Deniz, Aşk ve Nietzsche

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Ece ERDAĞ

      Ece ERDAĞ

 

   Az önce soğukça bir denize atladım. Güneş o kadar cılız ki, ısıtamıyor ürpermiş tenimi. Gümüş martılar geçiyor üzerimden; gölgeleri titriyor martıların, denizin dalgaları susturuyor çok sesi. Bir o içimdeki gürültüler susmuyor. Yaşadığım yerden uzakta olmayı neden bu kadar seviyorum, soruyorum kendime. Neden bu kadar bağlanamaz bir halim var? Neden ütopyalarım bile suskun kalmış pesimizmim yanında?  Büyük sorularımın fonunda bir çift, bağırış çağırış atlıyorlar suya. Çift değiller, pardon, âşıklar… Çift olurlarsa o büyü bozulur. Aidiyet kötü ya, ondan. Öpüşüyorlar. Kalemi elimden düşürüyorum…

   Denize bakıyorum sonra. Gözlerimi kısıp bakabildiğim en uzak noktaya bakıyorum, ufku göremiyorum; miyobum artmış mı ne. Gerçi görülesi bir ufuk da yok ortada. Dağlar kıvrım kıvrım kıvrım… Dağları boş ver şimdi, ben denize tutkunum ve içinde denizi barındıran her şeye tutkunum… İçinde deniz olan şehirlere, denize kıyısı olan ülkelere, adı “Deniz” olan insanlara, denizli şarkılara, şiirlere, içinde denizi taşıyabilecek kadar cesur olan erkeklere, deniz kenarında yenen yemeklere, içilen rakılara, babama ki babam deniz kokar hep…

   Bir balık atlıyor önümden açığa doğru. Kongrenin son oturumunu asmanın keyfi içimde, saçlarımdan deniz suyu damlıyor. Kurumak bilmiyor saçlarım, kafamda onlarca düşünce birbirine dolanıp çözülüyor deniz suyu damladıkça saçlarımdan yere. İnsanın kalbi neden böyle güzel anlarda ağırlaşır ki? Sigara paketine uzanıyorum, âşıklar açıktaki dubanın üzerine çıkmış. Kız, çocuğun dizlerine yatmış; çocuk, yavaşça okşuyor kızın saçlarını. Ortalıkta bir karanfil kokusu dolanıyor ve bir de çıtırtılar. Nuri Bilge geliyor aklıma. Sigara seslerini abartılı kaydeder ve çok güzel olur diye düşünüyorum.

   Âşık olmak ne kadar zor oysa. Birbirinin üzerinde mülkiyet anlayışı geliştirmeksizin sevebilmek birini ne kadar zor. Gerçi abartmamak lazım, o kadar da zor değil. Sosyal psikoloji öyle bir içselleştirmiş ki bu sahip olma durumunu, kemikleşmiş. Kaldı ki ben içimdeki bu b.ktan yoksunluk hissiyle hiçbir şeyi mülküm haline getirememeyi çok iyi beceriyorken neden mülkiyet anlayışını sorun ediyorum, anlayamadım. Bilmiyorum, iyi bir şey belki bazen sahiplenmek ya da sahiplenilmek. İnsan sığınmayı da özleyebiliyor bazı gecelerde. Okulda/işte/sokakta onlarca dandik insanın yerlerde sürünen dandik egolarının dandik kaprisleriyle uğraşmaktan bıkıyor insan. Yoruluyor. İnciniyor. Baltalanmış hissediyor. Eve koşup birisine anlatmak istiyor hepsini, anlatmak ve hafiflemek. Sarılmak ve susmak istiyor.

   Aman aman. “Gitme eksperi”nden iddialı sözler dökülüyor yine. Demek ki kendime olan kızgınlığımı aşabilmişim. Çıkış noktama geri dönüyorum, beni kendime “kızdıran” adamı hatırlıyorum. The Smiths tam o anda şöyle diyor kulağıma:

   “The story is old, but i know it goes on”

   Ah, Nietzsche… Deniz kenarında bir lise, Kabataş Erkek Lisesi. Lisede bir pencere denize bakan, pencerede bir kız çocuğu. Çocuğun içinde kıpırdanan bir deniz. Denizde bir dalga, Nietzsche. Pesimizmimin kökeni, kronikleşmiş umutsuzluğumun yakıtı adam. Elimde “Tan Kızıllığı”, aforizmik bir yazarın kaleminden döküldüğü belli, yeni yeni keşfediyorum, keşfettikçe ruhumun derinlerindeki dalgalar duruluyor. Hırçınlığım diniyor. Yaşamı bu kadar ciddiye almak ne kadar doğru, sorguluyorum. Ama belli ki kafa aynı kafa, yine bir konfüzyon… Öyle mi böyle mi düşünceleri, “bu nasıl bir adam; tam da düşündüğüm şeyi yazmış” sesleri. “Ne okuyorsun” diyor Gülçin Orkan tam o anda. “Eyvaah, seni de kaybedeceğiz belli ki” diyor görünce elimde kitabı, gülümsüyor. Sosyoloji ve felsefe öğretmenimiz Gülçin Orkan. 68 kuşağını bize hissettiren, hümanizmi kabul ettiren güzel kadın. “Çocuklar ben lisede sizin gibi değildim, ikmale kalırdım” diyebilecek kadar cesur. “Yaşama karşı sorumluluğumuz, daha yücesini yaratmaktır. Daha alçağını değil”in aslında ne olduğunu anlatan kadını, Gülçin Orkan’ı 2002’de kaybettik. O sıralarda İzmir’deydim ve İzmir’e lanetler yağdırıyordum; İzmir’in ne alakası varsa…

 

Öyle bir hayat yaşıyorum ki,
Cenneti de gördüm cehennemi de
Öyle bir aşk yaşadım ki
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de
Bazıları seyrederken hayatı en önden,
Kendime bir sahne buldum oynadım
Öyle bir rol vermişler ki,
Okudum okudum anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde,
Hem kızdım hem güldüm halime,
Sonra dedim ki ’söz ver kendine’
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin.
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.
Öyle bir hayat yaşadım ki,
Son yolculukları erken tanıdım
Öyle çok değerliymiş ki zaman,
Hep acele etmem bundan, anladım

 

   Aradan yedi uzun yıl geçmiş… Deniz kenarında bir şezlong, şezlongda yatan bir kız çocuğu. Çocuğun elinde bir defter, defterde bir deniz… Denizde dalgalar…  Alelacele kalkıyorum, yalnız başıma çıkıyorum merdivenleri… İçimde dalgalar kıpırdanıyor, galiba âşık oluyorum.

 

   Nisan 2009, Marmaris

 

iletisim@politikadergisi.com

 

 

[Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 14’te yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 14’ü indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.