Atatürkçü Cumhuriyet Rejimi; Neden Bu Hallere Düştü? (I)

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 2013 tarihinde 90 yılını tamamladı. Antiemperyalist ve anti feodal temelde Atatürk’ün felsefesine göre biçimlenen Türkiye Cumhuriyeti devleti; 90 yılda birçok inişli çıkışlı aşamalardan geçmiş, derin ve köklü devrimler ve reformlar yaşamış, demokratik- anti demokratik hatta faşist, sivil asker darbeler yemiştir. 90 yıl sonra özellikle 11 yıl süren AKP iktidarının getirdiği bir aşamada Atatürkçü Türkiye Cumhuriyetinin geldiği son durumuna önce bir göz atalım.

Ülkemiz; 11 yıldır, kendini muhafazakâr demokrat olarak adlandıran gerici, emperyalist işbirlikçisi AKP tarafından yönetiliyor. AKP iktidarı, ekonomiyi büyük ölçüde borç ve sıcak para üzerinden finanse ediyor. Bütün cumhuriyet hükümetlerinin 79 senede inşa ettiklerini AKP iktidarı, 11 yılda haraç mezat satarak özelleştirdi. Üstelik 11 senede dış borç, 129 milyar dolardan 367,3 milyar dolara çıktı. Türkiye devletinin Aralık 2012 sonu itibariyle borç tutarı ise 103,2 milyar dolar. Bunun dışında ülkenin finans portföylerinde bulunan yabancı sıcak para miktarı 120 milyar dolar. Yani ülkenin 2012 yılı itibariyle toplam borç stoku 590,5 milyar dolardır. Türkiye’nin 2012 Gayri Safi Milli Geliri cari fiyatlarla 786,3 milyar dolar olduğuna göre ülkenin gelirine göre borçlanma oranı, % 68,4 tür.

AKP’nin iktidar olduğu 2003-2011 yılları arasında dış borçlar için ödenen ortalama faiz % 5,21 (Link = http://serbestsiyasa.com/?p=2974) olduğuna göre, ülkemizin sadece dış borçlar (367,3 +120 = 497,3 dolar) için ödediği yıllık faiz giderleri aşağı-yukarı 26 milyar dolar tutuyor. Buna bir de yabancı sermayenin reel sektörden kâr olarak yurt dışına transfer ettiği yıllık ortalama 3 milyar doları da eklersek; yabancı sermayenin ülkemizden toplam olarak sadece 2012 yılında 29 milyar doları alıp götürdüğünü görüyoruz.

OECD raporuna göre Türkiye, dünyada en çok çalışan ülkelerden sayılıyor. Ülkemiz Türkiye, yılda kişi başına 1877 saatle en çok çalışanlar olarak dünyada 9. sırada yer almaktadır. O kadar çok çalışmamıza rağmen büyük çoğunluğumuzun neden hâlâ yoksul kaldığının bir nedeni ortada:  Çünkü ülkemizde toplam çalışan nüfus 26 milyon olduğuna göre, bu durumda her çalışan, yılda (2012 yılı bazında)  kişi başına ortalama 1.115 dolar yabancı sermaye tarafından sömürülmektedir.

Bir de yerli sermayenin sömürüsü var tabii, o ise başlı başına ayrı bir konu! 26 milyon çalışanın 11 milyonu kayıt dışı; bu emekçiler ve aileleri her türlü sosyal güvenceden yoksunlar! Emekçilerin günlük çalışma süreleri 12 saate kadar varıyor. AKP iktidarı, ağır işlerde çalışma yasağını 16 yaşa indirdi. AKP iktidarında devreye sokulan ve bir çeşit modern kölelik olan taşeron işçilerin sayısı 3 milyona ulaştı. Buna karşılık Türkiye’de sendikalaşma oranı % 0,5 olduğunu da göz önünde tutarsak, ülkemizdeki işçi sınıfının sosyal durumunu aşağı yukarı daha somut tahmin edebiliriz.

***

Elbette 11 yıllık AKP hükümeti, sadece ekonomiyi bu duruma düşürmekten sorumlu değildir. AKP, ayrıca 90 yıllık cumhuriyet rejimin bütün sorunlarına rağmen geliştirdiği bilim ve akla dayanan Atatürkçü eğitim politikasını da köklü bir biçimde değiştirerek, yeni kuşaklara, dinci ve muhafazakâr bir eğitim sistemini dayatmaktadır. İmam Hatiplerin önü tamamen açılarak, orta eğitim büsbütün dini eğitim felsefesine göre düzenlenmeye çalışılmaktadır.

Mustafa Kemal Atatürk 3 Mart 1924 yılında çıkardığı devrimci bir yasa ile ülkedeki bütün eğitim kurumlarını Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlamış; eğitimde laikliği, bilimselliği ve uygulamalı eğitimi temel alarak, cinsiyet bakımından karma eğitim sistemini bütün ülkeye yaymıştır. 1924 tarihinde yürürlüğe giren “Tevhid-i Tedrisat Kanunu”,  adı darbeci anayasaya çıkan 1982 Anayasası’nın 174. Maddesinde bile korunması gereken “İnkılap Kanunları” ndan sayılarak korunma altına alınmıştır. Fakat anayasa tanımaz AKP; 4+4+4 denen yeni bir eğitim ve öğretim sistemiyle bilime, akla, laikliğe dayalı Atatürkçü ulusal eğitimi bölerek yozlaştırma çabasına girmiştir. Burada “yozlaştırmak” kavramı; ulusal eğitimin birliği ve bütünlüğü bozularak, bilim, akıl ve laikliğin yerine; düşünmeyen, eleştirmeyen, sadece biat eden dinci ve ezberci yeni bir kuşak yetiştiren eğitim ve öğretim sisteminin yerleştirilmesi olarak anlaşılmalıdır.

Son günlerde F. Gülen cemaati sözcüleri ile AKP hükümeti arasında alevlenen “Dershaneler” tartışması; iktidarın nimetlerinden faydalanma konusunda tutuşan bir paylaşım kavgasından başka bir anlam taşımamaktadır. Bu kavga dahi gösteriyor ki taraflar, iktidar nimetlerinden faydalanma konusunda ülkemizin çocuklarının ve gençlerinin geleceğini hiçe saymaktadırlar. Eğitim kimin umurunda! Onlar için varsa da yoksa da önemli olan, kendi iktidarlarının sağlam kazığa bağlanmasıdır!

11 Yıllık AKP hükümetinin Atatürkçü Cumhuriyet rejiminde eğitim ve öğretim sisteminin yanında tahrip ettiği diğer bir alan ise yargıdır. AKP iktidarı, yargıyı tamamen siyasallaştırmıştır. Özellikle 12 Eylül 2010 tarihindeki referandumla yürürlüğe sokulan bir dizi anayasal değişliklerle AKP iktidarı; genel olarak yargıyı HSYK üzerinden baskı altına alarak, özel olarak yüksek yargıyı yeniden yapılandırarak büsbütün kontrolü altına almıştır. Özel Yetkili Mahkemeler üzerinden sahte delil ve ne idüğü belirsiz veya tanınmış terörist veya adi suçlu olan gizli tanıklarla bir dizi siyasi davalar tertipleyerek AKP’ye karşı olanlar ve ordumuzun yurtsever Atatürkçü subayları, hapishanelerde yıllarca tutsak edilmiş; bütün muhalefet böylece baskı altına alınmıştır.

Kendi muhalefet dönemlerinde YÖK’e şiddetle karşı çıkan, hatta onun tasfiyesini talep eden AKP, 11 yıldır iktidar döneminde sadece YÖK üzerinden ülkenin bütün Üniversite ve Yüksek Okullarını kontrol etmekle kalmamış; TÜBİTAK, TUBA, Adli Tıp, RÜTÜK vs. gibi Türkiye’nin bilim merkezlerini, TV yayınlarını da büsbütün kendi siyasi denetimi altına almıştır. Bütün toplumu kontrolü konusunda hırsını ve hızını alamayan AKP, ülkemizin seçkin spor kulüplerine de el atmış; fakat bu alanda Fenerbahçe kulübünü teslim alamamıştır.

Ancak 11 Yıllık AKP hükümetinin ülkemize verdiği, onarılması çok zor olacak en büyük zarar; güvenlik alanında olmuştur!

Güvenlikle kast ettiğim sadece iç güvenlik değildir. Elbette istatistiki olarak bakıldığında AKP iktidarı döneminde hırsızlık, kaçakçılık, yolsuzluk, rüşvet, yandaş kayırma, cinayet, özellikle kadınlara karşı şiddet vs. gibi adi suçlar da açık olarak çok artmıştır. Fakat benim kast ettiğim gerçek güvenlik, vatanımızın bütünlüğü ve ulusumuzun birliği ile ilgili olan ulusal güvenliktir. 11 Yıllık AKP hükümeti döneminde olduğu kadar, 90 yıllık cumhuriyet tarihimizin hiç bir döneminde ülkemizde bu kadar; bölücülük, ayrıştırma, kutuplaşma ve hatta sıcak çatışmaya kadar varan şiddetli kardeş kavgaları yaşanmamıştır! AKP döneminde Türkiye; neredeyse bölünmenin eşiğine taşınmıştır! Türkiye Cumhuriyet’inin Başbakanı, emperyalist bir ülkenin bütün dünyaya ilan ettiği Ortadoğu ile ilgili bir parçalama, bölme ve rejim değiştirme projesi olan BOP ’un eş başkanı olduğunu gizleme ihtiyacı bile hissetmiyor; hatta bununla gurur bile duyuyor!

Türkiye Cumhuriyeti’nin kanla çizilmiş sınırlarını değiştirmek, Türkiye gibi bölgemizde güçlü olan ulus devletleri parçalamak amacıyla devreye sokulan ve bir emperyalist plan olan BOP; bizzat AKP iktidarı tarafından “Açılım” adı altında uygulanmaya konulmuştur. 2009 yılında devreye sokulan Türkiye’yi bölerek emperyalizme uydu ikinci İsrail gibi bir Kürt devleti kurma çabaları, kamuoyuna ülkenin “demokratikleştirilmesi” olarak sunulmuştur.  Ancak “Habur” rezaletiyle bu uygulama o zamanlar geri tepmiştir.

Ne var ki AKP hükümeti, Habur rezaletine rağmen BOP uygulamalarından tamamen vaz geçmemiştir. Nitekim AKP’nin lideri ve Başbakan Erdoğan 2013 yılının başında yeniden terörist PKK ile müzakere ederek onunla anlaşmış; PKK’nın “ateşkes” karşılığında vatanımızın Güneydoğu illerini, fiilen PKK’nın kontrolüne terk etmiştir. Bölücülük alanında hızını artıran AKP’nin ve Başbakan Erdoğan’ın en son marifeti ise, Irakta feodal bir aşiret Ağası olan Kuzey Irak Özerk Bölge Yönetim Başkanı Barzani’yi Diyarbakır’a çağırarak bizzat onun ayağına gidecek kadar düşmüş olmasıdır. Bütün bu rezaletin nedeni; emperyalistler nezdinde gittikçe gözden düşen Başbakan Erdoğan’ın,  emperyalistlerin yeniden gözüne girebilme çabası ve ülkeden yavaş yavaş çıkamaya başlayan sıcak paranın neden olduğu cari açık finansman sorununu, Irak merkezi hükümetini “es” geçerek Barzani’den temin edeceği ucuz petrolle çözme gayretleridir.

AKP hükümeti ve onun lideri Başbakan Erdoğan, Türkiye’deki 12 Eylül 1980 faşist askeri darbenin bir eseri olarak yozlaşan ve çarpıklaşan demokrasimizi kullanarak iktidara gelmiştir. Başbakan Erdoğan; bu sakat demokrasiyi ustaca kullanarak, bütün devlet organ ve kurumlarını, yargıyı ve basını da denetimi altına alarak, bazı diğer baskı ve entrika dolu yöntemlerle vs. demokrasimizi daha da sakatlayarak adeta bir yarı diktatörlük rejimi kurmuştur. Yaz aylarında bu diktatörlük; bütün yurtta yükselen ”Gezi” direnişinde göstericilere aşırı ve orantısız şiddet uygulayarak gerçek yüzünü bütün dünyaya göstermiştir.

Başbakan Erdoğan; sürekli olarak vatandaşların özel yaşamına karışmakta, onların kaç çocuk yapacağına karar vermekte, planlı olarak alkol tüketim alanlarını sınırlamakta, sanat eserlerini “ucube” olarak yok ettirmekte, tiyatroların kapatılması için çaba harcamakta, basında ve sosyal medyada dahi sansür uygulatmaktadır.

Başbakan Erdoğan; ülkemizde her türlü evrensel insan haklarını ve demokratik kuralları çiğneyerek, dini referans alan ve aşırı şiddet uygulayan bir yönetim tarzıyla adeta bir hanedanlık kurmuştur. Türkiye Cumhuriyetinde artık kurtuluş mücadelesinin ve Atatürk devrimlerinin resmi kutlama günleri dahi yasaklanabilmektedir. Atatürk anıtlarına çelenk koymak yasaktır. Resmi daire ve bankaların tabelalarından “T.C.” simgesi silinmektedir. “Andımız” “artık okullarda yasaklanmıştır. Ulusumuzun “Türk” olan adı, anayasadan dahi çıkarılmaya çalışılmıştır.

AKP; açık açık “İrticayı” artık bir tehdit olarak algılamadığını, hatta cemaat ve tarikatların her türlü irticai faaliyetlerine destek olduğunu, söylemekten dahi çekinmemektedir. Atatürkçü Cumhuriyet düşmanı gerici karşı devrimin bir siyasi örgütü olarak AKP, nihayet; gericiliğin açık bir sembolü olan “Türbanı” da, Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurtuluş mücadelesinin ateşleri içinde kurulan, tarihsel büyük devrimler için karar alıp yasa yapan Türkiye Büyük Millet Meclisine de sokarak, Atatürkçü Cumhuriyet düzenini yıktığını ilan etmiştir. Bugün hiçbir resmi sıfatı olmayan, fakat bir hanedanın hanım sultanı gibi resmi törenlerde konuşan Başbakan Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan dahi mealen “Birinci cumhuriyet iflas ettiği için, yeni bir cumhuriyet kuruluyor!” diyebilmektedir.

Dış politikada ise AKP, “Sıfır Sorun” sloganıyla işe başlamış; fakat sonuçta Mustafa Kemal Atatürk’ün ünlü “Yurtta Barış, Dünyada Barış”  ilkesini tamamen terk ederek, ülkemizin hemen hemen bütün komşularıyla ilişkilerini bozmuştur; hatta üç büyük komşu devlette Büyükelçiliklerimizin kapatılmasına da neden olmuştur!

Avrupa Birliği’ne sanki yürekten üye olacakmış gibi politika yapan AKP, gerçekte yıllarca AB ilerleme raporlarını ve AB mevzuatını, kendi Atatürkçü düşmanı iç politikasına alet etmiş; kendi istediği yasa ve düzenlemeleri, “AB böyle istiyor” veya “Avrupa Birliğinde de böyle!” argümanlarıyla kamuoyuna kabul ettirmiştir. AKP hükümeti; 1996 yılından itibaren “Gümrük Birliği Anlaşması” ile gümrüksüz mal satarak Avrupa Birliğinin güçlü emperyalist ülkelerine açık bir pazar haline getirilen ülkemize Avrupa finans sermayesinin daha fazla “sıcak para” sının gelmesi için her türlü ekonomik, siyasi ve hukuki tavizi vermiştir.

Bilindiği gibi ülkemizin ve milletimizin kurtuluş savaşlarında ve cumhuriyetimizin bekçiliğinde bir halk ordusu olarak çok büyük rol oynayan kahraman ordumuz, 1952 yılında Türkiye’nin NATO’ya üye olmasından itibaren hemen hemen emperyalist ABD’nin etkisi altına girmiştir. ABD emperyalizmi, NATO üzerinden ordumuzun yetenekli subaylarını ideolojik ve psikolojik olarak eğiterek veya diğer yöntemlerle onları etkileyerek, ordumuzun daima ABD nezdinde “Batı hayranı” olmasını sağlamıştır. Sonuçta ABD emperyalizmi; dolaylı yollardan ordumuzun üst rütbeli subaylarına bir biçimde etki ederek, bu komutanlara 12 Mart 1971 Muhtırasını, 12 Eylül 1980 faşist darbesini ve nihayet 28 Şubat 1997 tarihinde MGK’na “Laikliği Koruma Kararları” nı aldırmıştır. 28 Şubat süreci ise görünüşte “Laikliği Kurtarma” olsa da - ki bu MGK kararlarına katılan komutanların laiklik konusundaki samimiyetlerine ben yürekten inanıyorum- gerçekte rahmetli Erbakan’ın ve REFAHYOL hükümetinin yıpranmasına ve Refah partisinin bölünerek bugün ki AKP’nin kurulmasına yol açmıştır.     

Özetle, insanlık tarihinin emperyalizme ilk kafa tutarak, bağımsızlık, aydınlanma, modernleşme ve demokrasi konusunda büyük bir başarı sağlayan Kemalizm hareketi, yani Atatürkçülük ve onun eseri olan Türkiye Cumhuriyeti rejimi; günümüzde çok zor bir duruma düşmüştür. Atatürkçü Cumhuriyet rejiminin halen geçerli olan 1982 Anayasası’nın değiştirilemez temel maddelerden olan ve içeriği “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir “ olan 2. Maddesi, 11 yıllık AKP iktidarı döneminde artık pratik olarak uygulanamaz hale gelmiştir!

Mustafa Kemal Atatürk’ün “Bağımsızlık benim karakterimdir!” görüşüne karşın bugün Türkiye Cumhuriyetini yöneten ve meclis içi muhalefetini yapan büyük partilerin programını, tüzüğünü, temel politikalarını ve hatta liderlerini CFR gibi ABD emperyalist düşünce kuruluşları ve Ankara’daki ABD Büyük Elçileri belirlemektedirler. Ülkemiz, siyasi olarak ne yazık ki dışardan yönetilmektedir. Türkiye, Atatürk’ün temel düşüncelerine rağmen yeniden emperyalizme bağımlıdır.  Ülkemiz, sahte veya yeni deyimiyle çakma bir demokrasiyle yönetilmektedir.

Atatürkçülüğün eseri Türkiye Cumhuriyeti ile ilgili bütün bu tespitleri yaptıktan sonra geldiğimiz bu noktada yurtsever ilerici bütün Atatürkçülerin kafasını kurcalayan en büyük tarihi soru muhakkak ki şu olacaktır: Atatürkçü Cumhuriyet, hangi nedenlerden dolayı bu hale düşmüştür? Makalemizin gelecek bölümünde Atatürkçülüğün içine düştüğü bu durumun nedenlerini analiz etmeye çalışacağız.

 

Mehmet ÇAĞIRICI

mehmet.cagirici@politikadergisi.com

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.