Birey Olmanın (Toplumsal Mücadele İçindeki) Vazgeçilmez Değeri

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

 

Bir yanda, “kendi”ni geliştirmek için kafa patlatmak…
Öte yanda, toplumsal sorumlulukların hendeklerinde kör topal yürümeye çalışmak.
İşte mesele, bu iki zıtlık arasında denge kurabilmekte, yaşamı bu dengenin süzgecinden geçirerek elde edeceğiniz ölçü içinde yeniden yaratarak, sürdürebilmekte…
- Hayır, yanlış!
Sorun önümüze hep böyle ikilemli (ikircikli) kalıplar içinde sunuldu… Sanıyoruz, yaşamın koordinatları içinde işte bu yüzden bocalıyoruz.
Sanki insanoğlu zorunlu olarak bu iki kutuptan birini seçerek yaşamak zorunda… Ya da (bir basamak daha yukarıya tırmanırsak) bu iki zıtlık arasındaki bileşkeyi bularak adımlarını atmak durumunda…
- Hayır, hiç de böyle değil!..

Çünkü hayatın pratiği içinde, bireycilik ya da toplumculuk biçiminde yekdiğerinden keskin çizgilerle ayrılmış birbirine zıt iki kutup yok…
Çünkü gerçek bir birey olmadan, toplumsal sorumluluklarınızın bilincine gerçek anlamda ulaşamazsınız…
Aynı biçimde, toplumsal sorumluklarınızın ateşten çemberi içinden geçmeyi reddederek, toplumsal pratik içinde kişiliğiniz sınanmasından kıyı bucak kaçarsanız, gerçek anlamda birey olabilmeniz mümkün değildir…
Toplumculuk ya da bireycilikten sadece birisini yaşamlarına pusula yapmış kişileri şöyle bir göçünüzün önünden geçirerek, tartın:
“Bireyciliği seçtim” diyenlerin, toplumsal sorumluluğun getirdiği yüklerin altında ezilmekten korktuğunu ya da bencillikleri, toplumsal mücadelenin gerektirdiği özverili eylemler zincirine izin vermediği için bireyciliği ardına saklanacakları bir perde olarak kullandıklarını göreceksiniz…
“Bireyciliği ret ederek sadece toplumculuğu seçtim” diyenlerin ise, bireysel sorunlarından bu vesile ile kaçmaya çalıştıklarını ya da “kendileri geliştirme” (ya da derinleştirme) meşgalesinin gerektirdiği uzun ve meşakkatli emeği göze alamadıklarını göreceksiniz…
Toplumcu mücadelenin o çetin er meydanı, bireysel sorunların rehabilite edildiği bir bakım evi ünitesi olmadığı gibi, bireyliğin reddedildiği modernize edilmiş bir tarikat topluluğunun dergâhı hiç değildir…
Kendi yakın tarihimize küçük bir göz attığımızda sözünü ettiğimiz bu değerlerin en somut örneklerini görmemiz mümkündür.
Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşı’nın en kanlı meydan muharebelerini yönetirken, gece çadırındaki yatağına uzandığında Kant ve Hegel’i Fransızcasından okuyordu…
Ertesi gün katılacağı “entel” bir toplantıda edindiği bilgileri havaya savurarak caka satmak için değil, o kitaplardan edineceği bilgilere gerçekten ihtiyaç duyduğu için… Tarihin en kanlı muharebelerin sürdüğü o korkunç günler boyunca dahi “kendi”sini geliştirme tutkusunu ertelemediği için…
İşte bu nedenle o, sadece bir Mustafa Kemal olarak kalmamış, bu milletin Ata-Türk’ü olabilmiştir…
Türkiye, kişisel kültürünü, etrafına doluşan yalakalar tarafından özetlenen kitap-notlarını okuyarak edinen nice başbakanlar gördü…
Türkiye, 1961 Anayasası’nı, Başbakan’ı olduğu halk için bir süs olarak değerlendiren politikacılar tarafından yönetildi…
Bu millet, “Benim memurum işini bilir,” kültürünün temsilcilerine taptı uzunca bir süre…
Ve bu ülke, “laiklik karşıtı eylemlerin odağı durumu”ndaki bir siyasi partinin Türkiye Cumhuriyeti devletine fütursuzca el koyduğunu gördü…
Ama açıkça anlaşılacağı gibi bu kişiler başbakan oldular, cumhurbaşkanı oldular ve daha neler neler oldular; ama “Ata” olamadılar, “birey” olamadılar; güttükleri toplumun kültürel simgesi ya da temsilcisi olamadılar…
Ya ne oldular?..
Adi suç dosyaları Meclis başkanının sumeni altında dokunulmazlık zırhı ile korunan birer (sade) TC vatandaşıydılar ve öylece de kaldılar!..
İşte onun için birey olunmadan toplumsal mücadelede kalıcı ve gerçek bir yer edinilemez.
Ve işte yine bu nedenledir ki, danışmanların çıkarttığı özet-notlarla kültür denilen o kutsal kavramın kıyısından dahi geçilemez…
Faruk.Haksal@PolitikaDergisi.com

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.