Bilimsel Sosyalizm ve Kemalizm (Atatürkçülük) (VIII)

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

Geçen bölümde; insanlık tarihinin emperyalizme karşı ilk başarılı ulusal kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesini veren, demokrasisinin temellerini atan Türkiye’nin nasıl Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra adım adım yeniden emperyalizme bağımlı hale geldiğinin ve genç demokrasisinin çeşitli maceralardan sonra tamamen yozlaştırıldığının tarihçesine kısaca değinmiştik.

Bu tarihçeyi okuyan bir okuyucu, “Tarih bir tekerrür mü?” sorusunu haklı olarak sorabilir! Çünkü biz, ülkemizin cumhuriyet tarihine, ülkemizin emperyalizme olan bağımlılığı ile başladık; bağımsızlık mücadelesini başardığımız hal de sonunda bu tarihsel gelişimi, yine emperyalizme bağımlı bir duruma düştüğü tespiti ile noktaladık.

Bence tarih, ilk bakışta tekrarmış gibi görünse de tekrar değildir. Ebette bazı toplumsal koşullar, özellikler ve ilişkiler, toplumun tarih içindeki gelişiminin çeşitli aşamalarında tekrarlanmaktadırlar. Fakat toplumun kendisinin; bir bütün olarak ele alındığında, daima ileriye ve yükselen bir biçimde geliştiğine, tanık oluyoruz. Bu bağlamda ülkemiz Türkiye; evet, emperyalizme yeniden bağımlı bir konuma düşmüştür; fakat artık Türkiye, o eski gelişmemiş, her bakımdan oldukça çağının gerisinde kalmış bir Türkiye değildir. Ülkemiz; bütün toplumsal sorunlarına rağmen, cumhuriyet döneminde ekonomik, teknik, hukuki, siyasi, demokrasi bilinci vs. gibi her toplumsal alanda büyük gelişmeler kaydetmiştir.

2003-2012 yılları arasında, TÜİK verilerine göre Türkiye’nin kişi başına düşen Gayri Safi Milli Geliri; dolar bazında üç misli, TL bazında iki misli artmıştır. Türkiye, dünya güçlü ekonomiler sıralamasında 18. Sırada yer almaktadır.

Fakat felaket olan durum, ülkemizde gelir dağılımının son derece dengesiz ve adaletsiz olmasıdır. Tüketici Hakları Derneği rakamlarına göre Türkiye’de 15 milyon kişi açlık sınırının altında,  45 milyon kişi ise yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır.

Daha da kötüsü; ülkemiz Türkiye’nin, İnsan Haklarının Korunması, Kadın Haklarında Eşitlik, Bağımsız Yargı, Basın Özgürlüğü ve diğer özgürlükler ve Demokrasi vs. gibi uygarlığın temel ölçüleri olan konularda ne yazık ki dünya çapındaki kıyaslamalarda 70. sıranın üzerine çıkamamasıdır.

Öte yandan AKP iktidarı döneminde küresel malî sermaye tarafından 2003-2010 yıllarını kapsayan 8 yılda, şirketlerin kâr aktarımı, faiz ödemeleri ve portföy yatırımları aracılığıyla, Türkiye’den yurt dışına götürdüğü net kâr transferi, 54 milyar dolara ulaşmıştır (Link = http://ekonomi.milliyet.com.tr/yurtdisina-kar-transferi-8-yilda-54-milya...). Bu emperyalist sömürünün yanında asıl tehlike, Türkiye’nin yatırım ve finans kaynaklarının, büyük ölçüde yabancıların ellerinde olmasıdır. Yani yabancı sermaye, istediği her an Türkiye’de bir finans krizi yaratabilir. Dolayası ile Türkiye, her an için yabancı emperyalist şantajı altındadır.

Bu bağlamda ülkemizin emperyalizme olan bağımlılığı, Türkiye’nin dünya toplumsal ilişkiler içindeki pozisyonu açısından, olağanüstü önem taşımaktadır. Çünkü ülkemizin dünya toplumsal ilişkiler ağı içinde bulunduğu pozisyonunu doğru saptamamız, bundan sonra ulaşmak istediğimiz yeni hedefin ne olduğunu bilmemiz ve bu hedefe ulaşmak için mücadelenin hangi koşullarda yapılacağını gerçekçi olarak değerlendirmemiz için büyük bir önem kazanıyor.

Şimdiye kadar ülkemizin yapısı ve durumu ile ilgili yaptığımız bütün analizlerden elde ettiğimiz sonucu, özet olarak ifade edersek; Türkiye, kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra, onun çizgisinden sapmış; yeniden bağımlı hale gelmiştir. Önümüzdeki temel görev, ülkemizi yeniden Kemalizm’in rotasına sokmaktır.

Kısaca Türkiye, emperyalizme bağımlı, gelişmekte olan, alt ve üst yapısında büyük ölçüde kapitalist sistemin egemen olduğu, fakat feodal yapıların, ilişkilerin ve kültürün de yer yer kapitalizmle karışık ve melez bir biçimde rol oynadığı bir ülkedir.

Yazı dizimizin bu son bölümde; AKP iktidarı döneminde hangi somut politikalarla ülkemizin emperyalizme daha da bağımlı hale geldiğini ve ülkemizde demokrasinin ana sorunlarının ne olduğunu ve bu sorunlara dair çözüm önerilerine yer vereceğiz.

***

Önce teorik bir yaklaşımla çok kısa olarak, devlet kavramına bir göz atalım. Çağımızda emperyalist devletler, kendi ulus devletlerini ve emperyalist ulusalcılıklarını her türlü olanaklarla güçlendirirlerken; kendilerine bağımlı, yeni sömürge, az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin ulus devletlerini ise zayıflatmak ve parçalamak için ellerinden gelen hiç bir çabayı esirgememektedirler. Elbette; emperyalistlerin bu egoist politikaları, onların emperyalist çıkarları gereğidir. Bu bağlamda dikkat edilirse, gerek toplumsal yaşamda ve gerekse uluslararası ilişkilerde devlet kavramı çok büyük bir rol oynamaktadır

Prensipte “egemen sınıfın ezilen sınıfa karşı bir iktidar ve baskı aracı” olarak tanımlanan Leninci devlet anlayışı, birçok Leninci devrimci tarafından yaşanan somut koşullar dikkate alınmadan, soyut ve teorik olarak yorumlamaktadır. Fakat her teori, ancak somut koşullarda gerçek içeriğine ve anlamına kavuşur.

Dikkat edilirse Leninci devlet tanımının özünün, egemenlik olduğu görülür. O halde günümüz koşullarında her bir somut devletin sınıfsal egemenlik içeriği farklı olduğuna göre, Leninci devlet teorisi de zamanımızda emperyalist devlet, sosyalist devlet, kapitalist devlet, işbirlikçi devlet, halkçı devlet ve ulusal devlet gibi sınıfsal ve ulusal egemenliğin içeriğine bağlı olarak farklı kategorilerde somutlaşmaktadır. 

Ulusal bağımsızlıklarını siyasi olarak elde etmiş olan uluslar; işçi, köylü, esnaf, ulusal burjuvazi olarak, yani çeşitli sınıfların birlikteliği ve ortaklığı biçiminde bir ulus olarak kendilerini güçlü emperyalist devletlere karşı ancak, koalisyon içinde ulusal birlik ve dayanışma ile, kendi ulusal devletlerine sahip çıkarak, koruyabilirler.

Bugün nasıl bir kapitalist ülkede işçi sınıfının sendikal örgütleri, emekçilerin sermayeye karşı sosyal haklarını korumada çok büyük bir rol oynuyorsa; en az onun kadar, güçlü emperyalist devletlerin kıskacında olan genç, az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin ulus devletleri de bu uluslar için emperyalizme karşı ulusal çıkarlarını korumada en etkili bir savunma silahıdır.

Lenin’in “Devlet” kavramını soyut olarak ezbere değerlendirenler, yaşadığımız somut dünyada bağımsızlıklarına kavuşmuş az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin ulus devletlerinin güçlü emperyalizme karşı bu ilerici ve devrimci işlevini, ne yazık ki pek kavrayamıyorlar. Devlet kavramı bağlamında onlar sadece, ulus içi burjuvazinin işçi sınıfı karşısındaki üstün ve avantajlı durumunu göz önünde tutuyorlar. Oysaki bu ulusların emperyalizmle olan çıkar çelişkileri, ulus içi sınıf çelişkilerine göre bu ulusların gelişmelerinde ve ilerlemelerinde çok daha belirleyici bir rol oynadığı nesnel bir gerçektir.  

Özetle Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde antiemperyalist ulusal kurtuluş mücadelesinin ateşleri içinde oluşan Türkiye Cumhuriyeti devleti, emperyalizme karşı tam bağımsız ve demokratik bir ulus devlet olarak kurulmuştur. Fakat Atatürk’ün ölümünden sonra zamanla Kemalist bir karakter taşıyan ulusal egemenlik temelindeki Türkiye Cumhuriyeti devleti artık; ne yazık ki özellikle de AKP iktidarı döneminde, ülkemize egemen olan emperyalizm işbirlikçisi holdingci büyük sermaye ve büyük toprak ağalarının ortaklaşa kullandığı gerici bir devlet haline dönüşmüştür.

*** 

AKP iktidarında Türkiye, ekonomik ve finansman bakımından tam anlamıyla emperyalizme daha bağımlı hale gelmiştir; Çünkü

  • 79 yıldır bütün cumhuriyet hükümetlerinin yarattığı kamusal büyük tesis ve işletmeler, daha çok küresel yabancı sermayeye peşkeş çekilerek özelleştirilmiştir.
  • Türkiye’nin ekonomik büyüme modeli, iktisadi konjonktürünün iniş ve çıkışları, yatırımların finansmanı, iç tasarruftan çok dış sermaye ithalatına, borçlanmaya ve kısa vadede de yurt dışına kaçabilecek “sıcak para” giriş çıkışlarına bağlanmıştır. Dış borçlanma oranı giderek artmaktadır. Bugün son durumda, ülkeye giren yabancı sermayenin üçte ikisi borçtur.
  • Türkiye’nin ekonomisinin nabzı, beklentisi veya bir anlamda kriz yaratma yetkisi, yabancı uzmanların keyfine bırakılmıştır. Özellikle ABD emperyalizminin denetiminde olan IMF, Dünya Bankası, Moody, Standart & Poor’s ve Fitch Rating gibi kredi derecelendirme ve uluslararası Rating(tahmin) kuruluşlarının finans uzmanları, Türkiye’nin ekonomik durumunu değerlendiren ve kredibilite notunu veren, daha doğrusu Türkiye’nin dış finansman dünyası ile yabancı sermaye trafiğini yöneten çevrelerdir. Finans araçları, bir ekonominin kan dolaşımıdır. Artık Türkiye’nin ekonomik kan dolaşımı, yabancıların eline geçmiştir.
  • Ulusal ve stratejik büyük önem taşıyan TELEKOM, TÜPRAŞ, PETKİM, büyük hava ve deniz limanları vs. gibi tesis ve kurumlar, yabancı şirket ve konsorsiyumlara devredilerek, ekonominin ana arterleri de yabancılara devredilmiştir.
  • Enerji konusunda her zaman dışa bağımlı olan ülkemiz; AKP döneminde enerji alanında da dışa bağımlılık, zirve yapmıştır.
  • Ulusal Türk Lirasının Kur değeri, özellikle Dolar ve Avro karşısında serbest piyasada tamamen küresel finans sermayenin spekülasyon ve manipülasyonuna terk edilmiştir.
  • AB ile yapılan “Gümrük Birliği” anlaşması, Türkiye’nin ithalatını kolaylaştırırken, “Üçünce ülke koşulu” nedeniyle ihracatını zorlaştırmaktadır; bu da ülkenin cari açığının büyümesinde büyük bir etkendir. Ayrıca Türkiye, Avrupa Birliğine tam üye olunmadığı halde, ulusal egemenlik haklarından tek yönlü olarak çeşitli tavizler vermek durumunda bırakılmıştır.
  • Tarıma destek kasıtlı olarak azaltılmış; böylece tarımda ve hayvancılıkta da ülkemizde üretilebilecek birçok tarım ürünlerinin ve et ürünleri dışardan ithal edilmesi durumuna düşülerek, bu alanda da dışa bağımlılık son derece artmıştır. Nüfusumuzun üçte birini oluşturan köylülerimiz adeta yıkıma uğratılmıştır;
  • Ulusal bankaların yarısı yabancı sermayenin, İstanbul Gayri Menkul borsasının % 70’ı yabancı sermaye fonlarının eline geçmiştir.
  • Ülkenin maden ocakları ve Türkiye’de petrol arama yetkisi nerdeyse tamamen yabancı şirketlerin tekeline teslim edilmiştir.
  • Türkiye’nin ormanları, sahilleri, meraları, cennet yeşillikleri adeta talan alanına çevrilerek yerli-yabancı özel rant ve kâr çevrelerine devredilmektedir.
  • Ülke de mütekabiliyet(karşılıklı olma) koşulu olmaksızın, tek taraflı olarak ülke arazileri ve taşınmazları yabancıların satın alımına sunulmuştur.
  • 11 yıllık AKP yönetiminde üretime yönelik hiçbir ciddi ve büyük bir sanayi tesisi kurulmamıştır. İthalat körüklenmiştir.

Kısaca neredeyse 11 yıllık AKP iktidarında; ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginlikleri ve değerleri, adeta cennetin anahtarı gibi, yabancı ve yerli azgın sermayedarlara teslim edilmiştir.

Yabancı ve tekelci büyük sermayenin “Çalışma Yaşamında Esneklik” talepleri; taşeronluk, sendikasızlaştırma, toplu sözleşme alanlarının daraltılması gibi işçi ve emekçi düşmanı bir dizi uygulamalarla da güvencesiz ve kuralsız çalışma koşulları, işçi sınıfımıza ve emekçilerimize dayatılmıştır.

Ülkenin ordusu ve güvenliği, NATO üyeliği üzerinden, emperyalist merkez ülkelerin çıkarlarına uygun kararlara teslim edilmiştir. AKP iktidarı, daha çok ABD veya AB devlet Başkanlarının veya önde gelen siyasetçilerinin ağızlarına bakarak dış politikasını uygulamaktadır. AKP hükümeti; dış politika da KemalistYurtta Sulh, Dünyada Sulh” ilkesini terk ederek, komşu devletlerle ilişkileri iyice bozan, hatta onların iç işlerine doğrudan müdahale eden bir konuma düşmüştür.

AKP iktidarının liberal politikalarla Türkiye’yi emperyalist sisteme bağımlı ve muhtaç etmesinin yanında; hukuk, eğitim ve sağlık alanların da ulusal karakterli çözümleri terk ederek bu alanları da ticari bir felsefe ile düzenlemektedir. Özellikle eğitimde; Kemalist bilime ve akla dayanan bütünlüklü milli eğitim sistemi tasfiye edilerek, yerine ezberci, yeni kuşaklara itaatkârlık ve biat aşılayan, düşünce tembeli yeni kuşaklar yetiştirme maksadıyla dini ve inancı ön plana çıkaran bir program (4+4+4 gibi) uygulanmaktadır. Başbakan Erdoğan, Atatürkçü cumhuriyete “kin” duyan “çakma dindar” kuşaklar yetiştirmeye adeta yemin etmiştir.

11 yıllık AKP iktidarının en tehlikeli, en riskli politikası ise, on binlerce masum yurttaşımızın katili, yurdumuza milyarlarca dolar zarar veren, bölge insanlarını canından bezdiren azılı teröristlerle “Barış” ve  “Çözüm” sloganı altında uzlaşmasıdır. Başbakan Erdoğan, bölgede emperyalist bir proje olan Büyük Ortadoğu Projesinin bizzat eş başkanıdır. BOP’ un bölgede ulaşmak istediği ana amacı ise Irak, Suriye, İran ve Türkiye’yi bölerek ikinci bir İsrail devleti gibi bir Kürt devletinin kurulmasıdır.

Büyük Ortadoğu Projesi(BOP), AKP hükümetinin PKK ile ortaklığı ile “demokrasi” kisvesi altında “Kürt Sorunu” denen sorunun çözümü imiş gibi ülkemizde adım adım uygulanmaya sokulmuştur. AKP iktidarının ne denli demokrat olduğu; 11 yıllık iktidar uygulamaları, en son “Gezi Parkı” direnişine karşı uyguladığı gaddar ve vahşi polis şiddetiyle ve hukuksuz yargı yoluyla bastırmaya çalışması ile ortadadır. Başbakan Erdoğan, ülkeyi bölünmeye götüren bu projenin propagandasını yapmak ve halkı bu projenin uygulanmasında aklınca kandırmak üzere “Akil İnsanlar” heyetini yurdun dört bir köşesine göndermiş; “Akil İnsanlar” ise ülkeyi bölünmenin eşiğine taşıyacak olan PKK’nın bütün taleplerini rapor halinde metinleşerek kamuoyuna sunmuşlardır.

Ancak Başbakan Erdoğan’ın terörist PKK ile “Kazan Kazan“ veya “Al Gülüm ver Gülüm” politikası, aslında tam bir çıkmazdır. Çünkü AKP; her ne kadar yasamaya, yürütmeye ve yargıya tamamen hükmedecek durumda olsa bile, yandaş basın kendisine bu alanda borazanlık yapsa bile; hukuksuz, keyfi ve despot bir yönetim tarzı uygulasa bile; ülkeyi bölme, ulusal egemenliği bölgesel olarak paylaşma konusunda PKK’ya taviz verme niyetiyle yapacağı her girişiminde; karşısında, yurtsever gençliğimizi ve halkımızı bulmaktadır! Yani bir yandan Erdoğan’ı PKK, taviz için zorlarken, diğer yandan Türk milleti Erdoğan’ı frenlemektedir. Arada Erdoğan, kelimenin tam anlamıyla sıkışmış; kalmıştır.

AKP döneminde Türkiye artık, ekonomisi ile üretici güçleriyle, iç ve dış siyasetiyle, ordusuyla büyük ölçüde mazlum ülkelerin yanında değil, emperyalizmin bölgedeki çıkarlarını koruyan, onun bir yardımcısı, onun bir taşeronu durumuna düşmüştür. Bu hepimiz için bir utanç vesilesidir.

Türkiye, yeniden tam bağımsızlığına özgürlüğüne ve ulusal onuruna;  Atatürkçü ilkeler ışığında bütün demokratik ulusal güçlerin katılabileceği geniş bir koalisyon hareketiyle kavuşabilecektir. Önümüzdeki ana görev, ulusal demokratik bütün güçlerin birliğini sağlayarak, iktidara taşımaktır. Sloganımız; “Birleşe Birleşe Kazanacağız!” dır.

Ekonomi ve finansman alanında ülkemiz, yeniden bağımsızlığına; Kemalizm’in Devletçilik ve Halkçılık ilkelerini, Devrimci bir yöntemle uygulamasıyla kavuşacaktır. Buna göre; stratejik büyük önem taşıyan tüm sanayi ve finans işletmeleri; yeniden kamulaştırılarak, demokratik kamu yönetimi ve denetimine devredilmesi gerekmektedir. Ülke, her alanda hızlı bir biçimde tasarruf önlemleri alarak; yerli kaynaklarla üretime yönelik planlı bir ekonomi uygulamak zorundadır. Özellikle enerji sektöründe tasarruf önlemleri derhal alınmalıdır. Ulusal tarım ve hayvancılık, kamusal olarak desteklenerek bu sektörler yeniden mutlaka canlandırılmalıdır.

Ülke ekonomisinin yeniden ulusal ve bağımsız bir yapıya kavuşması için ulusal demokratik güçlerin ortaklaşa kurduğu bir hükümete acilen ihtiyaç vardır. Kemalist ilkeleri uygulayarak Türkiye’yi yeniden Kemalist rotaya sokacak, ülkemizi bağımsız, özgür, her alanda kalkınan, başı dik ve uluslararası toplumun saygın bir üyesi olarak dünyadaki yerini alabilmesinin ön koşulu, ancak böyle bir hükümetin iktidar olması ile olanaklıdır!

***

Emperyalizme karşı bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinde ilk büyük başarı sağlayan ülkemizin nasıl yeniden emperyalizme bağımlı duruma düştüğünü yukarıda ayrıntılarıyla tespit ettik. Fakat emperyalizme bağımlılığın daha da dramatik bir başka yönü var ki o da ülkemizdeki demokrasinin bu bağımlılık nedeniyle büsbütün yozlaşıp sakatlanmış olmasıdır.

Günümüzde ülkemizde uygulanan demokrasinin çarpık ve sakat olmasının nedeni, daha çok 12 Eylül 1980 askeri faşist döneminin hala yürürlükte olan yasal düzenlemeleridir. Bilindiği gibi 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi, ABD emperyalizminin bir tertibidir. 12 Eylül 1980 sorası iktidar olan hiç bir parti, bu düzenlemeleri iptal etmedikleri gibi, tam tersine kendi parti çıkarları için bu anti demokratik yasa ve düzenlemeleri sonuna kadar kullanmışlardır. Fakat bu antidemokratik koşul ve olanaklardan en çok AKP faydalanmıştır.

Türk demokrasisi, 12 Eylül 1980 dikta rejiminden miras kalan büyük sakatlık ve çarpıklıklarla ve 11 yıllık AKP iktidarının birçok antidemokratik düzenlemeleriyle tamamen deforme olmuştur. Ülkemizde cumhuriyetin temeli, Parlamenter Demokrasi ile atılmıştır. Parlamenter demokratik sisteminin en temel ilkeleri olan; Temsilde Adalet,Bağımsız ve Tarafsız Yargı, Hukukun Üstünlüğü, Kuvvetler Ayrılığı, Denetlene bilirlik, Şeffaflık, Bağımsız ve Özgür Basın vs. gibi ana ilkeleri ne yazık ki ülkemizde 33 senedir hiç iyi işlememektedir.

Vatanımızda Parlamenter Demokrasi’nin bu temel ilkelerini sağlıklı bir biçimde işler hale getirmek için demokrasimizin temel sorunlarını ve onların çözüm önerilerini şu şekilde sıralayabiliriz:

  • Ülkemizde yargı, ne bağımsızdır ne de tarafsız! Çünkü yargıç ve savcıların özlük işlerini yöneten ve denetimini yapan Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK)’ nın başkanı bizzat yürütmenin üyesi olan Adalet Bakanı olduğu gibi, ayrıca Adalet Bakanın bir müsteşarı da bu kurulun doğal üyesidir. Kaldı ki hukuki olmadığı bizzat hükümet tarafından teslim edilen, teorik olarak tasfiye edildiği halde pratikte halen bu Özel Yetkili Mahkemeler, Ergenekon gibi hukuki olmayan düzmece davalara bakmaya devam etmektedirler. Bu hukuk dışı Özel Yetkili Mahkemeler; kim olduğu belirsiz gizli tanıkların yalan-yanlış ifadelerine ve sahte dijital delillere dayandırılarak, sanıkların masumiyet karinesi, savunma ve adil yargılanma hakları ayaklar altına alınarak sürdürdükleri çeşitli düzmece davalarla, onlarca yurtsever aydınımızın, subayımızın, gazetecimizin, politikacımızın, milletvekillerimizin vs. özgürlüklerini gasp ederek tutsak etmişlerdir.   

Çözüm; Özel Yetkili Mahkemeler, derhal fiilen feshedilerek, bu mahkemelerin yürüttüğü davalardaki bütün tutuklular da derhal serbest bırakılmalı; onların toplumsal itibarları ve değerleri derhal geri iade edilmeli; uğradıkları maddi ve manevi zararlar tazmin edilmelidir.

Ülkemizde içinde Adalet bakanlığından veya yürütmeden hiçbir üyenin bulunmadığı, Yargıçlar ve Savcılar için ayrı ayrı kurullar biçiminde liyakat ve deneyim esasına göre yeni baştan örgütlenmelidir. Mahkeme ofislerinde hukuki olarak avukatlara da yargıç ve savcılarla eşit seviyede olabilecek bir pozisyon yaratılmalıdır. Gerçek adaletin yeniden ülkemizde yerleşmesi için yargı, mutlaka bağımsız ve tarafsız hale getirilmelidir.

  • İfade ve özellikle sendikal örgütlenme özgürlüğü önünde bir dizi yasal ve teknik engeller vardır.

Çözüm: Bütün bu engeller yeniden yasal düzenlemelerle tasfiye edilmelidir.

  • Çevre ile ilgili HES, AVM, Toplu Konut vs. gibi değişik projeler; çevre ve doğaya karşı hoyratça, kültürel ve tarihi değerleri yok edecek biçimde, bölge halkının yerel çıkarları ve iradesi hiçe sayılarak; dayatmacı bir biçimde uygulanmaya konmaktadırlar.

Çözüm: Çevreyle ilgili bütün projelerde yetkili makamlar tarafından, yerel düzeyde sadece uzman kişi, sivil toplum kuruluşuna ve meslek odalarına danışmakla yetinilmemeli; doğanın ve çevrenin korunması, kültürel tarihi mirasın gelecek kuşaklara miras olarak aktarılması vs. gibi hususlar da göz önünde tutularak; gerektiğinde bölgeyle sınırlı olması koşuluyla halk oylamasına başvurulmalıdır.

  • Türkiye’de yaygın ve etkin olan basın ve modern medya kuruluşları, yerli-yabancı holdinglerin tekelindedir. Bu holdingler sadece basın-yayın alanında değil, her türlü ticari faaliyetlerin içindedirler. Bu nedenle hükümetle işbirliği yapmaları onların çıkarlarına uygun gelmektedir. Bu durum; ana görevi, siyasi yönetimi demokratik denetleme olan basını, hükümete bağımlı, taraflı ve yandaş yapan nesnel bir koşulu oluşturmaktadır.

Çözüm: Basın ve modern medyanın bağımsız ve objektif yayın yapması için, medya kuruluşlarının basın-yayın sektörünün dışındaki her türlü faaliyetleri yasa ile engellenmelidir.

  • Siyasi partilere uygulanan %10 seçim barajı çok yüksektir. Dünyada bir defalık olan bu yüksek baraj, küçük parti seçmenlerinin ya Millet Meclisinde temsil etme hakkını ellerinden almakta veya onları başka partileri seçmeye zorlamakta iken, büyük siyasi partilere hak ettiklerinden daha çok mecliste temsil etme olanağı sağlamaktadır.

Çözüm: %10 seçim barajı ya tamamen kaldırılmalı veya en fazla % 3’e indirilmelidir.

  • Türkiye’de seçmen kendi milletvekilini seçememekte, sadece %10 baraj nedeniyle bir siyasi partiye oy vermektedir. O siyasi partinin lideri veya merkez yönetimi de, seçmenin iradesi adına, seçmenin kendi seçim bölgesinde, yine liderin ve merkezin belirlediği vekil adayları arasından, o partinin aldığı oy oranına göre, bazılarını milletvekili olarak seçmektedirler. Bu çarpıklık; parti liderlerine, ister istemez partilerinde liderlik despotluğuna olanak sağlamaktadır. Ayrıca bir seçim bölgesinde seçmenin bizzat kendisinin seçmesi gereken milletvekilini parti lideri veya merkezi seçmektedir. Bunun demokrasiyle uzaktan yakından alakası yoktur.

Çözüm; seçim bölgelerinde milletvekili adaylarını belirlemede ön seçim zorunlu hale getirilmeli ve de ya  % 10 barajı tamamen kaldırılmalı veya baraj olması halinde ise seçmene iki oy hakkı tanınmalıdır. Seçmen, bir oyu ile partisini, diğer oyu ile de seçim bölgesinde kendi milletvekilini seçmelidir. Partilere “Seçim Barajı” olması halinde bile, eğer bir aday kendi seçim bölgesinde %50’nin üzerinde oy almışsa, o aday mutlaka, ait olduğu partinin baraj oranına bakılmaksızın, doğrudan meclise girebilmelidir.

  • Ülkemizde milletvekillerine tanınan yargı dokunulmazlığı, ülkemizde yolsuzluk ve suç işleme eğilimleriyle siyaset arasındaki işbirliğine yardımcı ve perde olmaktadır. Çünkü hukukun müdahale edemeyeceğinden emin olan ve dokunulmazlık zırhına giren nüfus sahibi siyasetçiler ya kendileri bizzat veya işbirlikçileri aracılığı ile çeşitli yasal olmayan faaliyetlere kolaylıkla girebilmektedirler.

Çözüm; Dokunulmazlıklar, sadece mecliste siyasi ifade özgürlüğü ile sınırlandırılmalıdır. Ülkemizde kamusal ihale yasası, en geniş şeffaf olacak biçimiyle yeniden düzenlenmelidir.

  • Türkiye’de siyasi partilere yapılan hazine mali yardımları eşit ve adil olmayan bir biçimde yapılmaktadır. Büyük siyasi partiler aslan payını alırken, küçük partiler çok az, meclis dışı siyasi partiler ise bu desteklerden hiç yararlanamamaktadırlar.

Çözüm; Siyasi partilere hazine yardımının adil dağıtımının düzenlenmesi çok zor olduğundan, bu yardım tamamen iptal edilmelidir.

  • Türkiye’de siyasi partiler, seçimlere birbirleriyle işbirliği yaparak girememektedirler. Partilerin ortak seçim kampanyası yapmaları, yasal olarak yasaklanmıştır.

Çözüm; Siyasi partilerin seçimlerde aralarında işbirliği yapmayı engelleyen her türlü yasal düzenlemeler yürürlükten kaldırılmalıdır.

  • AKP yönetiminde; örneğin Cumhurbaşkanı A. Gül’ün 24 Mayıs 2003 tarihinde Vatan gazetesi yazarı Sedat Sertoğlu’na verdiği bir mülakatta itiraf ettiği, zamanın ABD Dış İşleri Bakanı Colin Powell ile A. Gül arasında imzalanan iki sayfa 9 maddelik gizli anlaşma gibi, birçok uluslararası anlaşmalar, Şeffaflık ilkesine aykırı olarak, kamudan gizli olarak yapılmıştır.

Çözüm: Kamuyu ilgilendiren bütün anlaşmalar kamuya açıklanmalıdır.

***

Sonuç olarak günümüz dünya ve Türkiye siyasi koşullarında; ülkemizdeki başta emekçiler ve gençlerimiz olmak üzere bütün ulusal demokratik güçlerin önündeki temel siyasi görev, ilk aşamada sosyalizmi gerçekleştirmek değil, antiemperyalist bir mücadelede tam bağımsızlığa veya başka bir ifadeyle ulusal özgürlüğe ve sağlıklı işleyen bir demokrasiye kavuşmaktır! Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığı ve Türkiye’nin antidemokratik siyasi koşulları, ülkemizde sosyalizm kuruculuğunun koşullarının tam olgunlaşmadığının açık göstergeleridirler. Her şeyin bir zamanı ve bir kıvamı vardır. Şafak atmadan gün doğmaz!

Ülkemizde sosyalizm; ülkemiz tam bağımsız olmadan, Torak Reformu gibi yarım kalan Atatürk reform ve devrimleri tamamlanmadan ve de demokrasisi çok iyi işlemeden gerçekleşemez. Bu açıdan; ulusal bağımsızlığın yeniden elde edilmesi, Atatürk devrimlerinin yeniden onarılması ve tamamlanması, ülkede temel hak ve özgürlüklerin ve siyasi eşitliğin anayasal güvence altına alınması vs. temel görevler, sosyalizm kuruculuğundan önce gelen görevlerdir.

Türkiye’de başarıyla yerine getirilecek yukarıda saydığımız emperyalizmden bağımsızlık ve demokratikleşme süreci; ülkemizin kangren olmuş terör ve “Kürt Sorunu” denen sorunların da çözümüne olağanüstü uygun bir siyasi ortam oluşturacaktır. Çünkü antiemperyalizmle terörün lojistik, finans, ideolojik ve moral kaynakları bu koşullarda büyük ölçüde kurutulmuş olacaktır. Antiemperyalist bir eksende terörle mücadelede; Türkiye, bu konuya yakın ilgi duyan ve kendi ulusal çıkarı olan İran, Irak ve Suriye gibi komşu devletlerle de merkezi hükümetler seviyesinde sıkı işbirliği olanağına çok daha kolay kavuşacaktır.

Toprak Reformu ve diğer ekonomik ve sosyal önlemlerle teröre bahane olan, Doğu ve Güneydoğu’daki ortaçağ feodal düzeni, büyük toprak ağalığı ve gerici aşiret saltanatı ile birlikte bir esaret, yoksulluk ve cehalet kaynağı olan Marabalık sistemi de kolayca tasfiye edilebilecektir. Böylece bu bölge vatandaşlarımız da hiçbir etnik köken ve dini inanç ayrımı yapmaksızın; toprağa, özgürlüğe, eşitliğe, demokratik paylaşıma ve refaha kavuşacaktır.

O halde gerçek demokratların, sosyalistlerin, komünistlerin, Marksistlerin, Lenincilerin, vatanseverlerin, ulusalcıların ve milliyetçilerin ortak hedef ve mücadelelerinin en gerçekçi birinci etabı, bence yeniden demokratik ulusal kurtuluş olmalıdır.

Yine bir sosyalist olarak bence, mücadelenin ikinci etabı ise sosyalizm olmalıdır! Ancak ikinci etapta güç birliğini oluşturan siyasi kimliklerin yolları ayrılabilir. Fakat bugünkü koşullar altında sosyalistler; ikinci aşamayı birincinin önüne getirerek, yani arabayı, atların önüne koşarak asla stratejik bir hata yapmamalıdırlar! Demokratlar, ulusalcılar, milliyetçiler demokratik ulusal kurtuluşa katılırlar ama sosyalizme katılmayabilirler. Bu durumda sosyalist mücadeleyi öne almak demek, sosyalistler olarak yapayalnız kalmak demektir. Çünkü gerçekçi olmayan ve paylaşılmayan bir mücadele programının peşinden kimse, hatta bizzat sosyalistler bile gitmez!

Yineleyelim: Önümüzdeki en temel görev; örgütlü olarak, Kemalist devrimlerin uğradıkları hasarların yeni baştan onarılması ve Atatürkçü devrimlerin tamamlanmasıdır!

Bu temel görevi başarmak için en yakıcı ve acil görev ise, AKP iktidarına son verecek, güçlü bir ulusal demokratik cephe veya koalisyonun oluşmasıdır! Benim favorim, Milli Merkezdir. AKP karşıtı bütün parti, örgüt ve kişilerin bu harekete katılarak, Milli Merkezi iktidara aday olacak kadar güçlendirmeleri, ülkemizin içinde bulunduğu bunalıma en gerçekçi bir çözüm gibi geliyor bana! Örneğin önümüzdeki ilk yerel seçimlerde ortak bir cephe olarak girilirse, birçok belediyeler ve yerel yönetimler, akıllı bir strateji ile AKP’nin elinden demokratik güçlerin eline geçebilir. Bu hem AKP’nin çöküşünü hızlandırır; hem de ulusal demokratik güçleri, yeni mevzilerin elde edilmesi için cesaretlendirir.

Ülkemiz, demokratik bir devrimle Kemalist cumhuriyeti yeni baştan kurmalı; yarım kalan devrimi tamamlamalıdır. Bu nedenle acil olan; ulusal demokratik yeni bir hükümet ve bağımsız, emek, doğa ve çevre dostu, sosyal, aydınlanmacı, hukukun üstünlüğüne dayalı, özgürlükçü gerçek bir demokratik düzenin yeniden biçimlenmesinin temeli olacak yeni bir anayasa yazımı için de kurucu meclis oluşturulmalıdır.

Yaşasın ulusal demokratik güçlerin birliği!

Bitti...

 

Mehmet ÇAĞIRICI

mehmet.cagirici@politikadergisi.com

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.