Cumhuriyet Çınarı (Bölüm 2)

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Sevda EĞER

<?xml:namespace prefix = o /> 

   Özetleyen: Sevda EĞER

II

ULUSAL BAĞIMSIZLIĞIMIZIN ALTIN ANAHTARI:

ÖZGÜRLÜK VE BİLİM

 

   1. KARA GÜNLERİMİZİ AK EDEN YİĞİT

   Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı için Mustafa Kemal’i anlamak; resimlerini asmak, dış görünüşünü tasvir etmekten ibaret değildir. Bu, yanılgıların en büyüğüdür ve Cumhuriyeti zayıf düşürmeye çalışanların oyunlarına alet olmakla eşdeğerdir. Cumhuriyet’in kurumlarını ve toplumsal içeriğini anlamanın yegane yolu olan Mustafa Kemal’i tanımak, kendi ifadesiyle; duyduklarını duymak, gördüklerini görebilmekten geçmektedir.

   Cumhuriyet, kurumları ve toplumsal içeriği ile Avrupa devletlerini kıskandıracak nitelikte bir donanıma sahiptir. Devlet ve hukuk düzeni, aile ve eğitim düzeni, kent ve ulaşım düzeni, güzel sanat anlayışı ve daha birçok konuda, henüz sömürgeciliği üzerinden atamamış gelişmiş toplumlardakilere kıyasla çok daha yaşanabilir niteliktedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Mustafa Kemal, duygu ve düşünceleriyle anlaşılmak zorundadır. Ortak akıl ve düşünce birliğinin sağlanması ve Cumhuriyet’in özümsenmesi, ancak bu yolla olur. Şöyle bir Osmanlı’dan kalan mirasa bakarsak; yıllarca süregelmiş saltanat baskıcılığı, hele son zamanlarında yıkık bir hâl almış, eğitimden yoksun, sanattan yoksun bırakılmış çaresiz halkın diline Ziya Paşa adeta tercüman olmuştur:

   “Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, keşaneler gördüm,

   Dolaştım mülk-ü islamı, bütün viraneler gördüm.”

 

   Ekonomik, yargısal ve kültürel işgal anlamına gelen “Genel Borçlar Yönetimi (Düyun-u Umumiye İdaresi)” ve “kapitülasyonlar”, “devletin üstünde bir devlet” konumuyla kendi içinde askerî güç kullanma yetkisine kadar donatılmış durumdaydı. Bu işgal I. Dünya Savaşı sonrasında askerî işgale dönüştü ve imzalanan Sevr Anlaşması ile Anadolu’daki Türk varlığına adeta son verilmek istendi. Mustafa Kemal işte bu zor günlerde kendinde bulduğu güç ve güvenle harekete geçti. Peki nasıl? Bu gücü nereden alıyordu? Hangi nitelikleri onu bu kadar güçlü ve cesur kılıyordu?

   Beslenmesi eksik, giysileri pırtılardan oluşan küçücük orduyu, iç savaşları bastıran, büyük devletlerin beslediği Yunan ordusunu kovup ülke topraklarını işgalden kurtaran, İngiliz İmparatorluğu’na ve işbirlikçisi öbür devletlere kendi koşullarını kabul ettiren tüm Avrupa’yı etkileyen bir orduya dönüştüren Mustafa Kemal, bu görkemli başarısını hangi özelliklerine borçluydu?

   Türk toplumunu Ortaçağcıl kurum ve anlayışlardan arındıran, devleti, eğitimi, dili, yazısı, felsefesi ile tüm ileri medeniyetlere örneklik edecek bir değerde ilkelere dayalı bir devrimi hangi nitelikleriyle başarmıştır?

   Bütün bunların geçerli, yeterli ve tutarlı olması, etkin bir zeka olan Mustafa Kemal’in varlığıyla mümkün oldu. Öyleyse Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza değin koruyup savunabilmek için Mustafa Kemal’in düşünce yapısını tanımak şarttır.

 

   2. YAŞAMDA EN DOĞRU YOL GÖSTERİCİ BİLİMDİR!

   A. ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCE YAPISININ BİLİMSEL YÖNTEMİN GEÇERLİLİK İLKESİNE DAYALI OLUŞU

   Mustafa Kemal’in başarısındaki temel güç, “bilimsel düşünce yapısına sahip oluşu”dur. Dâhiliğinin ve başarısının temelinde; nesnel, araştırıcı, sorgulayıcı ve çok iyi tanımlanmış kavramlara dayalı olması bulunmaktadır.

   Çocukluk dönemlerine bakarsak; Selanik gibi özgür düşüncenin, felsefenin ve sanatın kolayca ulaşılabildiği bir kentte büyümesi ve babasının “mahalle mektebi” yerine, daha modern olan, Şemsi Efendi İlkokulu’na göndermiş olması yaşamının başlıca dönüm noktalarındandır. Ailesinin gerçek anlamıyla halktan gelmesi ve eğitim öğretime verdikleri değer, Mustafa Kemal’in bilimsel ölçülere uygun bir kafa yapısına bürünmesini sağlamıştır. Sonrasında Manastır ve İstanbul gibi Avrupa kentlerinde eğitimini sürdürmesi, bilimsel düşünce yapısını geliştirmesinde dayanak olmuştur. Bir yandan askeri eğitim alırken, diğer taraftan yabancı felsefe ve bilim kitapları okumaya devam etmiş, Abdülhamit’in sansüre dayalı baskıcı idaresi Mustafa Kemal’de ‘özgürlük’ tutkusunu bilemektedir. Henüz 21 yaşında genç bir subayken uykuları kaçmaya başlamıştır.

   Mustafa Kemal’in, Türk Devrimi’nin tüm programını daha II. Meşrutiyet’ten önceki subaylık yıllarında yaptığını, Bulgar Türkolog Manolof’a söylediği şu sözlerden anlayabiliriz:

   “Bir gün gelecek, ben, hayal sandığınız bütün bu devrimleri yapacağım. Mensup olduğum ulus bana inanacaktır… Bu ulus gerçeği görünce arkadan duraksamasız yürür, dava uğrunda ölmesini bilir. Saltanat yıkılmalıdır; devlet yapısı türdeş bir öğeye dayanmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalı, Doğu uygarlığından benliğimizi sıyırarak Batı uygarlığına aktarılmalıyız. Kadın ve erkek arasındaki farklar silinerek yeni bir toplumsal düzen kurmalıyız. Batı uygarlığımıza girmemize engel olan yazıyı atarak, Latin kökünden bir alfabe seçmeliyiz. İnanınız ki bunların hepsi bir gün olacaktır.”

   Nitekim Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da yakınlarına:

   “Ben bu konuları daha gençliğimden beri düşünen bir insanım. Eğer size bu konuları yeni düşünmeye başladığımı söylersem inanmayınız.” diyecektir.

 

   a. ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCE YAPISINDA  ‘DOĞRUYA BAĞLILIK’

   “Gerçekleri söylemekten çekinmeyiniz!” Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti kurumlarına temel olan ilkelerinden biri budur. Orduyu iç politikaya bulaştırdığı için İttihat ve Terakki yönetimine karşı çıkmasının nedeni de budur.

   Cumhuriyet öğretmenlerinden daima ‘düşüncesi özgür, vicdanı özgür, kültürü özgür’ kuşaklar yetiştirmelerini istemiştir.

   1928 yılında bir halk bahçesinde bira ve rakılarını içmekte olanlar, geleneksel anlayışla içkilerini masanın altında tutmaya çalışınca; Mustafa Kemal, elinde içki bardağı, ayağa kalkar ve halka şu sözleri söyler:

   “Sevgili yurttaşlarım! Eskiden bunun yüz katını, gizli gizli çöplüklerinde içen sahtekarlar vardı. Ben o sahtekarlardan değilim. Ulusumun şerefine içiyorum.”

   İnsanları baskı yönetimi ve bunun yol açtığı ikiyüzlülük aşağılığından kurtarmak hedefiyle söylenen bu sözlerde “korkutmaya dayalı bir ahlakın, ne bir erdem ne de güvenilir, yani uygulanabilir bir ahlak olmadığını” yurttaşlara anlatıyordu.

 

   b. ATATÜRK DÜŞÜNCESİNDE ARAŞTIRICILIK İLKESİNE UYGUNLUK

   Kuramlar insan hizmetine sunulurken, o yer ve zamanın özel koşullarına önemle eğilmek gerekir. Kitaplardaki genel bilgilerle yetinilmemelidir. Mustafa Kemal, Söylev’inde geçen şu sözlerle bilim kavramındaki yetkinliğini göstermektedir:

   “Ulusumuzun maddi ve manevi gelişme gereksinimleri doğrultusunda, işlem ve eylemlerimizle, sözlerin ve kuramların önünde gitmeyi tercih ettik.”

   Mustafa Kemal’e göre; akıl gözüyle görmek, kuramsal bir bilgiyle olur. Genel kurallarla oluşturulmuş akımları uluslara dayatmak büyük yanlışlar getirir ve çok geçmeden yönetimler üzerinde değişiklikler yapılması kaçınılmazlaşır:

   “Bir ulus için mutluluk olan bir şey, bir başkası için yıkım getirebilir. Aynı neden ve koşullar birini mutlu etmesine karşın, öbürünü mutsuz kılabilir. Onun için bir ulusa gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü biliminden, buluşlarından, ilerlemelerinden yararlanalım; ama unutmayalım ki asıl temeli kendi içimizden çıkarmak zorundayız.”

 

   c. ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCESİNDE SORGULAYICILIK İLKESİNE UYGUNLUK

   Devlet adamlarının, kamu yöneticilerinin her yaptıklarının kamusal denetime, incelemeye, eleştiriye açık ve sorumluluğunu üstlenmeye hazır olması zorunluluğu vardır. Atatürk daima “en iyi bildiği şeyi bile yeri geldiğinde yeniden irdelemek, aynı konuyu inceleyen başkalarına danışmak” ilkesine bağlı kalmıştır:

   “Bir kararım varken neden onu hemen uygulamıyorum? Hemen söyleyeyim ki ciddi ve ağır bir karar, bir kez uygulanmaya başladıktan sonra, ‘ah keşke şu yanını da düşünmüş olsaydım! Belki başka bir çözüm bulunurdu; yeniden bunca kan dökmeye gerek kalmazdı’ gibi duraksamalara yer kalmamalıdır. Böyle bir duraksama, karar sahibinin vicdanında sürekli kanayan bir yara olur ve onu yaptığının doğruluğundan da şüpheye düşürür.”

 

   ç. KAVRAM KARGAŞASINDAN ARINMIŞ DÜŞÜNCE

   Atatürk, Türk toplumunu özellikle kültür ve uygarlık, demokrasi ve laiklik, özgürlük ve hoşgörü gibi tüm temel konularda kavram kargaşasından kurtaracak açıklıkta ve demokratik içerikte tanımlar getirmiştir.

   Atatürk ilke ve devrimleriyle iç içe olan bu kavramlar, devletin, ailenin, kültür, eğitim ve ekonominin üstün değerlerle oluşumunun başlıca dayanaklarıdır.

 

   3. CUMHURİYET ÖNCESİNİN DÜŞÜNCE ORTAMI

   Osmanlı Devleti’nin başlıca çöküş nedenlerini; kimileri çok ulusluluğuna, dinsel baskıcılık ve saltanat özelliklerine bağlamaktan kaçınarak, yüzeysel ve yarım önlemler önermiştir. Bunlar dört düşünce akımından oluşur: Yenilikçi akım, baskıcı ve katı İslamcı akım, ılımlı İslamcı akım ve Türkçü akım.

   Ancak bazen çok yerinde tanılar da görülmüştür. Örneğin; İbrahim Müteferrika’nın “Usul-ül Hikem Fi Nizam-ıl Ümem” yani “Halkların Yaşam Düzeninde Bilimsel Yöntem” adlı eseri bunlardan biridir. Eserde, Batı uygarlıklarının devlet yönetimlerini eskiden olduğu gibi dinsel inançlara değil “akıl”a dayandırdıklarını, akıl yoluyla geliştirdikleri araç ve yöntemlerle karşı durulmaz güçlü ordular kurabildiklerini yazıyordu. Bu saptama, yönetimlerin akla ve bilime dayandırılması gerektiğini ifade eden bir uyarıydı aslında. Ancak bir düşünce akımına dönüşemedi. Zaten Osmanlı’nın gerici idare anlayışı müspet akıl ve bilime dayalı bir yenileşmeye elverişli değildi. Ancak İstanbul’un fethinden sonra bu tarz devletler yavaş yavaş çağ dışına itilmeye başladı. Artık ulusal devletler ve ulusal ekonomiler dönemi açılmaktaydı. Osmanlı’nın bu çağdışı ve çok uluslu yapısı, onun yalnız basım makinesinin değil, tümüyle Rönesans ve dinde düzenleme devrimlerinin ve coğrafi keşiflerin dışında kalmasına neden oldu.

   Feodal yapısını korumakta direten Osmanlı Devleti, sömürgeci Batılılarla işbirliğine başladı. 1838’de İngiltere ile yapılan Ticaret Sözleşmesi, Osmanlı Devleti’ni yıllarca hammadde satıp, işlenmiş madde satın alan bir ülke hâline getirdi. İngilizlerin sanayi ürünleriyle yarışamayan yerli esnaf, birer birer kepenk kapatmaya mecbur oldu. Tabii bu sömürgeci ortamda destekli bir karşı akım da çıktı. Mustafa Sami’nin “Avrupa Risalesi” adlı eseri buna bir örnektir. Eserde Avrupa’nın bilimin ve aklın sayısız olanağından faydalandığını; ancak Osmanlı’nın da acilen aynı yöntemlerle bilime yönelmesi gerektiğini vurgulamaktaydı. Sadık Rıfat Paşa da benzer görüşlerle “Avrupa’nın Ahvaline Dair” kitapçığında Avrupa’nın bilim anlayışını takdir etmekte, benzer girişimlerde Osmanlı’nın özgürlükçü olması gerektiğini vurgulamaktaydı.

   Bütün bunlara karşın, gerici akım da tüm hızıyla sürmekteydi.

 

   A. İKİNCİ MEŞRUTİYET: “OSMANLININ YIKILIŞ YILLARI”

   Değişim ve yenilik taraftarı olanlar ile buna karşı olanlar tam olarak kutuplaşmıştı. Yenilikçi fikirleri reddedenler “Sebilürreşad” ve “Volkan” dergileri ile düşüncelerini yayıyorlardı. Bunlar baskıcı din anlayışıyla hareket edenlerdi. Bir de baskıcı din anlayışında olmayan yenilik karşıtları vardı ki onların yayın araçları “İçtihad” ve “Yeni Mecmua” idi. Bu arada ulusçuluk akımının Araplar arasında yayılması Türkler arasında başka bir akım oluşturmasına sebep oldu. Ziya Gökalp’in önderliğinde kurulan Türkçülük akımı, “Türk Yurdu” dergisi aracılığıyla sesini halka duyurmaya başladı. Celal Nuri tarafından kurulan “İleri” dergisi ise yenileşmecilerin sesi olarak yayınlarını sürdürüyordu.

 

   B. DİNSEL BASKICILIK AKIMI

   Baskıcı dinsel akım, toplumun değişmeye açık yasalarla değil; Tanrı’nın buyruklarıyla yönetilmesinden yanaydı ve bu hâliyle aslında; demokrasi, bilimsel düşünce ve egemenlik ilkesinin düşmanı sayılırdı.

   Baskıcı olmayan İslamcı akım, laikliği ve demokratik yönetimi reddetmektedir. “Halifelik ve saltanat var olmalıdır; ancak dini kurallar zaman içinde değişikliğe uğrayabilmelidir. Bu durum zaten kaçınılmazdır” ilkesiyle hareket etmekteydi.

 

   C. TÜRKÇÜLÜK AKIMI

   Osmanlı Devleti, yıllarca “peygamberin ulusudur” düşüncesiyle Araplara ayrıcalıklı davranmıştır. Ancak kendisine asıl dayanak olan Türkleri hep küçük görmüş ve aşağılamıştır. Osmanlı’nın resmi tarihçisi olan Naima bile Türklerden, Etrak-ı İdrak (Anlayışsız Türkler) veya Etrak-ı na-pak (Pis Türkler) olarak söz etmiştir.

   Osmanlı’nın yıkılmaya yakın değerini fark ettiği Türkler, bu dönemde “Türkçülük Akımı”nı başlattı; fakat bu oluşumdaki amaç, Anadolu Türkleri değil, genel olarak Türklük idi. Anadolu ve Rumeli’deki Türk halkının demokratik bir ulusal toplum olarak örgütlenmesi değildi. Osmanlı’nın varlığını sürdürmekti amaç. Ziya Gökalp’e göre kültür ile uygarlık farklı şeylerdi. Dinsel inançların sürmesi, ancak ulusun kendi dilinde yani Türkçe sürdürülmesi taraftarıydı. Gericilik ve baskıcılığı reddediyordu. Ancak bunların yanı sıra, “halkı ‘uyruk” sayıp ayrıcalıklı bir yönetici sınıf oluşturmak, ülke yönetimini yazılı yasalar yerine “devletlü vali paşaların” takdirine bırakmak, meclisin yetkisini yeniden saltanata ve Enderun hizmetlilerine aktarmak, yeni ordu düzenini kaldırıp yeniçeri ve sipahi ocakları durumuna sokmak, adliye mahkemelerinin yerine tekrar “Divan”ı getirmek, üniversiteyi kaldırıp medreseyi yeniden diriltmek de fikirleri arasındaydı…

 

   Ç. YENİLİKÇİ AKIM

   Öncü temsilcisi Celal Nuri olan bu akıma göre Osmanlı’nın saltanat ve hilafetçi yönetimi devam etmekle beraber; düşünce, hukuk, aile, eğitim gibi alanlarda günün bilim ve felsefe olanaklarından yararlanılmalıydı. Bunların yanı sıra dinsel inançlar da yenileşmenin dışında kalmamalıydı.

   Sonuçta birçok düşünce akımı görülmekle beraber, hiçbirinin saltanat ve hilafetten bağımsız bir çare üretemedikleri gözle görülmektedir. Tüm kurtuluş çabaları her koşulda hilafetin ve saltanatın devamlılığının etrafında gelişmiştir.

 

   D. KÜLTÜR VE UYGARLIK AYRI ŞEYLER MİDİR?

   Uygarlık ve kültür birbirinden ayrılamaz bir bütündür. Tarihte gerçekleşen reformlar, Rönesans, coğrafi keşifler uygarlık için yapılmış köklü kültürel gelişimlerdir. Uygarlığı geliştiren bilim ve akıl, kültürle birbirine paralel ilerlemektedir.

   Otomobil, tren, uçak yapabilen bir toplumun, aynı düzeyde hukuk, aile, eğitim, devlet, ahlak gibi manevi öğeler bakımından da diğer geri kalmış toplumlardan farkları vardır. Bunu gerici düşüncede olanlar anlayamadılar.

 

   E. YANLIŞ SUNULAN JAPON ÖRNEĞİ

   Uygarlık ve kültürün farklı şeyler olduğunu savunanlar, örnek olarak Japonya’yı göstermektedir. Japonya bir ada toplumudur. Dolayısıyla tarihi boyunca çok az savaş görmüş ve bu sayede kültürel yapılanmasında uzun yıllar kesintiye uğramamıştır. Tarımı oldukça ilerlemiş, 19. yy. ortalarında da feodal yapısı çözülmeye başlamıştır; ancak sanayi aşamasına geçmede Avrupa’nın gerisinde kalmıştır. Yönetimlerin değişmesi ve sanayileşmede farkı kapatma uğraşları ülke içinde özgürlükten, ülke dışında ise barıştan tamamen uzaktı. Japonya’nın sanayileşmesinin yükünü, sömürgesi olan Kore ve Çin çekmekteydi. Çok geçmeden atom bombası ile sarsılan Japonya, ABD’ye kayıtsız şartsız teslim olmakla kalmamış; Amerika’nın General MacArthur’a hazırlattığı anayasa da kelimesi kelimesine Japonya’ya kabul ettirilmiştir. Bu Anayasaya göre, okullarda her türlü din eğitimi kaldırılmıştır.

   Görüldüğü gibi Japonya’nın Batıdan sadece bilim aldığı ve kültürel bir kayba uğramadığı savı gerçek dışıdır.

   (Prof Dr. Özer OZANKAYA, CUMHURİYET ÇINARI - Mustafa Kemal’i “Atatürk” Yapan Uygarlık Tasarımı; Bölüm 2)

 

Diğer Sayıda:

   III. SAKARYA’DA İKİ KILIÇ: TAM BAĞIMSIZLIK VE SÖMÜRGECİLİK

   1. AVRUPA’DAKİ GELİŞMELER

   2. KURTULUŞ SAVAŞI VE ATATÜRK DEVRİMLERİ:

   SÖMÜRGECİLİĞİ YENMENİN MODELLERİ

 

iletisim@politikadergisi.com

 

 

 

 

[Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 12’de yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 12’yi indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.