Gündeme Dair (Sayı 9)

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

   Bir önceki sayımızda Gündeme Dair bölümünü yazmaya ne yazık ki fırsatım olmadı; ama değerli arkadaşım Emrah ÖZDEMİR bu bölüm için gereken özveriyi göstererek dergimizin geleneğini sürdürdü. Açık konuşmak gerekirse benden de daha iyiydi.

   Gündeme Dair tespitlerim konusunda ise ne yazık ki bu kadar iyimser olamayacağım. Her sayı da umarım bu sefer kötü şeyler yazmam diyorum; ama yöneticilerimiz, azgın yazarlarımız, yazan ve yönetenlerimiz ve benzerleri rahat durmuyorlar. Bir de bunların yaptıklarına dağda ve aramızda gezen birkaç mankafa eklenince iş ne yazık ki çığırından çıkıyor.

   29 Ekim coşkusundan, 10 Kasım hüznüne ilerlerken tarihe saygısızlık ne yazık ki devam ediyor.

   Kimilerine göre ise tam tersi bir durum söz konusu. Yani 29 Ekim hüzünle geçiriliyor, 10 Kasım coşku ile kutlanıyor.

   İşte bu farklı sevinç ve hüzün duyguları da toplumda kutuplaşma yok diyenlerin yalanını büsbütün ortaya çıkarıyor.

   Bilmiyorum okurlarımız dikkat ediyorlar mı ama her 29 Ekim bir önekine oranla daha sönük geçiyor. İnsanlar 29 Ekim’i sadece bayraklarını asarak kutlar hale geliyorlar. Eskiden stadyumlar dolar, taşardı. Okullarda törenler düzenlenirdi. Öğrenciler koşarak ya stadyumlara ya da okullarına giderlerdi. Ne yazık ki ben bu olayların çoğuna artık şahit olamıyorum.

   Okullar böylesi önemli günlerde tatil oluyor, öğrenciler evlerinde bayramın tadını değil, uykunun tadını çıkarıyor.

   Hâlbuki ben 29 Ekim 1923 tarihinde heyecandan uyuyamayan insanlar olduğunu düşünüyorum. Bugün gelinen nokta ise gerçekten bu anlamda düşündürücü.

   Daha iyi olmasını umarak gündem üzerine konuşmaya başlasak iyi olacak.

  

   Aktütün Saldırısı

   Bu sayımızda da üzülerek şehit haberlerini konu almak durumundayız.

   Aktütün neresi?

   Hakkari ilindeki Şemdinli ilçesinin bir köyü..

   Şimdi bazı ilginç veriler üzerinde konuşmaya çalışalım.

   “PKK, yani Kürdistan İşçi Partisi silahlı eylemlere ilk kez nerde ve hangi tarihte başladı” sorusu bizim çıkış noktamız olsun.

   Bu soruya hemen cevap verelim. PKK ilk silahlı eylemlere 15 Ağustos 1984’te Şemdinli ve Eruh baskınlarında başvurdu. Bu saldırılarda Şemdinli’de bir subay, bir astsubay ve bir er yaralandı.

   Peki, PKK’nın şehit ettiği ilk Türk subay Adnan ŞEN ne zaman ve nerede şehit edildi?

   O sorunun cevabı da şu: 30 Ağustos 1984’de Hakkari ilinin Yüksekova ilçesinde. Yani ilk şehit subayımızı Zafer Bayramı’nı kutlarken verdik.

   Peki, Türk ordusu PKK’ya karşı ilk toplu şehitlerini ne zaman  ve nerede verdi?

   Cevap: 9 Ekim 1984 tarihinde Hakkari ilinin Çukurca ilçesinde. Bu saldırıda ne yazık ki 9 şehit verildi.

   (8 Kasım 2008 tarihinde TÜYAP Kitap Fuarı’nda bu bilgileri kitabında paylaşan Sayın Osman Pamukoğlu ile görüşme fırsatı yakaladım. Umarım yakın zamanda dergimiz için bu konuları içeren bir mülakat yapacağız.)

   Dikkat edilirse PKK terör örgütü saldırılarının hepsini kısa bir periyot içinde Hakkari’de gerçekleştirmiş.

   Bugün bu durumda hiçbir değişiklik yok. Aktütün Köyü’nde bulunan Aktütün Askeri Karakolu son 6 ay içinde iki kez ölümle sonuçlanan baskınlara maruz kaldı.

   Şehit er Ramazan Yeşil ise ailesi ile yaptığı telefon görüşmesinde bir hafta içinde üç saldırı olduğunu bildiriyor ve eve zor döneceğini söylüyordu.

   Ayrıca -isteyen girip bakabilir- Aktütün Karakolu’na yapılan Mayıs 2008 tarihli saldırının görüntüleri terörist kamerasınca an ve an çekilmiş. Dünya bu görüntüleri youtube üzerinden izleyebiliyor. Dağdaki teröristlerin konuşmaları ise ilginç:

   “ben burayı her gün gözetliyorum”

   Geçmişin izleri ve bugünün duman kokusu içerisinde ne yazık ki Aktütün Karakolu’na yönelik saldırılar engellenemiyor.

   Her şehit cenazesi sonrası “Şehitler ölmez, Vatan bölünmez” sloganları artık sadece kuru gürültüden ibaret hale geliyor.

   Terörü destekledikleri herkesçe bilinen Talabani ve Barzani hiçbir şey olmamış gibi ülkemize girip çıkıyor.

   Ordu ile hükümet terör konusunda saatlerce görüşmelerine rağmen anlaşamıyor; ama hükümet temsilcileri Barzani denilen soytarının ayağına gidip kısa bir sürede Barzani ile işbirliği yaptıklarını açıklıyorlar.

   Büyük Ortadoğu Projesi sonrası güçlenen Barzani ve Talabani evlerinde rahat rahat uyuyor; bizim yürekleri yaralı annelerimiz, evladı kahramanca çarpışan annelerimiz geceleri kabuslar görüyor, çoğu zaman uyuyamıyor.

   Üstelik bunları güçlendiren Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eşbaşkanı olan zat da bizim Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan.

   Bu karmaşık ilişki ağının orduyu yıpratma girişimi olduğu apaçık ortada.

   Çünkü; Genelkurmay Başkanlığı kime bağlı?

   Başbakanlığa..

   Çünkü; Talabani ve Barzani hangi projenin maşaları?

   Büyük Ortadoğu Projesi’nin..

   Çünkü; Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eşbaşkanı kim?

   Recep Tayyip Erdoğan..

   Bundan daha karmaşık bir ilişki ağı olabilir mi?(!)

   İlerleyen sayfalarda okuyacaksınız. Erdal Sarızeybek çok önemli bir tespitte bulunuyor. “Bizim paşalarımıza sus emri, APO’ya örgütü yönetme imkanı

   Biz de avazımız çıktığı kadar “Şehitler ölmez, Vatan bölünmez” diye haykırıyoruz.

   Doğruyu söyleyelim. İşin doğrusu şu ki bilinçli toplumların şehitleri ölmez. Bir toplum bilinçsiz ise, bırakın şehidini her türlü değerini yitirir. Bu acı gerçekle yüzleşmek bugünün tarihinde yaşayanlara kısmet olmuştur. O yüzden bilinçlenmeli ve gerçekleri görmeliyiz.

   Çıkıp Başbakan’a, “kardeşim sen neyin eşbaşkanısın, çık bir açıkla bakalım” diye sorabilmeliyiz.

   Aktütün Karakolu’na düne kadar neden devlet sahip çıkmadı diye sorabilmeliyiz?

   Maşaların maşası olanların, paşasının kim olduğunu sorabilmeliyiz?

   Yok bu soruları soramıyorsak, bu sorulara sormaya cesaretimiz yoksa yazık bizim gençlerimize, yazık bizim gençliğimize.

 

   Şehit Kanından Siyaset

   Aktütün Karakolu sonrası tüm parti liderleri görüşlerini açıkladılar. Muhalefet, hükümete doğası gereği yüklendi.

   Hükümetin Başkanı ise “şehit kanından siyaset yapanlar şehit kanında boğulacaktır” dedi.

   Evet, bu sözü söyledi ve bu sözü söyleyerek gündeme dairin bir kez daha konuğu oldu.

   Sitemizdeki yazılarımda da belirttim, tekrar belirteyim. Şehit kanı üzerinden siyaset yapıp, prim kazanmaya çalışıyorlar lafı, şehit kanı üzerinden siyaset yapmanın en kirli ve aşağılık yüzüdür.

   Ne yapacaktı muhalefet?

   İktidara bu konuda hesap sormayacak mıydı?

   Şehitlerimiz var, hiçbir şey konuşmak istemiyoruz mu diyeceklerdi?

   Yoksa pompalı tüfeklerine sarılıp sokakta terörist avına mı çıkacaklardı?

   Gerçekten siyasi ahlakımız yerlerde. Siyasi etik konusunda oldukça tartışılan Machiavelli’yi bile geride bıraktık. Vallahi pes.

 

   Hüseyin Üzmez Tahliye Oldu

   Hüseyin Üzmez’in tahliyesi birçok kişiyi üzdüğü gibi, bir çok kişiyi de üzmeyip sevindirdi. Avusturalyalı, kızına yıllarca tecavüz eden baba, bu olayı duyduğu zaman acaba hapisten yırtar mıyım diye düşünmeye başlamış.

   Hatta Hüseyin Üzmez gibi (yalandan) İslamcı olmaya da karar vermiş.

   Yukarıdaki hikayeyi tamamen ben uydurdum. Ama yakın zamanda gerçekleşirse emin olun şaşırmam.

   Vakit Gazetesi’nin, hali vakti yerinde yazarı Hüseyin Üzmez 14 yaşındaki bir kız çocuğuna cinsel taciz iddiasıyla cezaevine girmişti.

   Bursa Uludağ Üniversitesi yaşanan olay sonrası yaptığı incelemelerde 14 yaşındaki kızın (çocuğun) ruh halinin yerinde olmadığına ve psikolojik dengesinin bozulduğuna kanaat getirdi.

   Daha sonra yaşanan süreçte Adli Tıp Kurumu bunun aksi yönünde bir karar verdi ve Hüseyin Üzmez tahliye edildi. İlginç olan ise raporu hazırlayan kişinin bu işte sabıkalı olması. Herhangi bir tepki de o zaten sabıkalıydı demek için herhalde.

   İşin ilginç yanı küçük kızın ailesi de Hüseyin Üzmez’den yana.

   Hüseyin Üzmez’in küçük kızın annesi ile de ilişkisi olduğu biliniyordu. Bunu duyan baba çok içerlemiş olacak ki kızı ile Hüseyin
Üzmez arasında yanlış bir şey geçmediğini söyledi.

   Ne yazık ki insan doğacağı aileyi seçemiyor.

   Sanırız ki bu işin peşi bırakılmayacak ve Hüseyin Üzmez denilen din istismarcısı hak ettiği yeri bulacak.

   Hüseyin Üzmez ile ilgili vakalar bu kadarla da bitmiyor.

   Tahliye olduktan birkaç saat sonra bir ana haber bültenine (utanmadan) çıkan Üzmez, spiker hanımefendiye oldukça zor anlar yaşattı.

   Spikeri kendisine komplo kurmak ile suçladı. Esti, gürledi. Ağzından Allah, din lafını hiç düşürmedi.

   İslam’a göre 14 yaşında bir kız ile evlenilebileceğini söyledi. Ben İslam’a bakarım, gerisi beni ilgilendirmiyor dedi.

   Ben gazeteci vurmuş adamım dedi.

   Size açık söyleyeyim. Hüseyin Üzmez bu şekilde davranmaya devam ederse ben gazeteci vurmuş adamım diyen birisi daha karşımıza çıkabilir.

   Peki, Vakit Gazetesi’nin tutumuna ne demeli?

   Hüseyin Üzmez bu olaydan cezaevine girdiği zaman, Vakit Gazetesi’nde şu satırlar yazılıydı:

   “Hüseyin Üzmez’in TV kanallarında, İslâmi ölçülerimize uymayan konuşmalarını tasvip etmemiz mümkün değildir.

   Hüseyin Üzmez tutuklandığından bugüne hiçbir yazısı gazetemizde yer almamıştır.”

   Şimdi ne oldu biliyor musunuz?

   Vakit Gazetesi, Hüseyin Üzmez’in en büyük destekçisi oldu.

   Üzmez’i protesto etmeye gidenler dayak yedi.

   Vakit Gazetesi amacını belli eden bir afişle duvarları süsledi. Ne yazıyordu o afişte? Bunu yan taraftaki resimde görebilmek mümkün.

   Kısacası Vakit Gazetesi resmen şeriat isteğini bir kez daha haykırdı. Okuyan Cumhuriyetçilere duyurulur.

 

   DTP’nin Durumu

   DPT’li vekiller artık icraatlarını gizlemiyorlar. Doğu’da yaşanan tüm karışıklıklarda başrolü onlar oynuyorlar.

   Bu konu hakkında çok bir şey konuşmak istemiyorum. Buradan herkesin gözleri önünde DPT’li vekillere röportaj talep ediyorum. Yürekleri varsa Politika Dergisi’nin karşısına çıkarlar.

   Çocukları Türk polisinin önüne atmakla, terör örgütü üyesi olan birkaç çapulcuyu terörist saymamakla Meclis’te demokrasi mücadelesi verdiğini söyleyen bu vekiller yalancıdır.

   Her bir vekil Türkiye Cumhuriyeti’nin vekili olduğuna göre bizi böyle hainler temsil edemez, etmemelidir.

   Bunların düz ovada siyaset anlayışı budur ve bu siyaset anlayışına artık prim verilmemelidir.

   Bu milletvekillerinin Meclis’ten uzaklaştırılmaları için Meclis bir an önce harekete geçmelidir. Bazı şeylerin inceldiği yerden kopması gerektiğini ben bir Türk Genci olarak haykırıyorum. Kimse Türkiye Cumhuriyeti aciz bir yapılanma olara göremez, gösteremez.

   Türk şehidine üzülmeyen, dağdaki robotların ölümüne üzülen milletvekillerinin Atatürk’ün, Türkiye’nin Meclisi’nde işi olamaz.

   Bu demokrasi karşıtlığı ise ben kendimi demokrat da saymıyorum.

   Talebimi yineliyorum. Yüreğiniz varsa Politika Dergi’nin karşısına çıkın ve asıl amaçlarınızı bize açıklayın.

   Ben, tek amaçları Türkiye’nin itibarını yok etmek olan bu insanların vekilliğini tanımıyorum.

 

   Pompalı Tüfek Olayı

   Çıkan karışıklıklar sonrası hatırlayacağınız üzere Taksim’de bir vatandaşımız pompalı tüfeğine sarılarak göstericilere karşılık vermişti.

   Daha sonra bu vatandaşımız kayıplara karıştı.

   Başbakan R. Tayyip Erdoğan ise medyanın önüne çıkıp olaya şöyle bir yorum getirdi:

   “Vatandaşlarıma sabır tavsiye ediyorum. Ama bu sabır nereye kadar olacak, onun endişesi içindeyim. Mağazasının camlarını indirir, hayatına kastederseniz, vatandaş da elinde eğer böyle bir tedbiri varsa kendini savunma yoluna gidecektir!..”

   Başbakan vatandaşa sabır tavsiye etmekte son derece haklı; ama tedbir için bir pompalı tüfeği önermekte de o derece haksız.

   Bu bir iç karışıklık demektir ve bunun vatandaşa önerilmesi oldukça kaygı vericidir.

   Bu olayları sona erdirmek politikacıların işidir.

   Deniz Baykal çok doğru bir tespitte bulundu. “Vatandaş kendisini pompalı tüfek ile koruyacaksa sana ne gerek var” dedi.

   Aynen katılıyorum. Bu sorunların çözüm arenası politik alandır.

   Politik alanında yapması gereken az önce söylediğim gibi içlerindeki bölücü unsurları tasfiye etmektir.

   Bu unsurların tasfiyesi bu yolda kararlı bir adımın göstergesidir. Sonrası ise Büyük Ordumuzun ve güvenlik güçlerimizin işidir.

   Kısacası pompalı tüfek vatandaşların elinde değil, güvenlik güçlerimizin elinde olmalıdır.

   Bu konuda hiçbir şekilde iyimser olamayacağım; çünkü şu anki durumun hiçbir iyimser yanı yok.

   Bağımsız devlet söylemlerini ilk kez bu kadar şiddetli hissediyor Türk ulusu.

   Bu söylemleri azaltmanın yolu bir daha tekrarlıyorum kararlı bir duruştur.

 

   Ekonomik Krizin Etkileri

   Bu konuya birçok yazarımız makalelerinde değindi; ama ben yine de küçük iktisat bilgim ile birkaç şey söylemek istiyorum.

   Osmanlı Devleti Balta Limanı Antlaşması’nı imzaladığı zaman başına gelebilecek olan hiçbir şeyi tahmin edememişti. Çünkü kendisine çok fazla güveniyordu.

   Bugün yaşanan küresel kriz karşısında da Türkiye Cumhuriyeti aynı tavrı sergiliyor.

   İşi Allah’a havale ederek ekonomisini ayakta tutmaya çalışıyor.

   Buna da “Hamdolsun Ekonomisi” deniyor. Hamdolsun ekonomisi toplumsal hayata yayıldığında ise bir hamdolsunculuk alıp başını gidiyor.

   Doların yükseliş seyri ve buna avronun da eşlik etmesi ülke genelinde YTL’den bir kaçışı da beraberinde getirdi.

   1 dolarla bir birim mal alan bir ithalatçı, parasının değerinin yükselmesiyle 1 dolara daha çok birim mal almaya başladı. Aynı şey avro içinde geçerli.

   Bunun üretimi arttıracağını sanabiliriz. Nitekim üretim mallarına sahip olursanız arttırır da; ama üretmemekte en başlara doğru giden ülkemiz, üretmek için dışarıya bağlı durumda.

   Paranızın değerinin düşmesi de dışarıdan daha çok nakit ile mal almanıza sebep olduğundan yaşanacak üretim artışının ne kadar olacağını tahmin etmek her haldeki zor olmasa gerek.

   Tüm bunlar olurken de “Hamdolsun, kriz bizi etkilemez” demek pek mantıklı görünmüyor.

   Kriz dünyanın en büyük ekonomisi kabul edilen ABD’yi bile bu biçimde etkilemişken, bizi nasıl etkilemez anlamak mümkün değil.

   Söz konusu krizin iş arzına ve iş talebine etkilerini görmezden gelmek de sanırız ki Hamdolsun Ekonomisi’nin bir varsayımı.

   Krizi sadece mali açıdan düşünmek, toplumsal yapıyı geri plana itmek, sanırız ki Hamdolsun Ekonomisi’nin diğer bir özelliği.

   Babalar gibi satarımcı anlayışla yürüyen Hamdolsun Ekonomisi’nin dayanacağı noktayı gerçekten merak ediyoruz; ama uzun süre dayanması içinde dualarımızı eksik etmiyoruz.

   İşte bu dua da hamdolsuncu bir toplumun üyesi olduğumuzu kanıtlıyor.

 

   Dengir Mir Mehmet Fırat Görevinden Alındı

   AKP’nin hükümet üyesi, parti başkan yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat görevinden alındı.

   Üzerine konuşacak çok şey var aslında; ama ben birkaç kilit noktadan bahsedeceğim.

   Görevden alınışının sağlık sorunları nedeni ile olduğunu kendisi açıkladı Mir Mehmet Fırat.

   Ben zaten Kemal Kılıçdaroğlu ile çıktığı açık oturumdaki terlemelerinden anlamıştım hastalanacağını.

   Belki de, Kemalizm travma yarattı diyordu ya, kendisi de bu travma sonucu rahatsızlanmıştır.

   Ya da DTP’liler ile yediği yemek midesine dokunmuştur.

   Geçmiş olsun Fırat.

   Obama ABD’nin Yeni Başkanı

   Günlerdir gündemi meşgul eden ABD seçimleri nihayet sonuçlandı. Obama ABD’nin yeni başkanı sıfatını kazandı.

   Ayrıca Obama, ABD’nin ilk siyahi başkanı.

   Mel Gibson’un oynadığı Vatansever filmini herkes hatırlayacaktır. O filmde siyahiler kölelik ızdırabından kurtulmak için Amerika’nın yanında İngilizler ile savaşıyorlardı. Nitekim kendi özgürlüklerinin yanında Amerika’ya bağımsızlığını da kazandırmışlardı.

   Sonradan ne olduysa Amerika’nın Afrika’yı sömürmesine pek ses etmediler.

   Kenyalı Obama seçim kampanyalarında Türkiye için kritik konuları konuşurken bizleri oldukça telaşlandırdı. İstatistikler bizleri telaşlandıracak konularda konuşan başkanların daha sonra fikirlerinden caydıklarını gösteriyor.

   İster caysın, isterse caymasın. Obama’dan tek isteğimiz bizim obamıza göz dikmemesi.

   Obama, benim Obama göz dikme! Oldu da dikerse ne olur?

   Bu da bizim iktidarlarımızın yalakalık seviyesine bağlı.

   Buradan iktidarlarımıza sevindirici bir not ileteyim: “Obama’nın seçileceğini on sekiz yıl önce söyleyen kâhin, Obama’nın Amerika’nın çöküşüne yol açabileceğini söyledi.”

   Bu sebeple fazla yalakalığa gerek yok. Hem Kenya’dan çıktı belki bizden de bir ABD başkanı çıkar.

   Değerli Milliyet Gazetesi yazarı Melih Aşık’ın köşesinde ilginç tespitlerde bulunan Akif Gökçe’nin yazısıyla bu konuyu kapatalım.

“Barack Obama’nın diğer adı da Hüseyin’miş.

Bush dünyayı üzmüştü, umarız Hüseyin ÜZMEZ…”

 

   Aleviler Ankara’da

   Alevi vatandaşlarımız ezilmişliklerinin duygusunu Ankara’da haykırdılar. Türban için özgürlük diye ortalığı birbirine katan; ama Alevileri her fırsatta unutan hükümete tepkilerini dillendirdiler. Kendilerine mücadelelerinde bir Alevi olarak başarılar diliyorum.

 

   Başbakan ve Şiir

   Yıllar önce okuduğu şiirle başı belaya giren  Başbakan Erdoğan şiir okurken yine pot kırdı. Başbakan’ın her şiiri bir olay. Umarız yakın zamanda bir şiir kitabı çıkartmaz.

   Bu vesile ile Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı anıyoruz; ama gururumuza dokunan dil kurultayının dilimize katkıları yadsınamaz olan Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiirini bilmemesi.

 

   Mustafa Filmi Vizyona Girdi

   Uzun süredir beklenen “Mustafa” filmi vizyona girdi, vizyonla beraber tartışmaları da beraberinde getirdi.

   Önceki sayımızda filmin afişini dergimize koymuş ve hiçbir değerlendirmede bulunmamıştık. İsabetli bir karar verdiğimizi bugün görebiliyoruz.

   Dikkat edilirse filmden hiçbir Atatürkçü aydın memnun değil.

   Şunu bilmek çok önemli: “Eğer Atatürk ile ilgili bir yapıt ortaya koyuyorsanız bu yanlışlıklar içermemeli”

   Ayrıca Atatürkçü olma sıfatı Atatürk’ü yanlış gösterme hakkını da kimseye vermez.

   Biz bu sayımızda Atatürk’ü anlattık. Bir belgesel çekemedik; ama elimizden geldiğince onu anlattık.

   “Mustafa” filmine rakip değiliz tabii ki; ama bizler Atatürk aşıklarıyız.

   Bu sayımızda benden bu kadar. Değinemediğim konular var; ama dergimizin bana ayırdığı sayfa sayısı bu kadar.

   Görüşmek üzere Ata’nın mirasları…

 

gokhan.dag@politikadergisi.com

 

Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 9’da yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 9’u indirmek için buraya tıklayınız. 

 

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.