Atatürkçü Cumhuriyet Rejimi; Neden Bu Hallere Düştü? (III)

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

Makalemizin bu son bölümünde asıl konumuz olan; “Neden bağımsızlığına kavuşan ülkemiz; yeniden emperyalizme bağımlı hale geldi ve yeni gelişen genç ve körpe demokrasimiz neden bu derece yozlaştı?” sorusuna yanıt aramaya çalışacağız.

M. Kemal Atatürk öncülüğünde ulusumuz, ülkemizin milli demokratik dönüşüm yönünde büyük ve köklü devrimler gerçekleştirmiştir. Ancak M. Kemal Atatürk, çok istemesine rağmen Türkiye’de köklü bir toprak reformunu yaşama geçirme fırsatı bulamamıştır. Oysa bu reform, feodalizmi aşmak açısından ülkemizin geleceği için büyük önem taşıyordu.

Günümüzde Türkiye’sinin, özellikle Doğu ve Güneydoğu illerinde yüzbinlerce topraksız köylüler; ya toprak ağalarının yanında yarı köle “Maraba” olarak ya da Çukurova, Çarşamba, Menderes vs. ovalarında tarım işçisi olarak yoksulluk içinde sürünmektedirler. Bu yurttaşlarımızı sefaletten, cehaletten ve en önemlisi aşiret ve tarikat esaretinden kendilerini kurtaracak, onları kendi kendilerinin “efendisi” yapacak devrim; bir toprak reformudur!

Topraksız köylüyü toprağa kavuşturmak, onu sadece ekonomik ve sosyal olarak refaha kavuşturmak değildir. Ayrıca toprağa kavuşan köylünün, bir vatandaş olarak ta toprak ağalarına, aşiret ve cemaatlere karşı bağımsız, özgür ve eşit bir birey olması demektir. Çünkü ekonomik ve sosyal olarak ağanın, aşiretin ve cemaatin kölesi olan köylüler, siyasi ve ideolojik olarak ta çaresiz onların dediklerini yapmak, ülkemizde demokrasi denen bu çakma rejimde onların istedikleri partileri ve adayları seçmek zorunda kalmaktadırlar. Dolayısı ile kökleri feodalizmden gelen bir toplumda köklü bir toprak reformu; sağlıklı bir demokrasinin de olmazsa olmazıdır!

Avrupa’da kapitalizm, feodalizmi genel olarak iki yöntemle aşmıştır. Fransa, Belçika, Hollanda vb. gibi ülkelerin uyguladığı birinci yol, toprak mülkiyetini ağaların tekelinden çıkaran kökten devrimci demokratik bir toprak reformudur. Almanya, Polonya, İtalya, Rusya vs. gibi ülkelerin uyguladığı yol ise topraksız köylüleri vahşi kapitalizmin acımasız rekabetinin değirmenine terk ederek, onların uzun yıllar içinde acı çekerek ve sıkıntı içinde her türlü mülkiyetten yoksun bırakılarak, ağır ağır öğütülerek işçi olmalarıdır. (Proleterleşme).

Dolayısı ile 90 yıllık tarihinde henüz toprak reformunu uygulamayan Türkiye Cumhuriyeti de şimdilik bu ikinci yolu seçmiş görünüyor. Ancak bu ikinci yol; “marabalar” gibi özgür ve eşit olamayan, ağa ve aşiretlerine mutlak itaat etmek zorunda bırakılan vatandaşlar ve Nurculuk(F. Gülen Cemaati), Nakşibendi, Süleymancılar vs. gibi tarikat şeyhlerine mutlak biat eden yurttaşlar üzerinden demokrasimizin kaliteli bir seviyeye ulaşmasına bir türlü fırsat vermiyor. Çünkü demokrasi; özgür iradeli, başı dik, onurlu ve eşit haklara sahip yurttaşların rejimidir.

Toprak ağalığı, aşiretler ve tarikatlar gibi modern toplumlardaki feodal kalıntı ve tortular; toplumda sadece demokrasiye zarar vermekle kalmıyorlar; ayrıca bu unsurlar bir ulus devlette ulusal birliğin ve ulusal güvenliğin de görünmeyen sosyal mayınları olarak işlev görüyorlar. Çünkü bu unsurlar; demokrasiyi, halka ve emekçilere özgürlük ve eşitlik tanıdığı için kendi çıkarlarına ve ayrıcalıklarına karşı görüyorlar; dolayısı ile ulusal demokratik rejimlerin aleyhine yabancı emperyalist güçlerle işbirliğine çok yatkın oluyorlar. Nitekim Cumhuriyet tarihi; neredeyse bu feodal kalıntıların, ihanet tarihidir. Bunun da ötesinde 21. yy Türkiye’sinde bile hâlâ feodalizm; sadece demokrasi karşıtlığının ve siyasi terörün kaynağı değil, aynı zamanda kan davası, töre cinayetleri, kadına karşı şiddet vs. gibi sosyal şiddet olaylarının da kaynağı ve ortamı durumundadır.  Ancak ülkemizde “irtica” ve “bölücülük” biçiminde siyasi hareketlerin dinamikleri olan, tarihten kalma bu gerici tortular; ülkemizin başına en çok emperyalizme siyasi malzeme olarak hizmet ederek bela olmaktadırlar.

Tarihte ve halen günümüzde Atatürk’ün kendilerine karşı mücadelesinde yaşanan büyük başarısını hazmedemeyen emperyalist güçler, Türkiye’yi karıştırmak, istikrarsızlaştırmak, bu güçlü ve onurlu ulus devleti bölüp parçalamak için öncellikle bu feodal kalıntılarla işbirliği yapmışlardır.; özellikle de bölücü unsurlarla! Daha I. Dünya savaşında, bu savaştan zaferle ayrılan İngiliz, Fransız ve İtalyan emperyalistleri, Osmanlı İmparatorluğu’nu çözen ve parçalayan Sevr antlaşmasında Kürtlere "kendi yazgılarını belirleme hakkı" tanıdıklarını ilan ederek onları isyana teşvik etmişlerdir. Bugün ülkemizde sözüm ona bazı devrimci sosyalist veya komünistlerin etnik Kürt milliyetçiğini meşrulaştırma argümanı olan "kendi yazgılarını belirleme hakkını"  emperyalistler yüz yıl önce talep etmişler.  Emperyalistlerle sahte solcular bu konuda tamamen aynı fikirdeler.

İngiliz emperyalistleri, petrol bakımından çok zengin olan Musul, Kerkük ve Süleymaniye bölgelerinin Türkiye’nin misakı milliye dâhil olmasına karşı çıkmışlardır. Bu nedenle1925 yılında kendisi “Nakşibendi” tarikatının feodal-etnik bir şeyhi olan Kürt lideri Şeyh Sait öncülüğünde Kürt isyanını tahrik etmişlerdir. İsyan sonucu, Milletler Cemiyeti  (Bugünkü BM) bu bölgeleri millî sınırlarımızın dışına çıkarılmasına karar vermiştir. Daha sonra bu eyaletler İngiliz emperyalizminin yarı sömürgesi durumundaki Irak'a dâhil edilmiştir. Ancak genç cumhuriyetimizin devrimci güçleri isyanı bastırarak, isyancıları ölümle cezalandırmıştır. Fakat sonuçta Şeyh Sait isyanı; ülkemiz için büyük önem taşıyan toprakların kaybına neden olmuştur.

Feodal kalıntıların genç cumhuriyete olan gerici ayaklanmaları hiçbir zaman bitmedi. 1926 yılında Soğanlı, Kızılbaşoğlu,Sori, Cilkanlı, Bilhanlı ve Cinganlı gibi aşiretler Ağrı bölgesinde Brosonlu İbrahim adamları ile birleşerek ayaklandılar.

5 Ekim 1927 tarihinde Ermeni Taşnak lideri Vahan Papazyan’ın desteğiyle bugünkü Lübnan’da Hoybûn adı altında Kürdistan'ın bağımsızlığını amaçlayan bir örgüt kuruldu. Bu hareket uluslararası, özellikle Fransız emperyalistlerinin siyasal ve diplomatik desteğini sağlayarak 1928 yılında Suriye’de oluşan Hoybûn Derneğinin de yardımıyla yeni bir isyan başlattılar. Bu grup, bugün ki PKK benzeri bir askerî örgütlenme ve donatımla Ağrı Dağına doğru giderek Hoybûn ayaklanmasını başlatmıştır. Bu grup, sadece Ağrı dağına gitmemiş, dahası giderken Bitlis, Van ve Van gölü etrafındaki çoğu yerleşim yerlerini de ele geçirmişlerdir. İsyancılar, 1930 yılında Hoybûn Derneği yardımıyla “Ağrı Cumhuriyeti” ni dahi ilan ettiler. Birçok başarısız askerî müdahalelerin sonunda Türkiye Cumhuriyeti nihayet İran’dan aldığı izinle “sınır ötesi” bir hareketle isyancıları kuşatarak, taarruza geçmiş ve Eylül 1930’da iki isyancı liderinin ölmesi ve diğerlerinin esir düşmesiyle isyan bastırabilmiştir. İsyana katılan 34 lider sonradan mahkeme kararıyla idam edilmiştir.

PKK öncesi en son ve en büyük Kürt isyanları; 1937/1938 yıllarında eski ismi Dersim bugünkü Tunceli vilayeti sınırları içinde cereyan etmiştir. Seyit Rıza liderliğinde isyana kalkan Zaza Kürtlerinin feodal aşiretleri ne yeni kurulan cumhuriyete vergi vermek istiyorlar, ne de gençlerini askere göndermek istiyorlar ve ne de merkezî Ankara hükümetinin otoritesini kabul edip onun karar ve yasalarına uymak istiyorlardı.

Merkezi feodal bir yönetime sahip Osmanlı’da eyalet ve vilayet yönetimleri “yurtluk” ve “ocaklık” adı altında oldukça âdemi merkeziyetçi idi. Bu yönetim biçimi, feodal üretim tarzının getirdiği bir siyasal yönetim biçimiydi. Çünkü her bölgenin büyük toprak ağalarının, aşiretlerinin her biri kendi başlarına bir “derebeyi” idi. Kendi topraklarında, kendi yönetimini, kendi silahlı adamlarıyla kendisi sağlamaktaydılar. Dersim isyanı; özünde eski feodal sistemin yeni ve modern devrimci merkezci cumhuriyet düzenine, demokrasiye karşı bir kalkışmasıydı. Kalkışma 1938 yılında bastırıldı. İsyanın lideri Seyit Rıza ile birlikte 6 kişi idam edildi. Dersim, feodalizmle mücadelede devrimci genç cumhuriyetin en kanlı kapışmasıdır. Bu isyanın da arakasında İngiliz emperyalistlerinin olduğu belgelerle kanıtlanmıştır.

1984 yılından beri en son Kürtçülük isyanı ise yine ABD ve AB emperyalistlerin desteğinde PKK terörüdür. Bu konu hepimizce bilinmektedir. Daha fazla ayrıntısına girmeye gerek yoktur. Ama PKK’nın ideolojisine kısa bir göz atmak, bu bağlamda yararlı olacaktır.

Aslında bir “Marksist” örgüt olarak kurulan PKK, artık Marksizm’den pek fazla söz etmese de kendisini, siyasi yelpazede, bir “sol parti” olarak satmaya devam etmektedir. Bundan amacı; sosyalizm ve soldan etkilenen özellikle aydınları ve gençleri kendi amacı için kullanmaktır. Emperyalistlerden siyasi, ideolojik ve askeri yardım alan PKK, Anadolu’nun Doğu ve Güneydoğu bölgesinde hâlâ egemen olan feodal, yarı feodal “Kürt aşiret” ağalarının silahlı savunucusu durumuna dahi düşmüştür. Hatta PKK, bu aşiretlerle bölgede fiilen iş birliği dahi yapmış ve halen de yapmaktadır.

Bu iş birliğine en güzel örnek olarak PKK’nın1979 yılında, zamanın Ecevit hükümetinin Şanlı Urfa’nın “Siverek - Hırvan” bölgesinde toprak kamulaştırarak köylüyü topraklandırma çalışmaları sırasında isyan edip jandarmayla çatışan toprak ağalarının yanında yer almasını, gösterebiliriz. PKK, değil demokratik bir toprak reformuna, basit bir toprak kamulaştırılmasına bile tahammül gösterememiştir. Bırakın sosyalizmi, hatta demokrasiyi, kendisini “sol” olarak satan bu örgüt; resmen ortaçağ artığı gerici toprak ağalığını, aşiret düzenini fiilen silahlarla desteklemiştir.

Olaylara Marksist yöntemlerle, yani “sınıfsal” açıdan baktığını iddia eden bazı sol, sosyalist, komünist parti ve örgütlerin, PKK’nın en gerici sınıfların ve toplumsal dinamiklerin yanında yer almasına rağmen, onu hâlâ ve ısrarla “ilerici” ve “sol” bir örgüt olarak değerlendirmeleri ise; akla zarar garip bir durumdur! Bu şaşkın güçler; Türkiye bağlamında “Kürt halkı” veya “Halklar” kavramlarıyla Kürt etnik kökenli yurttaşları Türk ulusundan ayrı yorumlayarak, kendileri de açıkça bölücülük yapmaktadırlar. Bu solcular ve sosyalistler; tarihsel ve nesnel olarak ulus olamamış Kürt etnik halk grubuna ulus muamelesi yaparak, yani bu etnik halk grubuna “Kendi Kaderini Tayin Etme” hakkı tanıyarak akılları sıra bölücülüklerine de bilimsel kılıf geçirmeye çalışmaktadırlar.

Oysa sınıfsal açıdan; çağımızda burjuvazinin en gerici, en çürümüş, en asalak, en saldırgan tekelci finans kapital kesiminin sistemi olan emperyalizme karşı mücadele, tarihsel olarak Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı milli birlik ve bütünlük içinde verilen antiemperyalist milli (ulusal) bir mücadeledir! Bu mücadele milli olduğu kadar sınıfsaldır; çünkü emperyalizme karşı bağımsızlık, özgürlük ve demokrasi mücadelesinde başarı ancak; başta işçi sınıfı olmak üzere, bütün emekçi kesimlerin, gençlerin ve ulusal burjuvazinin ittifakıyla elde edilebilir. Milli mücadele, milli sınıfların ortak mücadelesidir. Yani genel anlamda ulusal bağımsızlık mücadelesi; ulus devletlerin emperyalizmle işbirliği yapmayan tüm sınıf ve katmanlarının küresel tekelci sermaye sınıfına karşı ortak özgürlük mücadelesidir. Antiemperyalist, bağımsızlık mücadelesinin Marksist açıdan değerlendirilmesi, yani sınıfsal özü budur.  Kürt kökenli yurttaşlar Türk ulusunun parçasıdır; emperyalizme karşı Türk ulusu içinde hiçbir etnik veya mezhep ayrımı yapmadan mutlaka birlik içinde mücadele edilmesi şarttır!

Şimdi eğer biz geçmişten, tarihten ders çıkarmak istiyorsak, bence bütün bu yukarıda anlatılan “Kürt” isyanlarından aşağıdaki şu dersleri çıkarmak zorundayız:

  1. Çıkan tüm Kürt isyanlarının organizatörleri, destekçileri, provokatörleri, tahrikçileri ve azmettiricileri hep Türk ulusuna dışardan müdahale eden emperyalist güçler olmuştur. Emperyalizm; bu isyanları Cumhuriyeti ve devrimlerini zayıflatmak, Türkiye’den intikam almak, Türkiye’yi bölüp parçalamak için çıkarmıştır. Çünkü emperyalizm, sonuçta Türkiye’nin içinde bulunduğu Ortadoğu bölgesini kendi kontrolü altına almaya çalışıyor.
  2. Cumhuriyet tarihinde isyanların başarıyla bastırılmasındaki denenmiş ve doğruluğu tarihsel olarak kanıtlanmış tek yol; meşru ve hukuki bir zeminde,  şiddeti tekelinde bulunduran devletin, isyancılarla diyalog kurması değil,  isyancılara karşı mutlak otorite ve gücünü kullanarak, kararlı ve dirayetli bir biçimde amansız olarak mücadele etmesidir.
  3. Terör ve isyanlara karşı yukarıdaki 2. Maddede adı geçen siyasi, hukuki, diplomatik ve askeri mücadele araçların yanında terör ve isyanların bir daha yinelenmemesi için de sosyal-ekonomik önlem olarak; feodal toprak ağalığının, aşiret ve cemaat düzeninin demokratik bir “toprak reformu” ile mutlaka tasfiye edilmesi şarttır.

***

M. Kemal Atatürk’ün artık olmadığı II. Dünya savaş sonrası Türkiye’sinde CHP içinde “Köylüyü Topraklandırma Kanunu” tartışmalarında feodal toprak ağalık çıkarlarıyla demokratik burjuva çıkarları arasındaki çelişkiler, siyasi olarak iyice su üstüne çıkmıştır. Kendisi Ege'de büyük bir toprak ve arazi sahibi bir aileden olan Adnan Menderes, 1945 yılında çıkan Toprak Reformu kanunundan sonra Bayar, Koraltan ve Fuat Köprülü ile birlikte ünlü Dörtlü Takrir' i vererek çıkarlarına ters düşen bu yasa nedeniyle CHP yönetimine başkaldırmıştır. Bunun üzerine CHP'den atılan bu dört siyasetçi, Demokrat Partiyi kurmuşlardır. Böylece Türkiye, ister istemez çok partili demokrasiye geçmiştir. Yani çok partili rejime geçişimizin temel nedeni; gerici, feodal kalıntıların, toprak ağalarının bir anlamda cumhuriyetle hesaplaşmasıdır.

Tarihin acı cilvesi olarak Türk demokrasisinin çok partili rejime geçişi, temelden toprak reformuna karşı olan Demokrat Parti’nin kuruluşu dolayısı ile Türk burjuvazisinin ülkedeki kadim Toprak ağalarıyla yeni bir ittifakın koşullarını yaratmıştır. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan feodal aşiretlerin esaretindeki marabaların ve cemaatlerin oylarını zahmetsiz, kampanyasız, karşılığında hiçbir yükümlülüğe girmeden, toptan alabilmek, onları her seçimde hazır bir “oy ambarı” olarak kullanmak; işbirlikçi burjuva-feodalizm ittifakının temel motivasyonu olmuştur. Artık Toprak Reformuna hiç mi hiç ihtiyaç kalmamıştır. Çünkü çok partili demokratik rejimde bir kaç düzine aşiret reisi (ki CHP milletvekili Kamer Genç’e göre bölgede 55 büyük toprak ağası aşiret vardır), toprak ağası veya cemaat lideriyle yapılan bir siyasi ittifakla bölgenin siyasi kontrolü tamamen büyük siyasi partilerin denetimindedir. Yapılacak tek şey, seçimlerde bölgeden birkaç ağa veya aşiret mensubunu aday göstermek ibaret olacaktır. Ne kadar kolay bir demokrasi; değil mi?

Günümüzde AKP hükümetinin F. Gülen (Nur cemaati), Nakşibendi cemaati vs. gibi cemaatlerle nasıl içli dışlı oldukları, iktidarı paylaştıkları, zaman zaman paylaşım kavgası yaptıkları herkesçe çok açık olarak görülmektedir. Son dönemde ülkemizde değişen dünya güçler dengesini yansıtan bu iktidar paylaşım kavgası, son derece kızışmıştır. Öte yandan tarihi gerçekler gösteriyor ki Toprak meselesi ile Türkiye’nin yeniden emperyalizmin kucağına itilmesi sorunu arasında organik ve tarihi bir bağ vardır. Bu bağ; ortaçağ artığı toprak ağaları ile emperyalizmin ve onun sanayide, finans sektöründe, ticaretteki yerli işbirlikçilerinin kurdukları ittifak; Atatürkçü modern ve devrimci cumhuriyete karşı kurulmuş ortak bir düşmanlıktır.

***

Türkiye Cumhuriyeti’nde Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşadığı dönem; emperyalizmden ve gerilikten kurtuluş ve devrim ve reformlarla bağımsız, modern ve demokratik bir devlet ve toplum kurma aşamasıdır. Bu aşamada devrimlerin temel hedefiÇağdaş Uygarlıktır”. Her ne kadar bir rivayete göre Atatürk, devrimci fikirleriyle kökten dönüştürdüğü Türk toplumundan “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olarak bahsetmiş olsa bile, o günün koşullarında ülkemiz için sosyalizm hedefi; hem objektif hem de sübjektif olarak olanaksızdır. Çünkü Türkiye’de o zamanlar nesnel olarak gelişmiş bir kapitalizm, dolayısı ile güçlü bir işçi sınıfı henüz oluşmadığı gibi, öznel olarak ta sosyalizm bilinci toplumda, birkaç sosyalist aydının dışında henüz çok çok zayıftır!

Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde işgalci emperyalist güçlere ve ordularına karşı verdiğimiz kurtuluş mücadelesinde bize en çok maddi ve manevi yardımı, dünyada Rusya’nın 1917 Ekim ayında iktidara gelen Lenin’in önderliğindeki Moskova’daki sosyalist işçi hükümeti yapmıştır. Lenin, 1917 devrim öncesi Çarlık orduları tarafından Doğu Cephesinde işgal ettiği Osmanlı topraklarından, yani Türkiye’nin Doğu cephesinden askeri güçlerini çekerek ve de 1921 yılında TBMM ile Kars Antlaşması imzalayarak, kurtuluş mücadelesi veren milli güçlerin bütün askeri gücünü batı ve güney cephelerinde toplanmasına olanak sağlamıştır. Bunun dışında devrimci sosyalist Leninci hükümet;  Ankara hükümetline silah, cephane, askeri teçhizat ve altın vererek maddi olarak ta desteklemiştir.

II. Dünya savaşında faşist Hitler’in orduları; hiçbir neden olmadan, SSCB’ne saldırarak topraklarını 1941-1945 arası işgal altında tutmuştur. Faşist orduları; işgal altındaki Sovyet topraklarında tarihin görmediği vahşeti uygulayarak işgal bölgesinde bulunan kent, köy kasabaların üçte birini yakıp yıkmış; milyonlarca masum insanı vahşi şekilde katletmişlerdir. Sovyetler, bu haksız ve hukuksuz savaşta sivillerle birlikte 24 milyonun üstünde vatandaşını kaybetmiştir. Yine savaş sonrası açılan uluslararası Nürnberg Askeri Ceza mahkemesinin resmi tespitlerine göre Sovyetlerin savaştaki maddi kaybı 679 milyar ruble ( Savaş sırasında 1 Ruble = 4 $ olduğuna göre) aşağı yukarı 2,7 trilyon dolar olmuştur.

SSCB’nin yönetiminin ve Stalin’in II. Dünya savaşında genç Türkiye Cumhuriyeti’nden beklentisi, Hitler ordularına karşı doğuda yeni bir cephe açarak, Sovyet kızıl ordusunun yükünü hafifletmesidir. Ancak bilindiği gibi, İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu bu dönemde Türkiye’nin savaş politikası, savaşa tarafsız kalmak olmuştur.

Aynı dönem içinde Türkiye’de sol, sosyalist, komünist parti ve kişiler ve özellikle aydınlar üzerinde olağanüstü baskılar uygulanmıştır. Nazım Hikmet gibi dev bir komünist şair bile yıllarca sırf komünist düşüncelerinden dolayı hapislerde yatırılmıştır. Hikâye yazarı devrimci Sebahattin Ali ise yine aynı dönem içinde gizli polis teşkilatının kurbanı olmuştur.

Atatürk’ün ölümünden sonra ve özellikle II. Dünya savaşı süresince Türkiye’de gericilik giderek ağırlık kazanmıştır; çünkü Atatürkçü cumhuriyet düzeni artık toplumsal yönünü sosyalizme değil, kapitalizme çevirmiştir. Atatürk’ün genç ulus devleti artık bu dönemde belirgin bir biçimde emperyalizmle mücadeleyi bırakmış; hatta zamanın süper emperyalisti ABD ile işbirliği için görüşmeler yapmıştır.

II. Dünya savaşından zaferle çıkmayı başaran SSCB ve Stalin; Türkiye’nin, Sovyet Kızıl Ordularının yanında Faşist Hitler ordularına karşı savaşa girmemesine çok kızmış; 1945 yılında Türkiye’ye karşı, “Kars Antlaşmasının iptal edilmesi”, “SSCB’ne Boğazlarda Serbest Geçiş Hakkı” vs. gibi taleplerle Türkiye’nin egemenlik haklarını açıkça çiğneyen ağır bir baskı kurmuştur. Sovyetlerin bu diplomatik baskısı ve ülkede II. Dünya savaşı sırasında 4-5 yıl süren savaş ekonomisinin ağır yıkımını atlatmak için zamanın Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, 1947 yılında artık emperyalist dünyanın lideri konumuna gelen ABD ile dönemin ABD Başkanı Truman’ın doktrini çerçevesinde işbirliği antlaşması yapmıştır.

Daha sonra Toprak Reformuna karşı çıkarak yeni bir parti kuran, içerde Doğu’daki aşiret, cemaat ve tarikatlarla seçimlerde oy için siyasi işbirliğine giren DP, 1950 yılında iktidara gelerek genç cumhuriyetin Atatürk’ten miras kalan bağımsızlık mücadelesine ağır bir darbe indirmiştir.  İktidardaki DP, ABD’ ile yapılan bu antlaşma kapsamında emperyalistlerden Marshall planı dâhilinde mali yardım dahi almıştır. DP yönetimi, 1952 yılında Türkiye’yi NATO’ya üye yapmak amacıyla emperyalizme sadakat sınavı için718 şehit verdiğimiz Kore’deki iç savaşa asker göndermiştir.

***

Özetle II. Dünya savaşı sonrası başlayan emperyalizmle işbirliği süreci en son 11 yıllık AKP iktidarı ile zirve yapmıştır. 2002 Kasım ayında ortaçağ artığı feodal toprak ağalığı, cemaatler, emperyalizm ve yerli emperyalist işbirlikçisi büyük sermaye, bölücüler ve gericiler el ele AKP’yi iktidara taşımışlardır, AKP de iktidar olduğu dönemde Atatürkçü Cumhuriyet rejimine en büyük darbeyi vurmuştur. Ama Atatürkçü Cumhuriyet henüz tam yıkılmamıştır. Bunun en açık işareti, bütün çabalarına rağmen gericilerin ve bölücülerin istedikleri yeni anayasayı yazamamış olmalarıdır!

Elbette henüz her şey bitmiş değildir! Yurtsever Atatürkçü gençliğimiz, işçi sınıfımız, topraksız köylüler, doğasever insanlarımız, çilekeş ve vefakâr halkımız mücadelenin göbeğindedir. Son iki yıldır bu yurtsever, doğasever, özgürlükçü ve bağımsızlıkçı, çağdaşlaşma ve demokratikleşme mücadelesi olağanüstü büyümüştür. 2013 yılı Haziran ayındaki bütün dünyaya örnek olan şanlı “Gezi” ayaklanması artık 11 yıllık AKP iktidarının kimyasını bozmuştur.

Emperyalizm, son yıllarda çok zayıflamış; dünya ve özellikle Ortadoğu halklarının mücadelesi sonucu iyice gerilemeye başlamıştır. Emperyalizmin BOP’ u Mısır’da yenilmiş, Suriye’de tıkanmıştır.  Emperyalizm; Ortadoğu’dan geri çekilirken geriye kaotik ve parçalanmış bir Ortadoğu bırakmak niyetindedir. AKP’nin yolsuzluk ve rüşvet suçlarını kullanarak ve de Gülen cemaatinin etkin olduğu Türk polis teşkilatı ve Türk yargısı üzerinden bir zamanlar kendisinin iktidar yaptığı ve iktidarda 10 sene tuttuğu Başbakan Erdoğan’ı siyasi olarak harcayarak AKP iktidarını kurtarmaya çalışmaktadır. Ama nafile!

Ülkemizin tam bağımsız, başı dik ve onurlu olabilmesi, gerçekten demokratikleşmesi için, öncelikle ABD ve AB ile ilişkilerimizin ulusal hak, egemenlik, onur ve toprak bütünlüğümüze saygı temelinde yeniden düzenlenmesi, başka bir ifadeyle normalleştirilmesi şarttır. Bu görev ancak, ulusal demokratik güçlerin birliği ile başarılabilir.

Ülkemizde ulusal demokratik nitelikli bir hükümetin oluşmasının nesnel ve öznel koşulları giderek olgunlaşmaktadır. CHP, MHP, İP ve hatta AKP içindeki dürüst demokratlar ile çeşitli işçi sendikaları, TGB, ADD, ÇYDD vs. gibi değişik emekçi, kadın ve gençlik örgütleri içindeki yurtseverler; kurulacak bir milli demokratik hükümetin temel dinamiklerini oluşturmaktadır.

Geleceğin milli(ulusal) hükümeti; Atatürkçü ilkeler temelinde, demokratik kurallar çerçevesinde ulusal demokratik devleti sil baştan yeniden inşa ederek, ABD, AB ile ilişkilerimizi normalleştirerek ve de köklü, adil ve demokratik bir toprak reformu ile de Atatürkçü devrimleri tamamlayarak ülkemizin tam bağımsız ve gerçekten demokratik olmasını sağlayacaktır.

Yaşasın “Tam Bağımsız” ve “Gerçekten Demokratik” Türkiye!

 

Mehmet ÇAĞIRICI

mehmet.cagirici@politikadergisi.com

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.