Misak-ı İktisadi ya da Atatürk'ün Hayallerine Ne Oldu?

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Miraç ÇEVEN

 

   Mustafa Kemal Atatürk, İzmir İktisat Kongresi’ndeki konuşmasında şunları söylemişti: <?xml:namespace prefix = o />

   “Hâkimiyet-i milliye, hâkimiyet-i iktisadiye ile sağlamlaştırılmalıdır. Siyasi ve askeri zafer ne kadar büyük olursa olsun, iktisadi zaferlerle sağlamlaştırılmazsa elde edilen netice kalıcı olamaz. Tanzimat devrinden sonra yabancı sermayesi önemli bir konuma sahipti, devlet ve hükümet yabancı sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Her yeni millet gibi Türkiye de buna müsaade edemez. Burasını esir ülkesi yaptırmayız."

   Bu sözlerin mahiyetini anlamak için Osmanlı’nın son dönemine bir göz atalım. Ateşli silahların gelişmesinden sonra Osmanlı ordusu eski usül ordu taktikleri ile başarı kazanamaz hale gelmişti. Korsanları organize ederek elde ettiği deniz başarılarını kalıcı hale getirememiş, donanmaları gereken gelişmeyi ve gücü gösterememiştir. Denizlerde hâkimiyet kurma çabaları daha Kanuni döneminde aksamaya başlamıştır. Yeni Dünya’nın keşfi ile Baharat yolu eski önemini yitirmiş ve Osmanlı maddi açıdan sıkıntı yaşamaya başlamıştır. Orduyu güçlendirmek için önce ülke içindeki tüccarlardan borç alınmış, daha sonra yeni kaynaklara ihtiyaç duyulduğundan 16. yüzyılın sonlarında topraklar mültezimlere devredilmiştir. Bu dönem halk için çok acı bir dönemdir. Daha fazla gelir elde etmek için toprak; hoyratça kullanılmış, köylüler horlanmış ve iyiden iyiye fakirleşmişlerdir. Bu dönem tımar sistemini çökertmiştir. Topraksız kalan köylülerin çocukları, diğer yerlere baskınlar yapıp zaten hızla fakirleşen köylüleri bir de onlar yağma etmeye başlamışlardır. Anadolu’da durum bu iken Osmanlı borçları katlanarak büyümüş, ülke içindeki esnaflardan borç alır hale gelinmişti. Daha sonra Osmanlı’nın aldığı günlük tedbirler de yetersiz kalmış, İngilizler bizi Baltalimanı’na giden bir yola sürmüşlerdir. Zaten güçsüz ve kötü durumdaki esnaf da modern ve ucuz üretim yapan batı endüstrisi karşısında giderek zayıflamıştır. Üstüne üstlük korunması gereken bu esnaf ve zanaatkârlara yabancı ülkelerden gelen mallara göre ağır vergi yükü konmuş ve esnaflar bu yükün altında ezilmişti. Sonuç olarak; Osmanlı Ekonomisi çökmüştü. Duyun-u Umumiye ülkenin vergilerini kendi tahsil etmeye başlamıştı. Ticaret gayrimüslimlerin elinde idi. Son dönemde varolan az miktarda fabrika da Balkan savaşları ile elden çıkmıştır. Osmanlı ise ülkeyi kurtarmak bir yana, dışarıdan aldıkları borçla İstanbul’a iki adet saray yaptı. Kısacası ekonomisine hâkim olamayan Osmanlı, verdikleri tavizlerle milli iradeyi ve hâkimiyetini de kaybetti.

   Özellikle Osmanlı’nın son dönemini gören Mustafa Kemal Atatürk; ülkenin kendi ayakları üstünde durabilmesi için kendi iktisadını gene ilk elden, kendi halkının yönetmesi gereğinin bilincindeydi. O yüzden ülkeyi kalkındırmak için çok ciddi planlar hazırlattı. Devletçilik öncesinde İş Bankası’nın kurulması, Yüksek İktisat Meclisi’nin kuruluşu, Ziraat Bankası’nın kurulması, Teşvik-i Sanayi Kanunu bunlar arasındaki en önemli örneklerdendir. Ülkenin en önemli dönüm noktası ise ‘Devletçilik’ ilkesine geçildikten sonra, Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın uygulandığı 1933-1938 arasındaki dönemdir. Bu dönemde dokuma, maden, selüloz, seramik ve kimya sanayisine dair yatırımlar yapıldı. Toplam 100 milyon dolarlık yatırım yapıldı ve bunlar için sadece iki ülkeden kredi alındı. Rusya’dan 1934 yılında 20 yıl vadeli 8 milyon dolarlık faizsiz kredi ve İngiltere’den ise 1938 yılında 13 milyon sterlin (tabii ki) faiz oranı yüksek bir kredi alındı. İkinci 5 yıllık plana ise, Atatürk’ün ömrü vefa etmedi. Planda makine, metal işleme, gemi, çimento, kimya ve gıda sanayisi vardı. Sonra 2. Dünya Savaşı patlak verdi. Savaş sonrasında ise bu planlar tamamen özünden koparılıp üretim sanayisine değil, montaj sanayisine geçiş yapıldı.

   Şimdi savaş sonrasını düşünelim; yıkılmış ve yiyecek ekmeğe muhtaç bir Avrupa var karşımızda. Genç nüfusun büyük kısmını savaşta kaybetmiş bir Avrupa… Türkiye ise sanayileşme yolunda ciddi adımlar atmış, dış borçlarını ödemiş ve genç nesli olan bir ülke. Hiçbir şeye gerek yok; Avrupa’ya gıda maddesi satsak bile inanılmaz zengin olabilirmişiz. (1 TL= 1,8 $) Bu dönemde NATO’ya giriyoruz, hangi akla hizmetse Amerika yeni müttefik olmuş. Ve Sam Amca ilk emrini veriyor: Devletçilik politikanızı değiştirin. İkinci emir: Bretton Woods toplantısına katılın. Bu toplantı ile ülkenin yabancılarla daha çok ticaret yapabilmesi için paramız ilk kez devalüe ediliyor. Böylece onlar bize daha ucuz ve uzun vadeli krediler verecek, bizde kredileri ödemek için kaynak olacak, gıda mallarımızı ucuza satıp, montaj için gerekli hammaddeleri pahalıya almak gibi dâhice bir planın neticesinde dış borç açığı vermeye başlamışız. Menderes döneminde Atatürk’ün politikası ne diyorsa tam tersi yapılmış, krediler yeterli titizlikle değerlendirilmemiş ve dış borç iyiden iyiye artmıştır. Geri kalan zamanda da durum o kadar vahim hale gelmiş ki artık borcu borçla öder hale gelmişizdir.

   Amacım iktisat dersi vermek değil; sakın ola yanlış anlaşılmasın! Sadece belirli şeyleri olabildiğince kısa anlatmaya çalıştım. Osmanlı, son dönemdeki bütün tavizlerini ve toprak kayıplarını savaşlardaki yenilgilerden çok borçlarından dolayı mecburen vermek zorunda kalmıştır. Şu an ülkemizin durumuna bakalım; AKP Hükümeti gelmeden önce de durumumuz pek parlak olmasa da -en azından- çok sayıda milli firmamız vardı ve kâr eden KİT’lerimiz elimizdeydi. Gerçekten de AKP Hükümeti yabancı gazetelerde isimlendirildikleri ‘Yeni Osmanlılar’ lakabını hak edercesine iktisadi olarak yararını, zararını düşünmeden her ama her şeyi yok pahasına satmıştır. Geldiğimiz son noktada ise artık televizyonlarda çıkıp “Kemalizm’in kuru bir ideoloji olduğunu iyiye ve güzele dair hiçbir şey üretemediğini” söyleyen entelektüelleri dinliyoruz. Başbakan ülkede 27 etnik grup var diyor, Güneydoğu’daki terörist ayaklanmayı destekleyen bir parti mecliste fink atıyor. Vakıflar Yasası ile Suriçi’nde Bizans kurma planları açık açık konuşuluyor. Patrikhane ikinci Vatikan olma hayalinde ve tüm bunlar nasıl oldu, hayır deme şansımız var mı? Her fırsatta ‘ekonomi krize girer’ sopası aba altından gösterilmekte ve biz ‘aman ağabeyim kredi notumuzu düşürmesin’ diye ne isterlerse verir hale geldik. Sonuçlar bunlardır. Şimdi yazının başındaki Atatürk’ün sözü daha iyi anlaşılabilir. Yeni Osmanlılar tam Mustafa Reşit Paşa zamanındaki gibi ülkeyi dâhice yönetiyor. Sonuçları görüyoruz. Hükümet yabancı sermayenin jandarmalığını yapma yolunda emin adımlarla ‘yola devam’ ediyor. Keşke Atatürk’ün hayalindeki gelişmeyi tamamlamış ve geleduran bu yeni işgal akınına karşı durabilecek gücü elimizde tutabilseydik. Keşke Irak’ta 1,5 milyon insan öldürülürken Başbakanımız Amerikan askerleri için Allah’a dua etmeseydi. Her şeyi sessizce, cahilce belki de -dilim varmıyor ama- haince kabul eden yöneticilerimizden devraldık. 1945’ten bugüne oynana gelen oyunun sonuçlarını izleme durumundayız. Bu yoldan da ancak kendi politikamızı, kendi siyasetimizi oluşturup, gene biz çıkabiliriz. Atatürk’ün 6 Şubat 1922’deki Meclis konuşması geçmişe olduğu kadar bugüne de ışık tutacaktır:

 “...hepiniz bilirsiniz ki, Avrupa'nın en önemli devletleri, Türkiye'nin zararıyla, Türkiye'nin gerilemesiyle ortaya çıkmışlardır. Bugün bütün dünyayı etkileyen, milletimizin hayatını ve ülkemizi tehdit altında bulunduran, en güçlü gelişmeler, Türkiye'nin zararıyla gerçekleşmiştir. Eğer güçlü bir Türkiye varlığını sürdürseydi, denebilir ki İngiltere'nin bugünkü siyaseti var olmayacaktı. Türkiye, Viyana'dan sonra peşte ve Belgrat'ta yenilmeseydi, Avusturya/Macaristan siyasetinin sözü edilmeyecekti. Fransa, İtalya, Almanya'da, aynı kaynaktan esinlenerek hayat ve siyasetlerini geliştirmişler ve güçlendirmişlerdir."

   "... bir şeyin zararıyla, bir şeyin yok olmasıyla yükselen şeyler, elbette, o şeylerden zarar görmüş olanı alçaltır. Gerçekten de Avrupa'nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve uygarlaşmasına karşılık, Türkiye gerilemiş, düştükçe düşmüştür. Türkiye'yi yok etmeye girişenler, Türkiye'nin ortadan kaldırılmasında çıkar ve hayat görenler, zararlı olmaktan çıkmışlar, aralarında çıkarları paylaşarak, birleşmiş ve ittifak etmişlerdir. Ve bunun sonucu olarak, birçok zekâlar, duygular, fikirler Türkiye'nin yok edilmesi noktasında yoğunlaştırılmıştır. Ve bu yoğunlaşma, yüzyıllar geçtikçe oluşan kuşaklarda, adeta tahrip edici bir gelenek biçimine dönüşmüştür. Bu geleneğin, Türkiye'nin hayatına ve varlığına aralıksız uygulanması sonucunda, nihayet Türkiye'yi ıslah etmek, Türkiye'yi uygarlaştırmak gibi birtakım bahanelerle, Türkiye'nin iç hayatına, iç yönetimine işlemiş ve sızmışlardır. Böyle elverişli bir zemin hazırlamak güç ve kuvvetini elde etmişlerdir."

   "...oysa güç ve kuvvet, Türkiye'de ve Türkiye halkında olan gelişme cevherine, zehirli ve yakıcı bir sıvı katmıştır. Bunun etkisi altında kalarak, milletin en çok da yöneticilerin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için, mutlaka Avrupa'dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa'nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa'dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir. Tarihte, böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır. İşte Türkiye de bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş, daha çok düşmüştür."

   "...bu düşüş, bu alçalış, yalnız maddi şeylerde olsaydı, hiçbir önemi yoktu. Ne yazık ki Türkiye ve Türk halkı, ahlak bakımından da düşüyor. Durum incelenirse görülür ki Türkiye doğu 'maneviyatı'yla sona eren bir yol üzerinde bulunuyordu. Doğu’yla Batı'nın birleştiği yerde bulunduğumuz, Batı'ya yaklaştığımızı zannettiğimiz takdirde, asıl mayamız olan doğu 'maneviyat'ından tamamıyla soyutlanıyoruz. Hiç şüphesizdir ki bu büyük memleketi, bu milleti, çöküntü ve yok olma çıkmazına itmekten başka, bir sonuç beklenemez  (bundan)."

 

"... Bu düşüşün çıkış noktası korkuyla, acizle başlamıştır. Türkiye'nin, Türk halkının nasılsa başına geçmiş olan birtakım insanlar, galip düşmanlar karşısında, susmaya mahkûmmuş gibi, Türkiye'yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Memleketin ve milletin çıkarlarının gerektiğini yapmakta korkak ve mütereddit idiler. Türkiye'de fikir adamları, adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki "biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur." Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımızı bize düşman olan düşman olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara, kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. 'onlar bizi idare etsin' diyorlardı."

   Acaba hâlâ öyle mi diyorlar?

 

iletisim@politikadergisi.com

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.