olmayan bir düzen kurma çabasına kalkışan partileri ve örgüteri yasaklamak olmaktadır. Sorunun bu yasakçı yasalar yöntemi ile çözümüne, yasamanın yargısal denetimle bir miktar sınırlandırıldığı Amerika Birleşik Devletleri’nde ve İsviçre’de rastlanmaktadır. İkinci yaklaşımda da yıkıcı örgüt ve gruplar yasaklanmaktadır; ama bu yasaklanma yürütmenin istemi üzerine yargı kararıyla yapılmaktadır. Bu yargısal işlem yıkıcı örgütü yasadışı ilan edebilir veya söz konusu örgütün üyelerini,özellikle anayasada tanınmış olan hak ve özgürlüklerden yoksun kılabilir. Üçüncü yaklaşım özel ve kamu yönetim hizmetlerinde yer alan yıkıcı ve düzene karşı oldukları düşünülen kişileri ya idari ya da yasal düzenlemelerde dışlamaktır. Dördüncü biçim yıkıcı ve totaliter nitelikleri olan örgütün veya grubun kendisini yasaklamaktan çok bu tür örgüt ve grupların karakteristik uygulamalarını ayrıntılı düzenlemelerle ortadan kaldırmaktır.[7]

Anayasa kurumsallaşmış iktidar ilişkileri sistemini biçimlendirir. Anayasa belli bir çeşit yasadır ve bu biçimiyle de uygulanacak kurallar içerir. Ama bu yaşayan, dinamik ve sürekli değişen bir sistemdir. Kuşkusuz anayasal sistem değişir ama bu değişim anayasayı oluşturan parçaların içerdiği kurallar içinde olur. Bu parçalardan birisi tahrip edilirse sistem bununla birlikte yok olur. Örneğin Amerika’da federalizm önemli değişmelere uğramıştır; ama federalizm ortadan kalkacak olursa, Amerikan anayasal sisteminin bir başka ve yeni bir sistemle değiştirildiğini kabul etmek gerekir.[8]

İnsanların yaşam şekli ve değerleri değiştikçe hukuka duyduğu ihtiyaç artmıştır. Meşruluğu sağlayan anayasalar ile, adalet kişisel bir erdem olmaktan çıkıp bir yaşam tarzı olmaya başlamasıyla anayasalar da meşru bir temele oturmuştur. Anayasal devlet ile ilgili son olarak söyleyeceğimiz yargı bağımsızlığıdır. Modern anlamda anayasacılığın bağımsız yargı istemleriyle başladığını söyleyebiliriz.

Batı anayasacılığının gelişiminde üç iktidardan sonuncusu olarak yargı erki tanınmıştır. İngiltere’de dahi uzun devrimci mücadelelerden sonra ancak 1071 yılında yargıçlar kendileri istemedikçe azlolunmazlar, biçimindeki ünlü kuralın kabulu ile yargı bağımsızlığı onaylandı.[9]

Demokratik rejimlerde çoğunluk diktasının önüne geçmek için kuvvetler ayrılığı ilkesi kabul edilmiştir. Bu ilke ile yargı bağımsızdır ve herhangi bir siyasi iktidarın yönetimi altında bulunamaz. Yasama ve yürütme yargının denetiminde olur. Hukuk üstünlüğü bu sayede sağlanır. Halk kendisini temsil yetkisini sadece yasama ve yürütmeye vermez. Aynı yetkiyi yargı aracılığıyla da kullanır. Çünkü hukukun bağlayıcılığı vardır ve yasama ile yürütme hukukun dışında keyfi hareket edemezler. Hukuk üstünlüğü zedelenirse sistem demokrasi olmaz artık. Erklerin yetki sınırları yine hukuk tarafından belirlenir. Bütün organlar devletin kuruluş felsefesini de içine alan hukuk  kurallarına uygun hareket ederse, hukuk üstünlüğü de amacına ulaşmış olur. Organların birbirinin yetkilerini çiğnemesi hukuk üstünlüğünü zayıflatır.

Son söz olarak hukukun üstünlüğünün olmadığı yerde kargaşa doğar ve demokrasi olmayacağından milli iradeden söz etmek olanaksız hale gelir. Modern bir devletten bahsediyorsak eğer, hukukun üstünlüğünü sadece kişilerdeki adalet duygusuyla sağlayamayız. “Anayasalı” devletten uzak durup “anayasal” devlet olmak için uğraş vermeliyiz. Eğer göstermelik bir anayasa var fakat siyasal erkler buna uygun değilse bu anayasalı devlet olmaktır. Milli iradenin oluşturduğu demokratik, çağdaş hukuk devletine ancak gerçek bir anayasal düzenle ulaşabiliriz.

Selvihan ÇİĞDEM

iletisim@politikadergisi.com

 

KAYNAKÇA:


 

[1] Peter Singer, The Expanding Circle, 4.

[2] Robert C. Solomon, Adalet Tutkusu Toplum Sözleşmesinin Kökenleri ve Temelindeki Duygular, “Adaletin Tarihi”, s.26, çeviri: Ertuğ Altınay, Ayrıntı Yayınları, b:2004, İstanbul

*Günümüzdeki kullandığımız intikam kavramı bizde etik olmayan bir çağrışım yaratabilir. Fakat sözünü ettiğimiz dönemlerde intikam, adaletin bir parçası olarak karşımıza çıkar. Özellikle toplumların adalati sağlayıcı yasalara sahip olmadığı zamanlarda kişiler kendilerini koruma amaçlı, bu anlayışı güdülemiş olabilirler. S.Ç

[3] Robert C. Solomon, Adalet Tutkusu Toplum Sözleşmesinin Kökenleri ve Temelindeki Duygular, “Adaletin Tarihi”, s.32, çeviri: Ertuğ Altınay, Ayrıntı Yayınları, b:2004, İstanbul

[4] Robert C. Solomon, Adalet Tutkusu Toplum Sözleşmesinin Kökenleri ve Temelindeki Duygular, “Platon’un Çözümü: Devlet”, s.100-103, çeviri: Ertuğ Altınay, Ayrıntı Yayınları, b:2004, İstanbul

[5] Carl J. Friedrich, Sınırlı Devlet, “Zamanımızda Anayasa Yapımı”, s:16-17, ç:Mehmet Turhan, Gündoğan yay., 1999, Ankara

[6] Carl J. Friedrich, Sınırlı Devlet, “Zamanımızda Anayasa Yapımı”, s:24, ç:Mehmet Turhan, Gündoğan yay., 1999, Ankara

[7] Carl J. Friedrich, Sınırlı Devlet, “Anayasal Krizler”, s:152, ç:Mehmet Turhan, Gündoğan yay., 1999, Ankara

[8] Carl J. Friedrich, Sınırlı Devlet, “Anayasanın Yorumu: Yargıçlar Karşısında Yasa-Koyucular”, s:189, ç:Mehmet Turhan, Gündoğan yay., 1999, Ankara

[9] Carl J. Friedrich, Sınırlı Devlet, “Anayasanın Yorumu: Yargıçlar Karşısında Yasa-Koyucular”, s:188, ç:Mehmet Turhan, Gündoğan yay., 1999, Ankara

 

Yorumlar

Adalet Mülkün, Mülkün de temeli toplumsal çıkarlardır.

"Adalet" kavramı, ister bireysel bazda ister toplumsal bazda ele alınsın, her zaman toplumsaldır. İnsan için toplum içinde yaşamak bir istek, bir gelenek, bir alışkanlık değil zorunlu ve temel bir ihtiyaçtır. Bu nedenle insan bilinci, karakteri, davranışı, erdemleri de toplum içinde ve toplum koşullarında biçimlenir. Yani insan "tek başına" yaşayan bir varlık olsaydı, onun asla adalet duygusu olmazdı. Kısaca, "Adalet" duygusu toplumda insanlar arası ilişkilerde maddi ve manevi değerlerin, toplumsal ve bireysel hakların vicdani ve hukuksal bir paylaşım ölçüsü ve bilincidir. Paylaşım ise her daim toplumsal bir kavramdır.

Öte yandan aynı "Adalet" kavramı, nesnel olarak toplumsal olanaklara farklı konumda olan dolayısı ile farklı çıkarlara sahip sınıflar, kesimler arasındaki değer ve hak paylaşımında da çok sık kullanılan bir kavramdır. Bu anlamda adalet "Sosyal Adalet" tir. Örneğin "Sosyal Adalet" kavramı emekçiler tarafından yaratılan artı(katma) değerin sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasında, ücretler ve kar olarak toplumsal paylaşılmasında veya çalışanlar arasında kadın ve erkek diye cinsel ayrım yapılarak farklı ücretlendirilmelerinde sık sık kullanılmaktadır. “Sosyal Adalet” sadece ekonomide değil siyasette de kullanılmaktadır. Örneğin hükümet bir yasa ile "deprem vergisi" ni sadece toplumun sabit gelirli emekçilerinden alırsa bu yasa "Sosyal Adalet"li bir yasa olmaz.

Demek ki "Adalet" kavramı kullanıldığı yere göre bazı anlam farklılıkları da taşımaktadır. Bireysel bazda "Adalet" bilinci ve davranışı, toplumsal adalet dağıtımıyla görevli yargıçlarda aranan en temel özelliktir. Bu anlamda "Adalet" kavramı elbette Sokrates’in veya tarihteki diğer düşünürlerin ifadesiyle "Kişisel Erdem" dir. Fakat ne kadar erdemli olurlarsa olsunlar her yargıcın adalet için vereceği kararın temeli sonuçta yasalardır. Yasalar ise yine toplumda siyasal güçler tarafından yapılır. Toplumun siyasetini ise o toplumun egemen sosyal güçleri belirlerler. O halde adaletin temelinde son tahlilde toplumsal çıkarlar, özelliklede egemen sınıfların çıkarları, yatmaktadır.

Ülkemiz de son yıllarda "Adalet" kavramının başına gelenler bu tespitimizi doğrular niteliktedir. Kadrosu ve olanakları bakımından büyük sıkıntı çeken ülkemizdeki adalet kurumunun diğer bir sorunu ise yürütmenin (Adalet Bakanlığı üzerinden) doğrudan adalet mekanizmasının yapılanmasına etki etmesiydi. Ancak yürütmenin adalet kurumuna bu müdahalesi bile AKP iktidarının önünde duran emperyalist taşeronluk görevlerinin yerine getirmesi için çok yetersiz kalıyordu. Çünkü AKP, halkın ve ulusun çoğunluğunun çıkarlarına ters düşen kararlarında ve çıkaracağı yasalarda denetlenmek istenmiyordu. Nitekim AKP 12 Eylül 2010 Referandumunda yaptığı Anayasal değişikliklerle, HSYK'nın kadrolarını ele geçirerek yürütmeye yani hükümete Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay gibi üst mahkemeleri büyük ölçüde kendi etkisine alacak yeni düzenlemeler ve yeniden yapılanmalar getirdi.

AKP hiç bir zaman demokrasiden yana bir parti olmamıştır. Katılımcı ve çoğulcu bir demokrasinin temel ilkeleri “Hukukun üstünlüğü”, “Kuvvetler Ayrılığı”, “Yasama ve Yürütmenin Denetlene bilirliği”, “Hesap Verme Yükümlülüğü”, “Saydamlık”, “Özgür Basın” vs. gibi ilkelerdir. AKP 9 yıllık iktidarında her vesile ile hukuku ayaklar altına almış, yasama ve yargıyı yürütmenin emrine vermiş, "Dokunulmazlık" zırhına bürünmüş, bütün ulusu ilgilendiren kararları kapalı kapılar ardında almış bir partidir. Basını tehditle, iktidar şantajı ve nihayet büyük sermaye gücü ile ele geçirerek ya yandaş yapmış ya da susturmuştur. Özel yetkili Mahkemelerle ülkenin yurtsever aydınlarını, gazetecilerini, siyasetçilerini, subaylarını ve hatta milletvekillerini sindirmek ve susturmak için yargısız infazla hapislerde çürütmektedir. Şimdi ise yapmak istediği "Yeni Anayasa" ile bu anti demokratik dikta rejiminee hukuki meşruiyet sağlamaya, muhalefeti de buna suç ortağı yapmaya çalışmaktadır

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.