Cehenneme mi, Demokrasiye mi Giden Yollar?

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

   Son yıllarda, gerek Avrupa Birliği baskısı, gerekse emperyalist devletler ve iktidarın güç birliği yapması sonucu, ülkeyi kendi emelleri doğrultusunda yönetme ve ele geçirme anlayışı doğrultusunda, demokrasi ve devletin demokratik olması yolundaki sözde çabalar, ülke gündeminin birinci sorunu durumuna getirildi.

   Cumhuriyetin kuruluş felsefesine ve gösterdiği hedef düşüncesine sahip insanlar, bu güç birliği karşısında, Kuvayi Milliye anlayışını halkla birlikte oluşturamamış ve bu devleti bölmeye, yıkmaya çalışan zihniyete karşı birleşme inancını sergileyememektedir. Bu tabloda, devleti ele geçirmek isteyenlerin işini kolaylaştırmakta ve sözde demokrasi çığırtkanlıklarıyla, kendi emellerine doğru adım adım, hazmettire hazmettire ilerlemektedirler. Demokrasi bizim için bir araçtır diyen, şeriat devletine özlem duyan zihniyetin sahipleri, saltanatı ve halifeliği kaldıran, yani yönetimin babadan oğla değil, halkın içinden bireylere yönetme hakkı veren sistemi getirenler karşısında daha demokrat olabiliyorlar, bu sistemi getiren ve bu sistemin koruyucusu konumundaki askeri, faşistlikle ve okyanus ötesi hazırlanan planlarla darbecilikle suçlayabiliyor ve hapsedebiliyor. Hatta bu ordunun lağvedilmesinin zamanı geldiğini büyük bir vefasızlık ve Ali Kemal’ler mantığıyla söyleyebiliyorlar. (Bunu söylerken umarım Ali Kemal’e bile haksızlık etmiyoruzdur.)

   Ulu Önder’in Büyük Nutku’nda anlattığı gibi, Samsun’a çıktığında, Osmanlı Devleti; 1. Dünya Savaşı’nda yenilmiş, şartları ağır bir antlaşma imzalamış, uzun yıllar savaşlar sonucu halk, bitkin, yorgun ve fakir bir durumda idi. Ordunun elinden silâhları ve cephanesi alınmış ve alınmaktaydı. İtilaf Devletleri, ateşkes anlaşmasının hükümlerine uymayı gerekli bulmuyorlar. Birer bahane ile İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul' a girebiliyorlardı. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Antep İngilizler tarafından işgal edilmişti. Antalya ve Konya'da İtalyan askeri birlikleri, Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyordu. Her tarafta yabancı subay ve memurlar ile özel ajanlar faaliyettelerdi. 15 Mayıs 1919'da, İtilaf Devletlerinin uygun bulması ile Yunan Ordusu da İzmir’e çıkartılıyordu. Bundan başka, memleketin her tarafında, Hristiyan azınlıklar gizli veya açıktan açığa kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devleti bir an önce çökertmeye çalışıyorlardı.

   Ülkede genel durum ve görünüş böyle iken, Ulu Önder’in ilk hedefi bir Millet Meclisi kurmak oluyor. Böyle bir ortamda halkın iradesine ve egemenliğine sığınıyordu. Acaba dünyada başka herhangi biri var mıdır ki, düşmana karşı böyle bir Millet Meclisi kursun, onun yasalarıyla ve direktifleriyle düşmanla savaşsın ve kazansın. Yine acaba başka herhangi bir ülke var mıdır ki, o ülkede demokrasiyi amaçları doğrultusunda kullananlar, kanlı ya da kansız kurulacak bir şeriat devletine özlem duyanlar demokrat olsun, böyle bir anlayışla yeni bir devlet kuran biri, yaptıklarını diktatör anlayışıyla yaptı denilsin, onca devrimine rağmen düşünceleri statükoculukla tanımlansın, O’nun izinden gidenler ve emanetine sahip çıkanlar anti demokratlıkla ve faşistlikle suçlansın.

   Tek amacı halkının, çağdaş, refah düzeyi yüksek, ilme ve sanata önem veren bir yaşam anlayışına sahip olmasını isteyen bir lider, gün gelecek ki bugünkü sorunların sebebi olarak gösterilecek, düşüncelerinin travmalara neden olduğu, O’nun anlayışının ve ilkelerinin anayasadan çıkarılmasının zamanının geldiği söylenecek ve demokrasinin önündeki engelmiş gibi yansıtılacaktı. Buna rağmen, farklı dünya görüşlerine sahip kişiler, gruplar, güç birliği yapabilirlerken, O’nun izinden gidenler bu güç birliği karşısında cılız sesler çıkartmakta, bireysel özgürlüklerin toplumsal özgürlüğün ve birlikteliğin sağlanmasından geçtiğini unutmuş, halk sınıflarından ve sivil toplum örgütlerinden uzak bir görüntü sergilemektedir. Bugünkü bu tablo, bu ülkenin gerçek sahiplerine Osmanlı’nın o son yıllarındaki durumdan daha fazla acı verse de, kuruluş felsefesine yapılan bu saldırılara ve psikolojik savaşa karşı, Atatürk’ün önermiş olduğu en önemli güç silah gücünden ziyade, moral, bilim ve ahlak gücü idi. Atatürkçülerin bugün ihtiyacı olan güçte bu güçtü.

   Çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra, demokrasinin nimetleri ve temel ilkeleri, geçmişe özlem duyanlar ve kendi çıkarları doğrultusunda politika yapanlar tarafından, her dönemde ve güç ellerine geçtiklerinde sömürüldü. Ecnebilerin nasihatleri ve planlarıyla hareket etmek demokratlık, bağımsızlık ruhu ve bilinciyle hareket etmek ya komünistlik ya da faşistlik olarak nitelendirildi.1950’den günümüze, 60 yıllık çok partili yaşamın yaklaşık 55 yılı, sağ partilerin kurduğu hükümetlerden ve tek parti iktidarlarından oluşmasına rağmen, en ufak sorunlarda ve sıkıştıklarında bu hükümetler, geçmişi ve kuruluş felsefesini suçlamışlar, hilafete ve saltanata olan özlemlerine dile getirmişler fakat bu söylemleri kullanırken en ileri demokrat olduklarını da belirtmekten geri kalmamışlardır. Ayrıca bu çelişkili siyasetlerini dayandırdıkları en önemli etken olarak, dini kullanmayı bir siyaset yapma biçimi haline getirmişler, bunun neticesinde de iktidar olmayı her dönemde başarmışlardır.

   Din eksenli siyaset maalesef günümüzde de devam etmektedir. Cemaatlerin ve tarikatların gelmiş geçmiş bütün sağ iktidarlar tarafından kollanması ve güçlendirilmesi, bunun yanı sıra İmam Hatip Liselerinin ve Kur’an kurslarının sayısının, amaçları dışında arttırılması sonucunda, din ve dini unsurlar, muhafazakar partiler için oy depoları olarak görülmüştür. Bir toplumda demokratik bilincin ve yaşamın sağlanması, fikri hür, vicdanı hür özgür bireylerle olacağı temel ilkesi göz ardı edilmiş fakat bu ilkeyi önemsemeyen ve çiğneyen sağ partiler, her dönemde demokrasi savaşçıları olduklarını iddia etmişlerdir.

   Gerçek demokratik ülkelerde ve toplumlarda, halkın yönetime katılımı sadece seçimlerden seçimlere olmadığı gibi, demokratik bilince sahip toplumlarda oy verme kriterleri de bizim ülkemizden çok farklıdır. Vatandaş olma bilincine henüz erişememiş olan bizim halkımızın büyük çoğunluğunun oy verme kriterleri, ya dini eksende ya etnik köken ve hemşehricilik ya da kişisel çıkarlar etrafında şekillenmektedir. Bu durumda, şeffaflıktan uzak, yolsuzlukların hırsızlıkların, devletin tüm kademelerine bulaştığı, kamu görevlerinde liyakatin değil, ahbap çavuş ilişkilerinin ön planda olduğu, bir siyasal partiler diktalığına dayalı yönetim anlayışı doğurmaktadır. Siyasi partiler yasası ve siyasi partilerin anti demokratik yapısı da bu düzenin değirmenine su taşımaktadır.

   Demokratik düzenin temel unsurlarından biri olan, seçme ve seçilme hakkının kullanıldığı, halkın iradesinin yönetime gelmesini sağlayacak olan ve uygulanan seçim sistemlerinin de, demokratik bir yönetim oluşturup oluşturmadığı, ülkemizde tartışmalı bir konudur. Çok partili yaşam başladıktan sonra yapılan, 1946’daki ilk seçimlerde, oylar açık verilmiş, sayım ise gizli yapılmıştı. Bu seçim, sadece çok partili bir demokrasiye geçişte, bir denemeydi. 1950’de yapılan seçimde, gizli oy ve açık sayıma dayalı, demokratik tercihlerin sandığa yansıdığı, fakat ‘çoğunluk sistemi’ dolayısıyla yönetime yansımadığı bir seçim olmuştur. Çünkü, “çoğunluk sistemi”ne göre, bir seçim bölgesinde bir oy bile fazla alan parti, bütün milletvekillerini kazanabiliyordu. Bu seçim sisteminin doğal sonucu olarak, Demokrat Parti Meclis’te ezici bir çoğunluk elde etmiş ve bu ezici çoğunluğun verdiği iktidar gücü, bir süre sonra muhalefet üzerinde baskıların artmasına sebep olmuş, hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına kadar gitmiştir. Sonrasında yaşanan askeri müdahale ve 1961 anayasasıyla, seçim sisteminde değişikliğe gidilerek daha demokratik bir yapıya kavuşturulması sağlandı. ‘Nispi Temsil’ seçim sistemine geçilmesiyle, oyların ve meclisteki sandalyelerin, çok sayıda parti arasında dağılması yoluyla seçmen oylarının meclise daha doğru bir biçimde yansıması sağlandı.

   Bugün de uyguladığımız bu seçim sistemi her ne kadar demokratik gözükse de, konulan seçim barajı dolayısıyla, halkın oy verme tercihlerini etkilemekte ve yine çok önemli bir oy çoğunluğunun meclise yansımasını engellemektedir. Hem ülke düzeyinde, yüzde 10 barajını geçemeyen partiler, hiçbir yerde milletvekili çıkaramamakta hem de bu barajı aşsalar bile, seçim bölgelerinde de yerel barajları aşmak zorundalar. Bu yerel barajda, bir seçim bölgesinde verilen geçerli oyların, seçilecek milletvekili sayısına bölünmesiyle elde edilen rakamdır. Yaşadığımız seçimlerin sonuçlarına baktığımızda, her ne kadar ‘Nispi Temsil’ sistemi uygulanıyorsa da bu baraj uygulamaları dolayısıyla, ’çoğunluk’ sisteminin benzeri sonuçlar, meclise parti ve sandalye sayısı dağılımı olarak yansımaktadır.

   Sürekli, hâkimiyetin milletin olduğu vurgulandığı ve sözde demokratik taleplere dayanak oluşturduğu bu siyasi ortamda, öncelikle devletin ve yönetimin demokratik bir irade ve idare altına girmesinin yolunun en önemli adımlarından biri olacak, seçim sistemi değişikliği göz ardı edilerek, takiyeci siyaset anlayışına devam edilmektedir. Demokrasinin ve halkçılığın yani sınıfsal ayrılıkların ve ayrımcılıkların olmadığı, yasalar karşısında, tüm yurttaşların eşitliği ilkesi de milletvekillerine verilen dokunulmazlık zırhı dolayısıyla çiğnenmektedir. Bu konular gündeme gelmezken ya da verilen sözlere rağmen tartışılmazken, demokrasi adına tartışılan konulara baktığımızda, samimiyetten uzak ve takiyeci anlayışın hâkim olduğu bir yönetimin ve anlayışın olduğunu görmemek için ya çok fazla iyi niyetli olmak ya da at gözlüklerini takmış olmak gerekiyor.

   Ülkemizde demokrasi tartışmaları, evrensel hukuk, insan hakları ve özgürlükler çerçevesinde değil, her zaman siyasetçilerin ve siyasal grupların çıkarları doğrultusunda yapılmaktadır. Özgür birey ve yurttaş yaratılamaması, insanların haklarını nasıl arayacağını ve insanca bir yaşamın ne olduğunu, ilkelerinin nasıl kazanılacağı, bunun mücadelesinin nasıl yapılacağının idrakinden yoksunluk sonucunu doğurmaktadır. Bu konuya ve nasıl bir ülkede bugün demokrasi tartışmaları yaptığımıza örnekler vermek gerekirse;

   -Bir Kur’an kursunda, LPG tankının kurulumunda ve kullanımındaki hatalardan kaynaklanan, gaz sızıntısından dolayı, 18 çocuğun can vermesine rağmen bir tek şikayetçi olmadığını görebiliyoruz. Hatta Kur’an kursunun bir anda İngilizce kursuna dönüştüğünü de…

   -Bir uyuşturucu kaçakçısı Emniyet Müdürlüğü’ne götürülüyor ve bu Emniyet Müdürlüğü 20-30 kişilik bir grup tarafından basılıp, gözaltına alınan uyuşturucu kaçakçısı kaçırılabiliyor. Hatta bir bakan, bu uyuşturucu kaçakçısının babasını arayıp ‘geçmiş olsun’ dileyebiliyor.

   -Bir iktidar milletvekili, bir doğumevi ihalesinin kimlere verilmesini istediğini, sözlü ve yazılı notlarla rahatça ifade edebiliyor, seçim bölgesindeki bütün ihaleleri kimlerin alacağını, oluşturduğu komisyondan yönlendirebiliyor. Hatta bu kişi, çok demokrat olduğunu iddia eden bir partinin yönettiği ülkede, Adalet Bakanı olabiliyor.

   -Maliye Bakanlığı kendilerinden olmayan medyaya, tarihi cezalar kesebiliyor fakat Meclis çoğunluğuna sahip iktidar partisi, naylon faturacılıktan hakkında dosyaları bulunan bakan için af çıkartabiliyor. Vergi toplama işini, bir siyasi tehdit unsuru haline getirebiliyor. Hatta işin dozu kaçırılarak,4 yaşındaki çocuklara bile vergi borcu gelebiliyor.

   -Tren kazalarında, doğal afet ve sellerde ölen insanların sorumluları, koltuklarında rahatça oturabiliyor. Mısır’da olan bir tren kazasında bakan istifa edebiliyor, Suudi Arabistan’da bile yaşanan 120 kişinin ölümüne neden olan bir selde onlarca kişi, sorumlusu olarak gözaltına alınabiliyor fakat kendisinin, bölge lideri olduğunu iddia eden ülkeyi yöneten ‘8 yıllık iktidar partisi’ suçu geçmişte bulabiliyor. Hatta böyle demokratik bir ülkede, sorumluları tekrar seçilebiliyor ya da ödüllendirilebiliyor.

   -Habur’dan, örgüt kıyafetleriyle gelenleri törenlerle karşılamak ve onları koşulsuz, şartsız serbest bırakmak demokratlık, bunların taraftarı olduğu iddia edilen, eğitime muhtaç, maddi durumları olmayan kızları, okullu yapmak, topluma kazandırmaya çalışmak teröriste yandaşlık etmek olabiliyor. Hatta bu gönüllü hizmet yolunda ömrünü adayan kişiye, hasta yatağında iftiralar ve hakaretler fütursuzca yapılabiliyor.

   -Muhalif siyasetçilerin, grupların, gazetecilerin ve yargı mensuplarının dinlenmesi, yasal olduğu ve demokrasiyle bağdaştığı kabul edilebiliyor. Onların dinleme kayıtları medyada, internette yayınlanınca özgür habercilik olabiliyor. Ama Başbakan’ın kimler tarafından dinlendiği belli olmayan kayıtlarını yayınlayanlar anında hapsedilebiliyor. Hatta bu dinleme kayıtlarındaki usulsüzlükler hakkında en ufak ne etik, ne yasal bir tartışma yapılamıyor.

   -Ülkede ana kimliği kullanmak, antidemokratlık ve faşistlik olarak nitelendirilebiliyor, yıllarca, binlerce insanı katledenler ve ülkeye milyarlarca dolar zarar verenler, demokrasi savaşçısı ilan edilebiliyor. Hatta işin dozu yine kaçırılarak, içinde müzik olmayan filmlere dahi, en iyi müzik ödülleri verilebiliyor.

   Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Ne acıdır ki, onca çelişkilerin yaşandığı, insan haklarının çiğnendiği, demokrasinin ve özgürlüklerin sadece güçlüler tarafından kullanılabildiği, demokratik hakların, hiyerarşik düzenle sınırlandırıldığı, hiyerarşik düzenin yalakalık ve çıkar ilişkilerine dayalı olduğu bir ülkede demokratik tartışmalar, iyi niyetli yapılıyormuş gibi gerçek amaçlarını saklamak için yapılıyor. Ancak Marx’ın söylediği gibi, artık cehenneme giden yollar değil, sözde demokrasiye giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşeliydi. Bu taşları döşeme işinin ihaleleri, paylaştırılmadan önce, yandaş medya, işadamları ve şirketleri oluşturma çalışmaları ve altyapısı zaten tamamlanmıştı.

OguzKemal.Ozkan@PolitikaDergisi.com

 

 

 [Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 21’de yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi salık veririz. Sayı 21’i indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.