Türkiye’nin Olmayan Strateji Güncesi

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

   “Türkler bugüne kadar strateji üreten, yeni stratejik düşünceler ortaya atan bir güç ve kapasite olmayı başaramamışlardır. İthal malı düşünceler benimsenmiş ve kullanılmıştır. Stratejinin önceliklerine ve derinliklerine inmenin zorluklarını öteden beri görmekteyiz...” (Türsen, 1986:6).

   Anlaşılabileceği üzere, Türkiye’de strateji, senaryo ve senaryo planlama konularında 1986 yılından günümüze büyük değişimler yaşanmamıştır. Batı’da strateji, senaryo geliştirme ve senaryo planlama düzeyi Türkiye’de strateji, senaryo geliştirme ve senaryo planlama düzeyi ile kıyaslandığında Türkiye’de oldukça sönük bir manzarayla karşılaşmaktayız. Her iki kavram da Türkiye’de dış politika alanına yeni girmiş olan kavramlardır. Siyasi, askeri ve hukuki alanlarda olgunluğun zirveye ulaştığı Kanuni Süleyman devrinden sonra Osmanlı devletini yönetenler zaafiyete uğramaya başlayan devleti, toplumu ve askeri kurumları batılılaştırmak için bazı politikalar geliştirmeye çalışmışlarsa da, bu girişimler devlet, toplum ve ordu için düşünülen dönüşümleri asla gerçekleştiremeyecek birer taklit olarak kalmıştır. Aslında bu girişimler, o zamanki koşullar analiz edilmediği ve sistemli, planlı bir düşünce yöntemine dayandırılmadığı için birer strateji olarak uygulanabilmenin çok uzağındaydılar. I. Dünya Savaşı’na Almanya- Avusturya grubuyla katılan Osmanlı Devleti savaş sonunda yenik düşen devletlerin yanında yer aldı. 1918’de İtilaf Devletleri ile Mondros Mütarekesi’ni imzalayan Osmanlı devlet adamlarının büyük bir kısmı başta Padişah Vahdettin olmak üzere İtilaf Devletleri’nin işgaline direnmenin imkansız olduğunu ve İngiltere’nin himayesini kabul etmekten başka bir çare bulunmadığını vurgulamaya başladılar. Başta Mustafa Kemal olmak üzere bu görüşü paylaşmayan bir grup Anadolu’ya geçerek Kurtuluş Savaşı’nı başlattı.

   Kurtuluş Savaşı döneminde geliştirilen strateji, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kanuni Süleyman devrinin ardından uzun bir zaman aralığından sonra geliştirilmiş olan en kapsamlı ve başarılı sonuç veren ilk strateji olmuştur. İtilaf Devletleri’ne karşı başlatılan bu mücadelenin stratejik açıdan üç unsuru bulunmaktaydı: İtilaf Devletleri’nin Sovyetler Birliği ile dengelenmesi, bu devletlerin kendi aralarındaki çelişkilerden yararlanılması ve Yunanistan’ın mümkün olduğunca yalnız bırakılmasının sağlanması (Sönmezoğlu, 1994:33-40). Bu stratejinin güvenilirliğini yükselten unsur ise, Kurtuluş Savaşı’nın başında Türkiye’nin gelecekteki coğrafi ve siyasi varlığının temelini belirten ve bunu hem içeride hem de dışarıda ulusal bir program ve hedef olarak açıkça vurgulayan Misakı Milli belgesi olmuştur. Diğer bir deyişle, Türk ulusal amaçları Misakı Milli belgesiyle net bir biçimde belirlenmiştir (Sonyel, 1991:358-362). Geliştirilen bu akılcı strateji, belirlenen hedeflerin gerçekleşebilirliğine ilişkin olarak gelişen yüksek güven ve en önemlisi Mustafa Kemal’in mevcudiyeti sayesinde bir devlet var edilebilmiştir.

   Cumhuriyet döneminin ilk başarılı strateji örneği ise II. Dünya Savaşı’nda gözlemlenmektedir. II. Dünya Savaşı’nda Kurtuluş Savaşı döneminde geliştirilmiş olan stratejiye benzer derecede mantıklı ve fayda getiren bir strateji İsmet İnönü tarafından geliştirilmiştir. Savaş dışı kalmak isteyen Türkiye bu dönemde ittifak oluşturma stratejisini tarafsızlık stratejisini destekleyen bir biçimde zaman kazanma ve savaş dışı kalma amaçlarına ulaşmak için kullanmıştır (Sönmezoğlu, 1994: 83). Bu strateji sayesinde Türkiye çok yönlü bir kar maksimizasyonuna ulaşabilmiştir.    

   Ancak, II. Dünya Savaşı’ndan sonra iki kutuplu uluslararası sistemin ortaya çıkışıyla komşusu Sovyetler Birliği’nin ideolojik ve siyasal girişimlerinden rahatsız olmaya başlayan Türkiye, Amerika’nın öncülüğündeki Batı dünyasının davranış kalıplarını benimsemekten başka çözüm yolu bulamadı ve kendisini Batı’nın siyasal, ekonomik ve askeri kurumlarına entegre edebilmek için azami çaba harcamaya başladı. NATO üyeliği Türkiye’nin güvenliğiyle ilişkili olarak Batı’yla entegrasyon aşamasında ilk somut girişim oldu. Güvenliğimizle ilgili olarak NATO’nun dışında bir şey düşünmenin adeta “ihanet” şeklinde kabul edildiği süreç; (Şehsuvaroğlu, 1999:154) bir taraftan Türk yetkililerine Türkiye’nin güvenliğini garanti altına almalarına yardım ederken, diğer bir taraftan da Türk bürokrasisini kendi inisiyatiflerini geliştirmekten alıkoydu. Bu durum, Türk yetkililerinin, dış politika sorunlarıyla ilgili risk veya sorumluluk alma konusunda ürkek davranmalarına da neden oldu. Böylece, Soğuk Savaş dönemi boyunca Türk yetkililer, Türkiye’nin kendi ihtiyaçları için gerekli özgün stratejileri geliştirmek yerine, sadece ABD ve Avrupalı devletlerin Türkiye için belirlediği stratejilerin sevk ve idaresiyle uğraştılar.

   Soğuk Savaş sonrasındaki dönemde strateji ve strateji geliştirme hususlarını değerlendirdiğimizde, Türk yetkililerin, 1991 yılından sonra ortaya çıkan değişikliklere kendilerini uydurma hususunda karmaşa içinde bulunduklarını söyleyebiliriz. Bu değişiklikler esas olarak Kafkaslar, Orta Asya ve Balkanlar gibi Türkiye’ye gayet yakın üç bölgeyi etkilediği için, Türkiye bu bölgelerdeki değişiklikleri derin bir şekilde hissetti. Türkiye, bölgeye ilişkin belirli stratejiler geliştirerek kendi dış politikasını çeşitlendirebilme şansına sahip olsa da, Türk yetkililer bu dış politika hedefini gerçekleştirme hususunda etkisiz kaldılar. Profesör Dr. Hasan Köni, Milliyet gazetesinde yayınlanmış olan “Türkiye Tutunmaya Çalışıyor” başlıklı makalesinde bu durumu şöyle açıklamaktadır; “Türkiye 1991’de birdenbire Sovyetler Birliği’nin dağılması durumuyla karşı karşıya kaldı ve iyi bilmediği Kafkaslar, Orta Asya ve Balkanlar’la yüzleşti. Türk yetkililerin bu üç bölgeyle ilgili hedefleri politik olmayıp ekonomik ve kültürel nitelikteydi; ancak Türkiye, kendi mevcut potansiyeli ile bu bölgelere tek başına girebilecek yeterlilikte değildi. Türkiye’yi bölgelere tek başına girmekten alıkoyan nedenlerden biri, Türk bürokrasisinin 1991 yılından sonra meydana gelen değişiklikler karşısında oldukça ürkek davranmasıydı, çünkü Türk bürokrasisi bu değişiklikler ortaya çıkmadan önce bunlara ilişkin hiçbir bir projeksiyon geliştirmiş değildi” (Köni, Milliyet 15 Mayıs 1998). Türkiye, böyle davranmakla öyle pasif bir duruma düştü ki ekonomik kalkınma için potansiyel yeni alternatifler olarak görülen bu yeni oluşumlar, bu bölgelere ilişkin belirli bir stratejinin olmaması nedeniyle zaman içinde birer dezavantaja dönüştüler.

   Çok benzer bir durum Amerika’nın Irak’a düzenlediği operasyon aşamasında da ortaya çıkmıştır. Amerika’nın Irak’a operasyon düzenlemeyi sıklıkla telaffuz etmeye başladığı 11 Eylül 2001 tarihinden itibaren bu operasyon neticesinde Irak özelinde ve Orta Doğu bölgesi genelinde ne türden gelişmelerle karşılaşabileceğine ilişkin siyasal ve ekonomik stratejik öngörüler geliştiremeyen Türkiye bir dizi ciddi tereddüt yaşamıştır. 

   Yukarıda açıklandığı gibi, Kurtuluş Savaşı ve II. Dünya Savaşı dönemleri hariç olmak üzere, Türkiye, yarım asırdan bu yana; gelişen olaylar karşısında ulusal güvenliğini tam garanti altına alacak ve dış politik amaçlarının gerçekleşmesini sağlayacak ya hiçbir strateji geliştirmemiş ya da başka büyük güçlerin kendi ulusal güvenliklerini Türkiye üzerinden sağlama almak ve kendi dış politik amaçlarını yine Türkiye üzerinden gerçekleştirebilmek için geliştirdikleri stratejilerin kimi zaman gönüllü kimi zaman da gönülsüz bir biçimde sevk, idare ve uygulamasından sorumlu olmuş ya da tutulmuştur.

   Oysa; kritik coğrafi-jeopolitik özelliklere sahip ve toplumsal dokusu oldukça heterojen ülkelerde siyasal, sosyal ve ekonomik dalgalanma eşiğinin diğer ülkelere oranla daha yüksek olması bu ülkelerde strateji, stratejik öngörü, senaryo, senaryo planlama ve güvenlik politikaları geliştirilmesini adeta zorunlu kılmaktadır. Sıralanan özelliklere ilave bazı özellikler taşıyan Türkiye için bu türden strateji ve politikaların geliştirilmesi kaçınılmazdır. Türkiye’nin coğrafi konumu, jeopolitik özellikleri, toplumsal dokusu ve bazı devletlerin olumsuz politikaları göz önünde bulundurularak, karar alıcı konumdaki yetkililerin işin uzmanı çevrelerle ortak çalışmalar yaparak Türkiye’nin geleceği ile ilgili öngörülerde bulunmaları gelecek ortamında Türkiye’nin avantajlar elde edebilmesini sağlamak için gerekli senaryolar geliştirmeleri gerekmektedir. Dünya artık eski dünya değil, tehlike ve tehdit alanları genişleyip çoğaldı, bilinmezlerin sayısı arttı. Özellikle 1990 sonrasında ABD ve bazı Avrupa devletleri, dünya siyasetinde en yüksek düzeyde avantajlar elde etmek amacıyla ekonomiden politikaya çeşitli alanlarda stratejiler geliştirmeyi tercih ederken ve strateji uzmanları ile akademisyenlerin geliştirdikleri gelecek projeksiyonlarından yararlanma yolunu seçerken; tehdit, tehlike ve bilinmezlerin merkezinde yer alan Türkiye, strateji, senaryo ve senaryo planlama kavramlarından uzak bir ülke haline gelmiştir. Fayda getiren bir dış politika elde etmek ve ulusal güvenliği koruyacak bir güvenlik politikası oluşturmak için olmazsa olmaz kabul edilen senaryo ve senaryo planlama kavramları özellikle 1990 sonrası dönemde Türkiye’nin sıkı sıkıya bağlanması gereken kavramlardır.

 

 

Gamze.Kona@PolitikaDergisi.com

 

 

  

[Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 15’te yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 15’i indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.