Türk Siyasetinde Merkez- Çevre ilişkileri ve Merkezsiz Çevre Dönemi

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

 

Türk siyasetini anlaşılabilir kılma gayreti geçtiğimiz yüzyılın siyaset ve toplum bilimcilerinin en çok uğraştığı alanlardan birisi olmuştur. Nitekim ünlü sosyolog Şerif Mardin, Jön Türklerden hareketle Türk siyasetini açıklayabilecek bir anahtar: merkez-çevre ilişkileri adlı makalesi ile bugün konuştuğumuz bu kavramı altyapısal anlamda fiili olarak tartışan ilk kişi olmuştur.

Merkez-çevre ilişkileri, her toplumda olması gereken veya olan bir sosyolojik zincirdir. Yönetici sınıfın oluşturduğu bir merkez ve karşısında yer alan sadece yönetim dışı olması paydasıyla bütünleşmiş bir çevre vardır.Konuyla ilgili üniversiteyi bitirirken yaptığım tez çalışmasında iki dönem olarak incelemeye çalıştığım merkez çevre ilişkileri günümüzün politik alanında da hala geçerliliğini koruyan bir zincirdir.

Merkez; Osmanlı döneminde saray ve sarayın yan eklentilerinden oluşmaktaydı. Bu yan eklentiler kalemiye, seyfiye ve ilmiye sınıfları ile padişah yetiştiren Enderun ve bu merkezil yapının taşra temsilcileri beylerbeyi, sancakbeyi gibi kişileri kapsamaktaydı. Buna karşın çevre geniş bir blok olarak reaya diye tanımlanan ve sadece merkeze hizmet etmek için var olan bir sınıfa işaret etmekteydi. Osmanlı’nın duraklama dönemine kadar çevre, merkezin üstünlüğünü birkaç istisnai hareket dışında kabul etmişti. Bu hareketler baba ishak, şeyh Bedrettin gibi kişilerin yönetime isyanı ölçüsündeydi. Fakat duraklama dönemini yaşayan Osmanlı içeride de meşruiyetini sorgulayan bir yapıyla karşılaşmıştı.

Resmi olarak merkez-çevre savaşının “Yeni Osmanlılar” la başlatıldığı belirtilse de, bu dönemde konuşulanlar saltanatın devamlılığı için çözüm yolu arama gayretleri olarak karşımıza çıkar. Bugünkü anlamıyla merkez-çevre savaşı Jön Türklerin varlığı ile başlar. Bunun bir sonucu olarak da İttihat ve Terakki Partisi yine bu savaş içerisinde ciddi bir cephe tutmaktadır. Esas olarak Jön Türkler Batılı eğitim almış yüksek tahsilli kişilerden oluşmaktadır. Ve bu kişiler, sarayın yönetimi halka teslim etmesi gerektiği düşüncesi etrafında “gizli” faaliyetler düzenleyerek bir hareket oluşturmuşlardı.
Sarayın günlük işlere ve tebaanın yani reayanın dertlerine kulak kapatıp kendi zevkleri için hareket etmesi, Jön Türklerin olası bir işgal karşısında sarayın bağımsızlık yanlısı bir tutum takınmasının imkânsız olduğu düşüncesi de hareketi tetikleyen önemli bir unsur olmuştur.

Bu merkez-çevre savaşı uzunca bir süre merkezi rahatsız etmiştir. Meşrutiyetin ilan edilmesi, Teşkilat-ı Esasi’nin kabul edilmesi, meclisin oluşturulması sarayı içten içe diş biler hale getirmiştir. Nitekim Osmanlı- Rus harbinin bahane edilip Meclis’in kapatılması ipleri koparan son adımdır. Ardından saray işgal edilmiş, padişah değiştirilmiş ve Meclisin tekrar açılması garantisi verilerek padişahın destekleneceği üzerine anlaşmaya varılmıştır.

Çevrenin, bu süreçteki müdahilliği birçok kişi tarafından tartışılan bir konu olmuştur. Zira çevre gibi gözükenlerin ne oranda çevreyi temsil ettiği de bu dönem tartışmalarının belkemiği niteliğindedir.

Cumhuriyet dönemi merkez-çevre ilişkileri ise farklı bir şekilde ilerlemiştir. Atatürk devriminin üçlü bir sacayağına oturduğunu görmekteyiz: 1) savaşa katılan HALK 2) devrimi tamamlayan KADRO 3) bizatihi cephede görev yapan ORDU. Günümüze kadar uzanan asker-sivil tartışmaları öz itibarıyla devrimin bu kitlelerce tam anlamıyla bilinemediğinin göstergesidir. Savaşın ardından zaferle çıkıp kurulan Cumhuriyet yönetimi, Mustafa Kemal önderliğinde cephelerde yüzyüze çarpışan üst düzey kişilerden oluşmaktaydı. Fakat devrimin öne çıkan yüzü şüphesiz Mustafa Kemal’di. O’nun hürriyetçi fikirleri ve halktan anladığı çok daha farklıydı. Halk’ı muasır medeniyetler seviyesine çıkarabilmek için türlü mücadelelere girişmiş, birçok devrime imza atmıştı. Nitekim toplum da ciddi bir şekilde dönüşüm yaşamaktaydı. Mustafa Kemal Cumhuriyet yönetiminin merkez kadrosunun lideri olmuştu. Buna karşın çevre başta dini duyarlılık paydası olmak üzere, devrim muhalifleri ve İngiliz menşeli isyancılarla bir bileşke oluşturmaktaydı. Cumhuriyet döneminin merkez-çevre ayrışması merkezin devletçi tek argümanına karşın çevrenin bir bileşke muhalefeti ile yürümüştür. Çevrenin harekete geçmesi ise, çok partili hayata geçişle birlikte gelmiştir.

1946 seçimlerinden başlatabileceğimiz çevrenin zaferi resmiyette ilk olarak 1950 seçimlerinde kendini göstermiştir. Demokrat Parti iktidarı çevrenin tüm değerlerinin işlendiği bir heterojen yapı olarak karşımıza çıkmıştır. 1960 müdahalesi ile çevreye merkez tarafından çok sert bir müdahale yapılmıştır.

Bu heterojen yapı, sonraki süreçte çeşitli şekilde ayrıştırılmıştır. Milli Nizam Partisi ile İslami değerlere sahip olanlar ayrımı yaşarken Adalet Partisi ile daha çok devletçi modelin karşısında yükselen bir çevre hareketi gelmiştir. Merkezin kontrolörü CHP ise ortanın solu paydasına doğru yürümüştür. Bu noktada esasen CHP’nin tek parti iktidarı döneminde genel sekreter Recep Peker’in giriştiği mücadele de çevreyi anlayabilmek adına ciddi bir adımdır ancak CHP bu değişim mücadelesine aynı ciddiyette bir direnç göstermiştir.

Sonraki dönemde göç olgusunun varlığıyla çevre, merkezin yanı başında diş göstermeye başlamıştır. Büyükşehirlerde varoş kavramları oluşmuş ve çevre bu heteredoks yapısını bu alanda da devam ettirmiştir.

1971 muhtırası ile yeni bir merkezin güç gösterimi söz konusu olmuştur. Bu müdahaleler çevrenin yükselişini engellemek yerine çevre üzerinde kar topu etkisine dönen bir bekleyişe sebep olmuştur. 12 Eylül 1980 darbesi yeni bir toplumsal projenin gelişmesine olanak tanımıştır. Kimi kesimlerce 24 Ocak kararlarının meşrulaştırma girişimi olarak yorumlanan 12 Eylül, sonraki süreçte Turgut Özal’ın ANAP’ına uzunca bir süre iktidar hakkı tanımıştır. Bu dönem, çevrenin iktidara geldiği ilk dönem olmakla beraber çevrenin de dönüşüme uğradığı bir dönem olmuştur. Nitekim liberal yanı öne çıkarılan bu dönem, İslami cepheyi yeterince kavrayamamıştır. Bu durum sonucunda yeni çevre Kemalist yapı, İslami yapı ve Milliyetçi yapı olarak karşımıza çıkmıştır. Ordu’nun çizdiği tutum ile Türk siyasetine yeni bir bakış açısı olarak “Kemalizm’in yalnız ve yalnız askerin uyguladığı bir doktrin” olduğu görüşü birçok yapı tarafından yafta olarak Atatürkçülere yapıştırılmıştır.

1990’lı yılların en önemli süreci 1995 seçimleri ile Refah-yol hükümetinin kurulması ile İslami ve liberal koalisyonun yani çevre bloğunun iktidara gelmesi ile başlamıştır. Artık çevre, en büyük kitleleri ile iktidar olmuştur. Ancak bu iktidar 1997 yılında merkezin önemli bir ayağı olan Ordu tarafından lağvedilmiştir. 28 Şubatla gelişen günlerde etkilerinin bin yıl süreceği gibi beyanların gerçeği yansıtmadığı 2002 seçimleri ile ortaya çıkmıştır.

2002 seçimlerine kadar süren merkez-çevre savaşı, muhafazakâr yönü ile liberal politikaları harmanlamış AKP iktidarı ile yeni bir boyut kazanmıştır. Çevrenin önlenemez yükselişi olarak yorumlanan bu süreç yepyeni tartışmaların başladığı dönemdir.

Merkezde kalan yapılar, bu süreçte elindeki tüm kozlarını oynamıştır. Ordu bu iktidardan rahatsız olmuştur. Merkeze 1960 müdahalesi ile eklenen Yargı bu süreçten rahatsız olmuştur. Merkezin siyasi yapısı CHP ise, çevreyi iktidara taşıyan yapı olarak karşımıza çıkmıştır.
Bu dönem ilk dönem Cumhuriyet hükümetlerini çağrıştırabilir. Merkezil bir kadro ve ona muhalif tekil bir siyasi yapı ölçeğinde kıyaslama yapacak olursak argümanımızı destekleyebiliriz.

1.AKP hükümeti biraz da “tek başına iktidar” olmanın verdiği rahatlıkla, istediği gibi kararlar almaya yönelmişken açılan kapatma davası ile tüm mücadelesini baştan gözden geçirmek zorunda kalmıştır. Devrimci bir merkeze, devrimci bir yaklaşımla diş geçiremeyeceğini anladıktan sonra, 22 Temmuz seçimleri ile perçinlenen iktidarları ile önce Cumhurbaşkanlığı makamını ele geçirmiştir. Ardından medyayı tam anlamıyla kontrolü altına almıştır. Peşi sıra orduyu revize eden AKP, son olarak da yargı erkini 12 Eylül 2010 referandumu ile değiştirme eğilimine girişmiştir.
Bu gelişmelere karşın AKP’nin tam olarak merkeze oturduğunu söylememiz bilimsel ölçekte pek de mümkün görünmemektedir. Daha çok çevrenin “oligarşik bir bloğu” veya çevre içindeki dar bir klik olduğunu belirtmemiz daha olası bir çıkarımdır. Yüksek yargının direnişi, CHP’nin değişim süreci ve çevrenin “ben oy verdim, benim istediklerimi yapmıyorsun” diye özetleyebileceğimiz ince serzenişleri tam bir merkez olmasını engellemektedir.

İçinde bulunduğumuz dönem, çevrenin yöneldiği bir iktidar anlayışının merkezsizleştirilmiş bir toplumsal yapı içerisinde çevreye karşın çevrenin bir parçasının iktidarı olarak karşımıza çıkar.

2011 seçimleri, merkez-çevre ayrıştırmasına karşın çevrenin hangi çevreyle mücadele edeceğinin sonucu olacaktır. Merkeze doğru yürüyen AKP’nin çevreye sıkıştırılmış bir yapıya karşı mücadelesi olarak 2011 seçimleri tarihe geçmeye aday bir süreçtir.
Merkezin tek partisi olan CHP’de yaşanan söylem farklılaşması da merkezin çevreyle barışacağı bir dönem olarak yine bu seçimde manşet olarak düşebileceğimiz notlar arasında yerini almaktadır.
Saygılarımla.
İlker EKİCİ
ilker.ekici@politikadergisi.com
 

Yorumlar

1995 seçimlerinde merkez çevre

1995 seçimlerinde barajı geçen partilerden hangi partinin merkezi, hangi partinin çevreyi temsil ettiğini nedenlerini de belirterek açık bir şekilde anlatabilir misiniz?

95

konuyu iyi bildiğiniz anlaşılıyor.
o merkez partisi bu çevre partisi diye ayrıştırırsak, her seçim için yeni bir tartışma sahası yaratırız.
Merkez'in özellikleri bellidir. Ordu, Chp ve Yargı erki üzerine şekillenen bir merkez, zaman içerisinde yelpazesini sağa doğru açmış veya sağ merkeze doğru yaklaşmıştır da diyebiliriz. bu açıklamanın ardından ilk söylenebilecek, birinci parti çıkan RP'nin çevrede yer aldığıdır. Zaten 28 Şubat deneyimi de bu görüşümüzü doğrulamaktadır.
Saygılarımla
İ.Ekici

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.