Kafkasya’da Neler Oluyor?

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Burak İNAN

 

   Geçtiğimiz günlerde, hepimiz, Rusya’nın Gürcistan’a girmesini ve bölgedeki sıcak gelişmeleri takip ettik. Olayların gelişim aşamasına ve bazı tarihsel gerçekleri de göz önüne alarak yaşanan krize bakmakta fayda var.

   Gürcistan’ın tarihi, Osetya ve Abhazya konusu

   Yüz yıllar boyunca İran, Rusya ve Osmanlı Devleti’nin çekişmesine sahne olan Gürcistan, 1801’den itibaren Rusya tarafından ilhak edildi. 1918-1921 arasında, “Demokratik Gürcistan Cumhuriyeti” adı altında bağımsız bir devlet hüküm sürdü. 1921’de, bu ülkeye Kızıl Ordu girdi ve Gürcistan, Sovyet cumhuriyetlerinden biri oldu. 1991 yılında yeniden bağımsızlığını kazandı.

   Güney Osetya, Sovyet döneminde, Gürcistan’ın kuzey kesimindeki özerk bir bölge olarak kuruldu. Bu statü ve adından dolayı, Gürcistan bağımsızlığını ilan ettikten sonra, Gürcü hükümeti tarafından kaldırıldı. Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde, Moskova yönetiminin desteğiyle bağımsızlığını ilan etti.

   Lenin döneminde, S.S.C.B.’yi oluşturan 16 bağımsız cumhuriyetten biri olan Abhazya; Stalin döneminde Gürcistan’a bağlanarak özerk cumhuriyet statüsü verilmiştir. 1994 yılında bağımsızlığını ilan etmiş; ama Abhazya Cumhuriyeti adını taşıyan bu yönetim bugüne değin herhangi bir ülke tarafından tanınmamıştır.

   Görüldüğü üzere; doğal bir birlik ve ulus yaratma sürecinden ziyade, yapay bir birliktelik oluşturulmuştur. Ülkenin güneyi de kuzeyi kadar sorunludur, burada da Acar yönetimi bulunmaktadır. Bu kadar ufak bir ülkede (69.700 km2) bu kadar çok bölünme ve kargaşanın nedenlerinden biri de budur.

   Gürcistan, coğrafi konum olarak önemli bir yerdedir: Hazar petrollerine giden yol üstünde ve “kaynayan kazan” Kafkasya’nın içindedir. Bütün bu sebepler, yaşanan olayları açıklamaya yeterli midir? Bizce değildir. Son Rus müdahalesi, enerji mücadelesinden daha fazla anlam taşımaktadır; kanımızca, bölgenin ve hatta dünyanın geleceğini ilgilendirecek gelişmelere gebedir.

   Kriz ve çürüyen tezler!

   Gürcistan’a Rus müdahalesi, önemli bazı sonuçların altını bir kez daha çizdi:

   Öncelikle, S.Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezi çuvallamıştır. Ortodoks Gürcüler, Ortodoks Ruslara karşı; azılı Rus düşmanı Müslüman Çeçenler, Gürcülere karşı Rusların yanında; Protestan ABD, Ortodoks Gürcülerin arkasında ve yine çoğunluğu Ortodoks Osetler, Ortodoks Ruslarla beraber; fakat Ortodoks Gürcülere karşı…

   Etnik çatışma tezleri, ilk bakışta, en geçerli tez gibi gözükmektedir; fakat tıpkı “din çatışması” tezlerinde olduğu gibi, gerçekten tutarlı bir zemine oturmamaktadır. Keza Ruslarla yıllarca çarpışmış Çeçen ve Çerkezler, son krizde Rusya tarafında savaşa katılmışlardır. Aynı şekilde, Müslüman Gürcülerin çok olduğu Acaristan bölgesi de, Saakaşvili’nin “gül devrimine” kadar bağımsızlıklarını ilan etmiş ve çatışma halinde yaşamışlardır. Bununla birlikte, dönemin Acaristan başkanı Abaşidze, Rusya yanlısı politikalar gütmesine rağmen gerekli desteği bulamayıp Rusya’ya gitmiştir.

   Yaşananlar ve tarih, bize işlerin çok karışık olduğu izlenimini veriyor. Haklılık payı da yok değil; ancak konuya vakıf olmakla beraber, yaşananları küresel gelişmeler çerçevesinde bir kez daha gözden geçirdiğimizde tablo yeniden netleşiyor.

   Yaşanan olaylar vasıtası ile Rusya’nın Gürcü topraklarına girmesi, önemli bazı sonuçlar doğurdu. Öncelikle; işgalci ABD’ye yeniden katılan Rusya, gözümüzün önünde bir işgal gerçekleştirdi. ABD’nin politik işgaline, askeri bir işgal ile cevap verilmiş oldu. Burada “dengeler yeniden kuruldu” demek zor. Nitekim ABD, buna karşın, Polonya ile “füze kalkanı projesi”ni hayata geçirmek için jet hızıyla anlaşma imzaladı. Rusya’dan kopan Ukrayna ve işgali yaşayan Gürcistan, NATO kuvvetlerini ilk kez topraklarına davet etti. ABD’nin “yardım” gemileri, çok tartışmalı bir şekilde, Montrö Antlaşması’nın delindiği iddiaları ile boğazlardan geçti.

   Rus gazetelerinin, savaşın başında ve sürecinde, Gürcistan’a maddi destek vermekten ve Gürcistan’ın ordusunu eğitmekten ötürü suçladığı bazı ülkeler oldu. Bunların başında İsrail ve Türkiye vardı, keza Ukrayna. Şu anki durumdan sorumlu tutulan ülkeler olmasının yanı sıra; kamuoyunun bilmediği şey, Saakaşvili döneminde Türkiye ve İsrail’den gelen yardımların ve hibe edilen askeri araçların ne anlam taşıdığı idi.

   Rusya, bu ülkelere ve bize açıkça tehditler savurdu. Bölgenin Ermenistan ve Azerbaycan gibi düşman iki ülkesinde, yeni durumda pozisyon almaya çalıştılar.

   Buradan anlayacağımız üzere, işgal, Kafkasları -hiç olmadığı kadar- ABD’nin yanına itti. Türkiye ise komik ve “güdümlü” bir projenin peşine düştü. Komik; çünkü değil birlik kurmak, aynı semte uğramayacak taraflara “barış elçiliği” yapılacak. Burada Türkiye -maalesef- ABD elçiliği yapmaktadır; çünkü hazırlanan proje, Türkiye’nin lehine değil. Aksine, BOP bağlamında, bölgenin geleceği için son derece vahim bir projedir. ABD, bu projeye “Kafkas Barış Evi” diyor. “Barış Evi” şöyle kurulacak: Rus emelleri ve “nükleer” bir İran, Kafkaslar’daki istikrara asıl düşman olarak ilan ediliyor. Dolayısıyla; ABD, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Türkiye ve İsrail “sözde” istikrar için bir masaya oturtulacak. Tabii bunun için Türkiye Ermenilerle uzlaşmak zorunda! Azeriler de Karabağ’ı bırakacak. Ermenistan, bir iki kenti bırakacak. Barış ilan edilecek. Bugün için Rusya yanlısı gözüken Ermenistan, böylelikle ABD saflarında olacak. Gürcistan, zaten fiilen ABD sömürgesi haline geldi. Türkiye ise parçalanma tehdidiyle o masaya zorla da olsa oturtulacak. Bu projede Azerbaycan’da “turuncu devrim” denemesi yapan ABD başarılı olamadı, şimdi olası bir İran saldırısı öncesi Azerilerle de “uzlaşmaya” varılmak isteniyor. Buna karşılık, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın Suriye ve Türkiye gezileri de farklı bir anlam kazanmakta.

   Bütün bunlarla; Kuzey Irak’ta kurulan kukla Kürt devleti ve güneyde İsrail arasına bir nevi “set” çekilmiş, İran saldırısı öncesi bütün “karşıtlar” tam manasıyla kıskaca alınmış ve saldırı öncesi “pürüzler” ortadan kaldırılmış olacak. Türkiye, kendisini böyle bir duruma sokmamalıdır. Zira bu, aynı zamanda, Büyük Kürdistan hayallerinin gerçeğe dönüşmesi demektir.

   Füze kalkanı projesi ise bir “kalkan” olmaktan çok daha fazla anlam taşımaktadır. Tek nükleer güç olma isteğindeki bir ABD, çok kutuplu nükleer güçten çok daha tehlikelidir. Bu “kalkan” projesinde, Rusların nükleer gücünü ve olası İran nükleer gücünü etkisiz hale getirerek; kendisini yegane güç yapma amacındadır. Bu, aslında, savunmadan ziyade saldırgan bir politikanın habercisidir; çünkü nükleer taraflardan biri diğerini tehdit edemeyecekse, elindeki güç ne olursa olsun, artık bir “tehdit” oluşturmayacaktır. Geçmişteki soğuk savaş döneminde nükleer silahların kullanılmamasının nedeni, bunu kullanmak isteyen tarafın kendi topraklarını da tehlikeye attığının bilincinde olmasıdır.

   Yaşananlar ile çürüyen bir tez de “eski tip sömürgeciliğin bittiği” tezidir. Afganistan ve Irak’taki durumu yıllardır görmezden gelenler veya “istisnai durum” sayanlar için, son işgal ve savaş, emperyalizmin hiç değişmeyen istilacı ve sömürücü karakterinin yine değişmediğini ve işgalin de hâlâ en etkili metotlarından biri olduğunu gözler önüne serdi.

   Savaşı “delirmiş ve öngörüsüz bir lider” olarak sadece Saakaşvili’ye mal etmek, gerçeklerin görülmesine de engel teşkil edecektir; çünkü Saakaşvili bir ABD piyonudur ve herkes çok iyi bilir ki “piyonlar” en kolay harcanır. Bugün gerek Rusya, gerek ise ABD; değil piyon liderleri, “piyon toplulukları” bile gözlerini kırpmadan harcayabilirler.

   Pekâlâ, yaşananların adı ne?

   Ezilenler, ezenler ve Türkiye’nin yapması gerekenler

   Bütün bu aktardıklarımız ışığında, meselenin, ABD’nin emperyalist işgal planlarından ve tüm dünyada tam hakimiyet planlarından ibaret olduğunu yazmak çok da abartılı olmaz.

   Bu yaşanalar, bizlere; “ezen ulus - ezilen ulus” çelişkisini, yani “merkez - çevre” çelişkisini bir kez daha hatırlatmış ve doğruluğunu kanıtlamıştır. Dünyada ezilen ve ezen uluslar arasındaki mücadele dışında, bir de ezenler arasındaki mücadele vardır. Emperyalist paylaşım savaşları buna örnekken, ulusal kurtuluş savaşları da diğerlerine örnektir. Filler tepinirken yine çimenler ezilmektedir.

   Türkiye, bu tuzağa düşmemelidir, ABD politikalarının aracılığını yapmak, bize ancak zarar verir. Rusya’nın ise her halükarda kendi çıkarlarını koruyacağını göz önüne alarak ve savaş esnasındaki tutumundan yola çıkarak “sığınılacak liman” olmadığı anlaşılabilir.

   Zaten böyle teslimiyetçi ve “mandacı” bir zihniyetle, bir emperyalistin elinden ötekinin eline savrulur durursunuz. Savaş; gerek Ortadoğu Kafkas hattı, gerek Kürdistan’ın kurulması, gerek İran saldırısı, gerek Kıbrıs hattı ve gerekse “enerji akışı” bakımından birçok şeyi değiştirebilir.

   Türkiye, dik durmak zorundadır. Türkiye, parçalanmanın ve hatta işgalin eşiğindedir ve güvenilecek kimse yoktur. İç politika ve siyaset müthiş bir dezenformasyon ve propaganda ile kaosa sürüklenmekte; şeriatçı, Kürtçü, liberal ittifakı ABD projesinin yanı başında konumlanmaktadır.

   Türkiye, Atatürk’ün “tam bağımsız ve mücadeleci” politikasına dönmedikçe; kurtuluşu aramak olası değildir. Bizi bu kıskaçtan ancak böyle bir duruş ve politika kurtarabilir; ancak bu şekilde zincirlerimizi kırabiliriz.       

   Yoksa, işler buralarda çok daha fazla karışacak. Kimin elinin kimin cebinde olduğu çok saklı değil; ama hâlâ göremeyenler var.

   Bir zahmet uyanıversinler.

   Zira, ayağımızın altından toprak kaymakta.

   Aydınlık yarınlar…

 

iletisim@politikadergisi.com

 

 

 

Bu yazı; Politika Dergisi, Sayı 7’de yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile orijinal sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 7’yi indirmek için buraya tıklayınız. 

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.