Atatürk Milliyetçiliği Bölücü Değil, Birleştiricidir!

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

AKP hükümetinin dış işleri bakanı Ahmet Davudoğlu, artık takkiye yapma ihtiyacı duymadan dünyanın bildiği gizli niyetlerini iyice açığa vurdu. Davudoğlu Atatürk milliyetçiliğini (veya Türkçe ifadesiyle ulusalcılığını) kast ederek „19. yüzyıl ideolojisi olan ulusçuluk Avrupa’da feodalite ile bölünmüş yapıları bütünleştirdi. Bizde ise tarihten gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici, suni karşıtlıklar ve kimlikler ortaya çıkardı. Hepimizin bu ayrıştırıcı kültürle hesaplaşma zamanı geldi.“ dedi.

Türkiye’nin dış politikasına „Sıfır Sorun“ sloganıyla damga vurmaya çalışan Davudoğlu, aslında sonuçta „Sıfır Dost Komşu“ elde eden bu fiyaskolu dış politikasını bir kenara bırakarak, artık iç politikaya da el atmaya çalışmaktadır. İç politik konulardaki görüşleri ise hem cahilce hem de iftiralarla doludur.

Ulusçuluğun 19. Yy. da yükseldiği bir gerçektir. Çünkü 19. yy.da Avrupa’da sanayi devrimi yapan burjuvalar ulus devletleri kurmuşlardır. Önce İngiltere’de başlayan parlamenter demokrasi zamanla 1789 yılında Fransız devrimi ile büyük bir ivme kazanmış; 1848 Alman devrimi ile zirveye erişmiştir. 200 yüzyıl gibi insanlık tarihinde kısa bir zaman dilimi içinde Avrupa’da küçük feodal beylik, derebeylik, krallık ve imparatorlukların yerini kapitalist toplum biçimine uygun olan ulus devletler almıştır.

Bu konuda Davudoğlu’nun cahilliği ulus devletleri salt ideolojik ve kültürel açıdan ele almasıyla başlamaktadır. Gerçekte ulusal ideolojinin yarattığı siyasi ve kültürel üst yapı, üretim araçlarında özel mülkiyete dayanan sermaye sınıfının çıkarlarını koruyan ve kollayan kapitalist toplum biçiminin alt yapısına dayanmaktadır. 

Yani Ahmet Davudoğlu’nun düşündüğü gibi, 19. yy. da Avrupalıların başına birden bire taş düşüp ulusalcı olmadılar. Önce tarım ve ticaretle sermaye birikimi yapan burjuvazi zamanla yükselen bilim ve teknikle birlikte sanayileşmede devrim yaratarak kapitalist ilişkileri ve ulusalçılığı Avrupa’da yaygınlaştırdılar.

Kapitalist ekonomide burjuvazinin üyeleri olan sermayedarlar birbiriyle çetin bir rekabet içinde idiler. Dolayısı ile belli bir tarihsel kültüre sahip ve belli bir coğrafyada, belli bir dil birliği ekseninde toplaşan burjuva sınıfları, kendi işgücü, emtia ve finans piyasalarını yaratmak amacıyla ayrı ayrı kendi ulus devletlerini kurdular. Böylece Avrupa’da 18. Ve 19. Yüzyıllarda İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Hollanda, Danimarka, İsveç, Norveç, Rus vs. gibi değişik büyüklükte ve güçte ulus devletleri oluştu. Daha sonra Avrupa’da gelişen bu akım Kuzey Amerika’ya sıçradı. Avrupa ve Kuzey Amerika dışında kalan Güney Amerika, Asya ve Afrika ülkeleri ise gelişen bazı büyük ve güçlü kapitalist ulus devletlerin sömürgeleri olmak durumunda kaldılar.

Avrupa’da sanayi devrimi yapan, sömürge sahibi olan büyük ve güçlü kapitalist ulus devletler güçlenerek, kapitalizmin evrimi sonucu 19. yy. sonu ve 20. yy başında emperyalist aşamaya geçmişlerdir. Bu devletler özellikle İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve Çarlık Rusya’sı dırlar.

Avrupa’da emperyalizm çağın başlamasıyla birlikte kapitalist talan ve sömürü de ulusal sınırları aşarak uluslararası bir nitelik kazanmıştır. Kapitalistler arası rekabetin giderek yerini tekellere bıraktığı; dünya enerji ve hammadde kaynaklarının ve emtia pazarlarının dev tekeci sermaye şirketleri ve devletleri arasında  askeri güçle paylaşılma dönemi başlamıştır. Bu bağlamda; petrolce zengin, fakat sanayileşememiş, dolayısı ile kendi topraklarında çıkan petrolleri kullanamayan, zengin ve güçlü kapitalist Avrupa ülkelerinin yarı sömürgesi durumuna düşmüş Osmanlı toprakları ilk paylaşılması gereken topraklar olmuştur.

İşte yukarıda anlattığımız bu nesnel, tarihsel gelişim ve eğilim çerçevesinde emperyalist devletler I. Dünya savaşını başlatmış; sonuçta kabak Osmanlı’nın başında patlamıştır. Emperyalistler, ordularıyla haksız bir biçimde işgal edip fiilen paylaştıkları petrolce zengin Osmanlı topraklarını Sevr anlaşmasıyla meşrulaştırmaya çalışmışlardır.

Ancak evdeki hesap çarşıdakine uymamış; emperyalistlerin bu oyununu, Rusya’da işçi devrimi ile Lenin, Türkiye’de ise ulusal bir Anadolu ihtilali ile Mustafa Kemal bozmuştur. Türkiye’de Kuvayi Milliye güçlerine liderlik yapan Mustafa Kemal emperyalist işgale son vererek Sevr antlaşmasını yırtıp yerine Lozan antlaşmasıyla modern bir ulus devlet kurmuştur.  

Bir ulus devlet olarak oluşan Türkiye Cumhuriyeti’nin olgunlaşma aşamalarının kökleri ebette ta Osmanlı İmparatorluğunda bir yüzyıl öncesinden başlamaktadır. Osmanlı’da kapitalisleşme ve uluslaşma süreci, Tanzimat fermanı ile başlamış sayabiliriz. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalistleşme süreci Avrupa ülkelerinden çok farklı gelişmiştir. Ayrıca Türk uluslaşma süreci de Avrupa’daki uluslardan farklı bir seyir göstermiştir. Çünkü Osmanlı’da feodalizmin yapısı Avrupa‘dakilerden oldukça farklıdır. Osmanlı da ekonomi büyük ölçüde tarım ve hayvancılığa dayan merkezi feodal sistem idi.

Osmanlı merkezi feodal sistemin Avrupa feodal sistemden ayrılan yönü, tarım ve hayvancılığa dayanan feodal ekonominin en önemli üretim aracı olan toprak büyük ölçüde;  Avrupa’da büyük toprak sahiplerinin özel mülkiyetinde iken, Osmanlı’da devlet yani kamu mülkiyetinde olmasıdır. Karl Marks Osmanılı’nın kamu mülkiyetinde olan toprakta yapılan bu üretim tarzına „Asya Tarzı Üretim Biçimi“ olarak nitelemiş ve bu üretim biçimine özellikle dikkat çekmiştir.

Türkiye’de kapitalizmin ve Türk ulusalcısının gelişmesi Avrupa ülkelerine göre geç kalmış olmasının yanında ayrıca da Osmanlı Avrupa’nın güçlü kapitalist-emperyalist devletlerin yarı sömürgesi durumundadır. Türk burjuvazisi kendi girişimciliği ile değil, Avrupa sermayesinin Türkiye acentesi olarak yani işbirlikçi olarak doğmuş ve gelişebilmiştir. Bugün de Türk burjuvazinin konumu pek farklı değildir.

Şimdi yeniden Davudoğlu’na dönersek; Davdoğlu’na göre Türkiye Cumhuriyeti yani Kemalizm; Osmanlı’da „organik bütünlük oluşturan kültürleri dağıtarak  geçici, suni karşıtlıklar ve kimlikler ortaya çıkar“ mış! Bir defa Davudoğlu’nun tarihten hiç mi hiç haberi yoktur. Çünkü daha Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan çok önceleri bazı uluslar, örneğin Yunanlılar, Bulgarlar, Arnavutlar, Araplar vs. Osmanlı İmparatorluğuna eyaletler biçeminde bağlı birer taba olmalarına rağmen ayrılmışlardır. Yani Osmanlı’nın parçalanma süreci çok daha önceden başlamıştır. Bunun vebalini Mustafa Kemal Atatürk’e ve Kurtuluş mücadelesine yüklemek en büyük haksızlık olduğu gibi büyük bir iftiradır da!

Eğer Davudoğlu bu son ifadesiyle emperyalistlerin kışkırttığı etnik şoven Kürt hareketini, terörist PKK’yı kast ediyorsa, bu bağlamda da gerçeği ifade etmiyor sayılır. Çünkü yapılan tüm araştırmalar gösteriyor ki Kürt kökenli yurttaşlarımızın dörtte üçü asla Türkiye Cumhuriyeti’nden ayrılmayı düşünmemektedirler.

Ayrıca Atatürk milliyetçiliği asla ayırt edici olmadığı gibi gönüllülük temelinde bir siyasi birliği, bir bayrak ve bir devlet altında kardeşliği tanımlar. Yani Atatürk milliyetçiliği bölücü değil, birleştiricidir. Zaten demokrasi de ancak Atatürk milliyetçiliğinin temelini attığı; etnik ve kültürel bakımından eşitliği, kardeşliği ve birliği güvence altına alan bu ilke üzerinde gelişip serpilebilir. Yoksa emperyalizm adına bölücülüğe pirim veren işbirlikçi gericilikle değil!

Türk halkının ve gençliğinin zihninde ve gönlünde Atatürk milliyetçiliği derin kök salmıştır. İşbirlikçi gericilerin karalama ve iftira dolu bütün çabaları boşunadır! AKP’nin karşı devrimi mutlaka Kemalist bir devrimle durdurulacaktır!  

 

Mehmet ÇAĞIRICI

mehmet.cagirici@politikadergisi.com

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.