Üzgünüm Abede: Yeni Orta Doğu, Türkiye ve Rusya Federasyonu Olmadan Olmaz

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

 

   Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte ortaya çıkan yeni dünya düzeninde Orta Doğu bölgesi dış güçler için önemini korumaya devam etmiştir. İki kutupluluğun çökmesiyle ve bölge içinde var olan sorunların içiçe geçmesiyle, bölge çok daha karmaşık bir hal almıştır. Güvenlik kavramının daha da önem kazandığı; ama bir o kadar da sağlanması zor hale geldiği asimetrik dünya düzeninde; Orta Doğu bölgesi, genelde dünya düzeni ve güvenliği, özelde ise bölge içi ve komşu ülkelerin güvenliği için daha kırılgan bir yapı arz etmeye başlamıştır. Tek kutupluluğa kayışla beraber dünyanın tek süper gücü haline gelen ABD için, bu bölge, vazgeçilmezliğini devam ettirmektedir. Bu nedenle de Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD, bölgede meydana gelen gelişmelerin temel belirleyicisi konumundadır; ancak, Soğuk Savaş sonrası dönemin sistemik parametreleri Orta Doğu bölgesi kapsamında iki bölgesel gücün daha etkin olarak rol almasını gerekli kılmıştır: Türkiye ve Rusya Federasyonu.

   Türkiye

   Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrasında güvenlik merkezli Orta Doğu ilişkilerini incelemeden önce, Türkiye’nin Orta Doğu için neden bir dış güç olarak ele alındığının belirtilmesi önemlidir. Türkiye, sahip olduğu coğrafi konumunun bir sonucu olarak, pek çok bölge ile sınırlara sahip olan bir ülkedir ve bu durumun sonucu olarak da özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde pek çok güvenlik problemiyle karşılaşmaktadır. Her şeyden önce, Türkiye, kendisini bir Avrupa devleti olarak görmektedir. Bu durum,  cumhuriyetin kuruluşundan beri değişmeden devam etmektedir. Ekonomik, siyasi, sosyal alanlarda yapılan reformlarla Batı medeniyetinin bir parçası olarak uluslararası arenada yer almak istemektedir. Bu duruma ek olarak, Türkiye, Avrupa kıtasında sahip olduğu topraklarla bir Balkan devletidir. Türkiye’nin en gelişmiş şehri olan İstanbul nüfusunun ve endüstrisinin önemli bir bölümü, bu topraklar üzerinde yer almaktadır. Bu duruma ek olarak; tarihsel, dinsel ve etnik sebepler nedeniyle de Türkiye Balkanlarla güçlü bağlara sahiptir. Ayrıca Türkiye bir Karadeniz devleti olarak kabul edilebilir. Özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde Türkiye’nin bu bölgeyle olan ilişkileri artmıştır. Tüm bunlara ek olarak Türkiye, Kafkaslarda ve Orta Asya’da yaşayan Müslüman ve Türk topluluklarıyla da yakın ilişkiler içindedir ve son olarak Türkiye bir Orta Doğu ülkesidir ve güvenlik, istikrar, refah gibi konularda bölgedeki gelişmelerden etkilenmektedir. (Kirişçi, 1997:1)

   Türkiye, yukarıda kısaca belirtilen jeopolitik öneminden, diğer bir deyişle çok yönlülüğünden dolayı bir “dış güç” olarak ele alınacaktır. Soğuk Savaş yılları boyunca Türkiye tehdidin büyük ölçüde kuzeyinden yani Sovyetler Birliği’nden ve kısmen de batısından geldiğini kabul etmekteydi. Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak talebinde bulunması, boğazlar üzerinde hak iddia etmesi ve komünizmi yayma politikaları Türkiye’nin temel tehdit algılayışını oluşturmaktaydı ve Avrupa’dan kendi güvenliğinin sağlanması ve savunması için yardım istemekteydi. Bu talebi NATO’ya üye olarak gerçekleşti ve üye olduktan sonra Türkiye’nin güvenlik politikaları ve stratejileri NATO’ya paralel şekilde gelişti. İki kutuplu sistemin çökmesiyle beraber; bir yandan Türkiye’nin stratejik öneminin bittiği yolunda bir takım tezler öne sürülmeye başlandı, çok geçmeden de bu defa da sorunlu bölgelerin kesişme noktasında yer alan çok bölgeli Türkiye’nin jeopolitik önemi, yeni konumu ve önüne çıkan fırsatları değerlendirip değerlendiremeyeceği, sorunlarla başa çıkıp çıkamayacağı soruları gündeme geldi. (Özcan ve Kut, 2000:44)

   Soğuk Savaş dönemi boyunca, Emekli General Şadi Ergüvenç’in de belirttiği gibi, Ortadoğu bölgesinin Türkiye’nin güvenlik hesaplamalarında bir önceliği yoktu. (Mortimer, 1992:13)  Doksanlı yılların başından itibaren dünyada meydana gelen değişiklikler, Orta Doğu bölgesinde, ayrıca Türkiye’nin bu bölgeyi algılamasında ve uygun politikalar üretmesinde etkili oldu. İki kutuplu uluslararası sistemin sona ermesinin Ortadoğu bölgesine ilk yansıması Körfez Savaşı ile oldu. 1990 yılının Ağustos ayında  Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi sonucunda başlayan kriz ortamı, ABD liderliğindeki “uluslararası koalisyon” kuvvetlerinin Irak’ı yenmesiyle sona erdi. Türkiye Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapatarak, Irak sınırına asker yığarak, İncirlik üssünün ABD tarafından kullanılmasına izin vererek ve Birleşmiş Milletler’in Irak’a uyguladığı ambargoya dahil olarak Körfez Krizi’nde dolaylı; fakat etkin bir rol oynamıştır. Diğer bir deyişle, Körfez Krizi, Türkiye’nin stratejik önemini yitirdiğine dair kaygıları ortadan kaldırmıştır. Ayrıca savaş sonrasında ortaya çıktığı ya da yaratıldığı düşünülen Yeni Orta Doğu, Türkiye’nin dış politikasında yepyeni parametrelerin kullanılmasına da neden olmuştur. Ancak Sovyet tehdidinin ortadan kalkması Türkiye’nin tehdit değerlendirmeleri ve güvenlik algılamalarında köklü değişimleri de beraberinde getirmiştir. 1990’ların ortalarına gelindiğinde, Orta Doğu’nun Türkiye’ye yeni sorunlar açtığı ya da var olan sorunları daha da çözülmez bir hale getirdiği düşünülmektedir. Türkiye’de yeni güvenlik kaygıları meydana gelmiştir. Soğuk Savaş boyunca kuzeyden ve bir ölçüde batıdan gelen tehdidin artık güneyden geldiği düşünülmektedir ve tehdit algılamaları çok yüksek seviyelere ulaşmıştır. (Özcan ve Kut, a.g.e.,ss.17, 319-323)  Bu dönemde, güvenlik ve dış politika ülkenin toprak bütünlüğünü ortadan kaldırmaya ve rejimi değiştirmeye yönelik tehditlerin varlığı ve bunların dış bağlantıları şeklinde tanımlanmıştır.

   1990’larla beraber, Türkiye’nin Ortadoğu’yu algılamasında meydana gelen değişimler, Orta Doğu politikalarında da değişikliklere neden olmuştur. Türkiye’nin Ortadoğu politikaları güvenlik ekseninde şekillenmiştir. 1950’lerde kısa bir dönem Sovyet tehdidinin engellenmesi için aktif bir rol üstlenen Türkiye, 1970’lerle beraber Orta Doğu bölgesinde Arap devletleri ve İsrail arasında denge politikası izlemiştir. 1980’lerle beraber çok önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Başbakan ve cumhurbaşkanlığı görevlerinde bulunan Turgut Özal, Orta Doğu bölgesinde aktif politika izlemenin önemini vurgulamıştır. Özellikle Körfez Krizi döneminde, Turgut Özal, ortaya çıkan fırsatların en iyi şekilde kullanılması ve maksimum fayda elde edilmesini öngörmüştür. Körfez Krizi, Turgut Özal’ın Orta Doğu’ya yönelik beklentilerinin gerçekleşmesine yol açmadığı gibi, uzun vadede olumsuz gelişmelere neden oldu. Kürt sorunu, bölgesel olmaktan çıkarak uluslararası platforma taşındı, bölgede meydana gelen güç boşluğundan yararlanan PKK Kuzey Irak’ta güçlenmeye başladı, Türkiye milyarlarca dolar maddi zarara uğradı, Batılı devletlerin bölgede bir Kürt devleti kurma politikası izlemesi Türkiye’nin kendi toprak bütünlüğü konusunda endişe duymasına yol açtı. (Fırat ve Kürkçüoğlu, 2001:554)  İran Irak Savaşı esnasında oluşan ve Körfez Savaşı ile kronik bir hal alan Kuzey Irak’taki jeopolitik boşluk alanı Türkiye için Soğuk Savaş döneminden Soğuk Savaş sonrası döneme aktarılan en önemli dış politika meselelerinden biri olmuştur ve olmaya devam edecektir. Bu jeopolitik boşluk alanının PKK tarafından kullanılması ve bölgeye yönelik bölge dışı stratejik hesapların bu jeopolitik boşluk alanında yoğunlaşması bölgeyi Türkiye’nin yumuşak karnı haline getirmiştir. Körfez Savaşı sonrası dönemde Irak’ta 36. paralelin  kuzeyinde oluşturulan Kürt otonom bölgesi Türkiye için olumsuz bir durum yaratmıştır. Türkiye Irak’ta savaş öncesi duruma dönülmesine yönelik politikalar izlemeye başlamıştır; çünkü Kuzey Irak’ta oluşan otonom yapı sayesinde 1991’den itibaren PKK terör örgütü bu bölgede güçlenmiş, Türkiye’ye yönelik saldırılar için üsler oluşturmuştur. Ayrıca, Kerkük-Yumurtalık boru hattının kapatılması ve Irak’a ambargo uygulanması, Türkiye’de önemli ekonomik kayıplara neden olmuş ve artan işsizlik Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde istikrarsız bir ortam yaratmıştır. Bu bağlımda, 688 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı çerçevesinde, Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması ve Kuzey Irak’taki otorite boşluğunun sona ermesi, Türkiye’nin Kuzey Irak politikasının temelini oluşturmuştur. Bu dönemde Türkiye ve Suriye Irak’ın toprak bütünlüğünün sağlanması konusunda ortak endişeler taşımaktaydılar. Ancak bölge sularının paylaşımı konusunda sorunlar devam etmekteydi. Bu duruma ek olarak Türkiye bir yandan PKK terör örgütünün faaliyetlerini engellemek için Kuzey Irak’ta operasyonlar gerçekleştirirken, diğer yandan da Suriye’den bu örgüte verdiği desteği kesmesini istemekteydi. Bu bağlamda 1992 yılında imzalanan bir protokol ile iki ülke arasında işbirliği yoluyla güvenlik sorunu giderilmeye çalışılmıştır. Ayrıca Suriye bu anlaşmaya bağlı kalırsa Türkiye de Fırat Nehri üzerindeki sorumluluklarını yerine getireceğine söz vermiştir. Bu dönemde Türk kamuoyu terörün giderek artması karşısında, Suriye PKK’ya verdiği desteği sona erdirmezse Fırat sularının kesilmesi konusunun bir alternatif olabileceğini tartışmaya başlamıştı.

   Ayrıca 1990ların ikinci döneminde Suriye ile Yunanistan arasında ortak savunma anlaşmasının imzalanması ilişkilerin iyice gerilmesine neden olmuştur. Bu anlaşmaya göre Suriye, Türkiye ile bir çatışma halinde Yunan savaş uçaklarına Suriye hava sahasını kullanma hakkı vermekteydi. Zaten Yunanistan ile Kıbrıs ve Ege  Denizi nedeniyle sorunlar yaşayan Türkiye’nin, Yunanistan’ın bir başka sorunlu devlet Suriye ile girdiği bu işbirliğinden rahatsızlık duyması ve bunu bir tehdit olarak algılaması son derece normaldi. Ayrıca Suriye ile İsrail arasındaki yakınlaşma süreci de Türkiye’yi endişelendirmekteydi. Çünkü İsrail ile barış yapmış bir Suriye  Türkiye için daha büyük bir sorun oluşturabilirdi.  Tüm bu gelişmeler karşısında Türkiye daha aktif bir politika izlemeye başlamıştır. İşte bu aktif politika bir yandan Suriye gibi PKK’yı destekleyen ülkelere karşı sertliği getirirken, bir yandan da İsrail’le daha yakın bir ilişki kurmanın olası faydalarını Ankara’daki karar vericilerin görmesini sağlamıştır.

   Körfez Savaşı sonrasında Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler İran’ın PKK’ya ve Türkiye’deki radikal İslam’a verdiği destek iddialarından dolayı iniş çıkışlar göstermiştir. İran ise bu iddiaları reddetmiştir ve Türkiye’nin Irak’ta yaptığı sınır ötesi harekatlardan rahatsızlık duyduğunu belirtmiştir. Aslında özellikle 1979 devriminden sonra birbirine zıt iki rejime sahip olan bu iki ülke arasında bölgedeki konumlarından dolayı ikili ilişkilere oldukça pragmatist yaklaştıklarını söyleyebiliriz. İsrail’le ise özellikle savunma alanında ilişkiler çok gelişmiştir. Askeri eğitim ve savunma alanlarında işbirliğine yönelik anlaşmalar imzalanmıştır. Bu sayede iki ülke arasında askeri düzeyde stratejik ortaklığın  başladığından bahsedebiliriz.

   Kısaca özetlemek gerekirse, Soğuk Savaş sonrası Türkiye’nin Orta Doğu ile olan ilişkileri çok daha karmaşık bir hal almıştır ve Türkiye bölgede yeniden etkin bir devlet olarak ortaya çıkmıştır. Bu türden bir gelişme kapsamında Türkiye’deki asker ve siyasi elitlerin Türkiye’nin ulusal güvenlik sorununu yeniden tanımlaması önemli bir unsur olmuştur. Soğuk Savaş döneminde kuzeyden gelebilecek tehditlere göre güvenlik algılayışını şekillendiren Türkiye’ye artık ülkesel bütünlüğe yönelik tehditler güneyinden gelmektedir. Türkiye yaptığı görüşmeler ve işbirliği anlaşmalarıyla güvenliğini garanti altına almaya çalışmıştır. Türkiye’nin bütünlüğüne temel tehdit olarak ortaya çıkan PKK terör örgütü ve İslami radikalizmin Orta Doğu’daki güçlerle bağlantıları vardır. Özellikle Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra PKK askeri olarak yenilgiye uğratılmıştır. Kuzey Irak sorunu ve su sorunu henüz çözülememiştir. Özellikle Amerika’nın gerçekleştirdiği son operasyondan sonra bölge genelde tüm dünya, özelde ise Türkiye için giderek daha karmaşık bir hal almıştır. Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurulması ihtimali giderek güçlenmiştir. Bu durum ise Türkiye’nin ülke bütünlüğü açısından bir tehdit unsurudur.

   Amerika Birleşik Devletleri

   Sovyetler Birliği’nin çöküşü Batı’nın (özellikle ABD) ve Batı’nın değerlerinin (demokrasi, insan hakları, serbest piyasa ekonomisi) Varşova Paktı’na karşı kazandığı bir zaferdir. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte ABD bu yeni düzende uluslararası arenada tek süper güç olarak yerini almıştır. Tek süper güç olmasının doğal bir sonucu olarak da kendi önceliklerine ve çıkarlarına göre uluslararası ilişkiler arenasını düzenlemeye çalışmaktadır. Diğer bir deyişle kendi menfaatleri doğrultusunda gerekli gördüğü bölgelerde gereken müdahaleleri yapma ve o bölgeyi kendi menfaatlerine göre şekillendirme yetkisini kendisinde görmektedir. Bunun en somut örneğini 1991 Körfez Savaşı ve ikinci Irak operasyonuyla sergilemiştir. Orta Doğu bölgesi, gerek Soğuk Savaş döneminde, gerekse Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD için en önemli bölgelerden biri olmuştur. Özellikle Orta Doğu’nun sahip olduğu zengin petrol kaynakları çok önemlidir.

Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin Orta Doğu politikalarının dayandığı temelleri; Soğuk Savaş döneminden devralınan petrol kaynakları üzerinde denetimin sağlanması ve bunun dünya pazarlarına kesintisiz ulaştırılması, radikal İslam'ın etkisinin azaltılması, İran ve Irak’ın çevrelenmesi (ikili çevreleme politikası), bölge ülkelerinin kitle imha silahlarına sahip olmalarının engellenmesi (Uzgel, 2001:254), barış sürecinin başarıya ulaşarak İsrail’in güvenliğinin garanti altına alınması (Brzezinski, 1979:20) şeklinde özetleyebiliriz. Bu politikalardan İran ve Irak’ın güçsüz bırakılması ve bölgesel barışın sağlanması arasında önemli bir ilişki vardır. İran ve Irak’ın güçsüz bırakılmasıyla bölgesel barışın sağlanması önündeki en büyük engellerden biri kalkmış olacaktı. Bu bağlamda, ABD’nin bölgeye yönelik ekonomi ve güvenlik politikaları arasında sıkı bir bağ vardır; Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkelerinin İran ve Irak tehditlerine karşı silahlanmalarını destekleyerek, bölgede oluşabilecek olası bir tehlike karşısında müdahale edebilme kapasitesini arttırmaktadır. (Kılıç, 2000:16-17) Özellikle ikinci Irak operasyonuyla birlikte ABD Orta Doğu’da kesin ve belirleyici bir güç haline gelirken, kendi iç sorunlarıyla uğraşan Rusya  yerine ABD’nin bölgedeki hegemonyası Avrupa Birliği (özellikle Fransa ve Almanya) tarafından sorgulansa da bu iki devlet bu konuda pek başarılı olamamış ve ABD bölgeyi giderek kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye başlamıştır.

   Diğer bir deyişle, Körfez Savaşı’ndan sonra ABD bölgedeki en önemli güç durumuna gelmiş ve bölgeyi kontrol etmeye başlamıştır. (Erkmen, 2003:22) Böylelikle, ABD’nin Orta Doğu’daki hayati çıkarları olan İsrail’in güvenliğinin sağlanması, başka bir devlet tarafından bölgede ABD çıkarlarına meydan okunmaması ve petrolün uluslararası piyasalara kesintisiz ve makul fiyatlarla aktarılması gerçekleştirilmiş oldu. (The Commission on American National Interests, 2000:32)

   Bununla birlikte, Körfez Savaşı sona erdikten sonra G. Bush başkanlığındaki Amerikan yönetimi 11 Eylül 2001 tarihine dek yeni bir güvenlik stratejisi ilan etmedi. Soğuk Savaş dönemindeki denge politikasının mantıksal bir devamı olan ve bölgedeki önemli bir değişikliğin bölge istikrarını bozacağı yaklaşımını temel alan çevreleme politikası doğrultusunda Basra Körfezi için üretilen politika 1993-2001 yılları arasına damgasını vurmuştur. Amerika tarafından İran ve Irak’a karşı uygulanan “ikili çevreleme politikası” Clinton yönetimi zamanında Ulusal Güvenlik Konseyi Yakın Doğu Bölgesi sorumlusu Martin Indyk tarafından kaleme alınmıştır. Bu doktrine göre İran bölgedeki terörist faaliyetlere destek vermektedir, İslam Devrimini yaymaya çalışmaktadır ve gizlice kitle imha silahlarını arttırmaktadır; Irak, Saddam yönetiminin genişleme politikaları nedeniyle bölgede istikrarsız bir durum yaratmaktadır; ayrıca her iki ülke de Arap-İsrail barış sürecine olumsuz yaklaşmaktadır. İşte tüm bu davranışlar ABD’nin bölgedeki çıkarlarını engellemekte ve genelde bölgenin özelde ise ABD’nin güvenliğine karşı tehdit oluşturmaktadır.

   ABD, İran ve Irak’ı soyutlama, baskı uygulama gibi çeşitli yollarla uluslararası sistemin yapıcı bir üyesi haline getirmeyi hedefliyordu. Ayrıca İran ve Irak’ı Soğuk Savaş döneminin aksine birbirine karşı kullanmaktan vazgeçtiğini de göstermekteydi. ABD ikili çevreleme politikasını ilan ederek, Körfez’den Batı dünyasına güvenli petrol akışının sağlanması şeklinde özetlenebilecek temel Körfez politikasında bir değişiklik yapmış, artık bölgede etkinliğini geçmişte olduğu gibi İran ya da Irak vasıtasıyla, bunlardan birini diğerine karşı kullanmak suretiyle gerçekleştirmeyeceğini ortaya koymuştur. ABD, Körfez bölgesinde güvenliği sağlamak amacıyla bu politikanın devamı olarak bölgedeki asker sayısını arttırdı ve KİK ülkelerinin silahlanmasını sağladı. Ancak ikili çevreleme politikasının çok başarılı olduğu söylenemez. Özellikle İran’a yönelik ambargo kararına Çin, Rusya gibi devletler karşı çıkıyordu. Ayrıca 1997’de İran’da yönetime gelen Hatemi’nin ABD’ye yönelik iyi niyetli adımları sayesinde bu politikanın İran’a uygulanması giderek zorlaşmıştı. İran’ın Rusya Federasyonu ile yakınlaşan ilişkileri nedeniyle de ikili çevreleme politikaları eleştirilmekteydi.

   Ayrıca özellikle 1990'ların ikinci yarısında ABD’nin Irak’a uyguladığı petrole karşı gıda programı, Saddam’ın içeride güç kazanmasına yol açmış, ABD’nin Saddam Hüseyin üzerindeki caydırıcılığının azalmasına neden olmuştu. Bölge içinden de ikili çevreleme politikasına eleştiriler artmıştı. ABD’nin müttefiklerinin bölgede artan Amerikan askeri gücünden duyduğu rahatsızlık ve bölgede tehdit algılayışının değişmesi bu eleştirilerin başlıca nedenleridir. KİK devletlerine göre artık Irak ve İran kendilerine tehdit oluşturacak durumda değildir ve iç tehdit dış tehdidin önüne geçmişti.

   Ancak, 11 Eylül saldırısından sonra ABD’nin tehdit algılayışında ve güvenlik kavramında önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Artık tehdit küresel boyuttadır, uluslararası güvenliğin ve barışın sağlanması için uluslararası terörizm durdurulmalıdır. 11 Eylül saldırıları ile birlikte ABD’nin Orta Doğu politikalarında da radikal ve yapısal değişiklikler gözlenmiştir. (Laçiner, 2003:32) El-Kaide terör örgütünün saldırısıyla birlikte, ABD Filistin ya da İran asıllı terör örgütlerinden başka, radikal İslam’a dayalı terörün Körfezdeki en yakın müttefikleri kapsamında da gelişebileceğini anlamış oldu. ABD Orta Doğu’ya yeni bir düzen getirmeye karar verdi. Daha doğrusu Soğuk Savaş  sonrası oluşan yeni dünya düzeninde tek süper güç olarak var olan ABD kendi çıkarlarına ve güvenlik kaygılarına göre bölge üzerinde yeni politikalar yürütmeye karar verdi. Buna göre ABD Arap ülkelerine daha az güvenecek ve bölgedeki askeri varlığını arttıracaktır. Gerek kendi güvenliği gerekse ülkeler arası düzeni sağlamak için gerekli gördüğü bölgelere askeri operasyonlar düzenleme hakkını kendinde görmektedir. Körfez Savaşından sonra bu hakkı, geniş kapsamıyla Afganistan’da uygulamıştır. Bu operasyon esnasında Taliban yönetimi ile El Kaide arasındaki açık bağ ve Afganistan’ın sahip olduğu stratejik önemden dolayı uluslararası arenada destek sağlamıştır. Oysa aynı desteği İran ve Kuzey Kore ile birlikte uluslararası teröre destek veren şer ekseninin üçüncü ülkesi Irak’a karşı düzenlediği operasyonda bulamamıştır. Operasyon sonrası Orta Doğu hem bölge ülkeleri, hem komşu devletler hem de uluslararası arena için daha karmaşık bir hal almıştır.

   Diğer bir deyişle, ABD kendi çıkarlarını gözetmede ve bu çıkarları doğrultusunda Orta Doğu’yu şekillendirmede başarılı gözükebilir; ama Orta Doğu politikalarında değişime ihtiyaç duymaktadır ve bunu da en son Irak operasyonu ile fiiliyata dökmüştür. ABD’nin bölgeye yönelik yeni hedefleri doğrultusunda bölgenin akıbetine ilişkin daha kesin yorumlar yapılması için henüz çok erkendir. Önce Irak’taki karmaşa ortamının nelere yol açacağı ve Arap-İsrail çatışma sürecinin nasıl sonuçlanacağı takip edilmelidir.

   ABD’nin politikalarında değişime ihtiyaç duyulmaktadır çünkü Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte bölgenin yapısında meydana gelen değişiklikler ABD’nin bölgeye yönelik stratejilerine pek yansıtılmamıştır. Soğuk Savaş öncesinin temel güvenlik algılamaları önemli bir değişim geçirmeden Körfez Savaşı sonrası döneme de taşınmıştır.

   Sonuç olarak, ikinci Irak operasyonu sonrasında ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik politikaları ABD’nin beklediği sonucu vermemiştir. Irak meselesi özelinde ABD Orta Doğu’daki hegemonyasını  yitirmeye başlamıştır. Bu durum 11 Eylül saldırılarından sonra şekillenen yeni tehdit algılamalarıyla birleşince ABD özelde kendi güvenliği ve çıkarlarını sağlamlaştırmak genelde ise bölge güvenliğini ve daha kapsamlı biçimde global barışı sağlamak amacıyla mevcut politikalarında değişime gitmiştir. Kesinliği daha da vurgulanan unsur ise Orta Doğu’nun ABD için vazgeçilmez olduğu ve bu bölgede düzenin sağlanmasında kendisini yetkili gördüğüdür.

   Rusya Federasyonu

   Orta Doğu Rusya için de büyük önem taşımaktadır. Hem Asya hem Avrupa parametreleri içinde politika geliştirmek zorunda olan Rusya’nın bölgeye yönelik yaklaşımı ciddi bir tarihi derinlik içermektedir. Sıcak denizlere inmek isteyen Rusya için Orta Doğu hem Çarlık hem de Sovyetler Birliği döneminde önemini korumuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında meydana gelen iki kutuplu dünya düzeni içinde, ideolojik eksenli çok daha etkin bir ittifak zemini bulan SSCB, ikili ve çok yönlü ittifaklarla bölgesel güçler dengesinin bir kutbunu oluşturmaktaydı. Zaten Soğuk Savaş döneminde Rusya’nın Baasçı (sosyalist ve Arap milliyetçisi) rejimlerle olan ilişkileri ABD önderliğindeki Batı Bloğu tarafından hem bölgedeki müttefikleri hem de kendi güvenlikleri açısından tehdit olarak algılanmaktaydı.

   SSCB’nin dağılmasından sonra varisi konumundaki Rusya Federasyonu kendi içinde yaşadığı ekonomik, politik ve sosyal sorunları çözmeye çalıştığından bir anlamda kendi içine kapanmıştır. Bu dönemde Batı ile bütünleşme sürecine giren  Rusya Federasyonu Batı’yla, özellikle de ABD’yle, ters düşmek istememektedir. Defansif bir tutum içinde olan Rusya’nın, Doğu Avrupa, Kafkaslar ve Orta Asya hattında egemenliğini korumaya çalışması, Orta Doğu üzerindeki etkinliğinde azalmaya neden olmuştur. Ancak belli bir toparlanma evresinden sonra Rusya Orta Doğu’ya tekrar yönelmeye başlayacaktır. Rusya’nın Orta Doğu bölgesinde en yoğun ilişkilerinin bulunduğu ülke İran’dır. Rusya bir yandan Orta Asya’da radikal İslam’ı yayma tehlikesi ve  bu bölgede etkin bir güç haline gelmeye çalışması nedeniyle İran’a tepki duyarken, diğer yandan da nükleer işbirliği anlaşması imzalamıştır. 1989 yılında dile getirilen nükleer alanda işbirliği anlaşması Sovyetler Birliği’nin yıkılması sonucu ortaya çıkan gelişmelerden dolayı askıya alınmış, nihayet 1995 yılında imzalanmıştır. (Kibaroğlu, 1999:275) Ayrıca, Hürmüz Boğazı Rusya için büyük önem taşımakta, İran’ın bu bölgede gücünü yitirmesi doğrudan Rusya’yı etkileyeceğinden, Rusya İran ile ilişkilerini sıkı tutmaya özen göstermektedir. (Yıldız, 2000:28) Rusya ile İran arasındaki bu yakınlaşma özellikle ABD’yi rahatsız etmektedir. Yüzeysel olarak değerlendirildiğinde herhangi iki ülke arasında normal koşullarda yapılacak sıradan bir nükleer işbirliği anlaşması olmasına karşın, İran-Rus anlaşması Batılı güvenlik çevrelerinde tedirginlik yaratmıştır. Çünkü, nükleer tesisler ve bu yöndeki araştırmalar sivil ve barışçıl amaçlar için olduğu kadar askeri amaçlar için de kullanılabilmektedir.

   Soğuk Savaş döneminde Batılı devletler için Rusya’nın Orta Doğu’da, özellikle Körfez bölgesinde, dolaylı da olsa etkin bir rol oynaması kabul edilemezdi, oysa nükleer işbirliği anlaşması sayesinde bu stratejik kazanım Rusya açısından bir bakıma gerçekleşmiştir.

   Putin’in başa geçmesiyle bir takım değişiklikler yaşayan Rusya bir yandan milliyetçiliği ön plana çıkarırken, diğer yandan da Batı ile ilişkilerini iyi tutmaya çalışmıştır. 11 Eylül saldırılarının ardından Rusya Federasyonu’nun uluslararası terörizme kaşı mücadelede ABD’nin yanında yer aldığını açıklaması, Afganistan operasyonu sırasında Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin üçünde üs kurmasına izin vermesi Rusya’nın batı ile bütünleşme süreci için olumlu birer adımdır. Artık Rusya uluslararası arena için Soğuk Savaş dönemindeki gibi bir tehdit olmadığını göstermiştir. Bununla beraber ABD’nin son Irak operasyonunda Rusya; Çin, Fransa ve Almanya ile birlikte ciddi bir muhalefet oluşturmuştur. ABD’nin Irak’ta askeri operasyonuna karşı olduğunu vurgulayan Rusya’nın tutumu stratejik, ekonomik ve iç siyasi nedenler çerçevesinde şekillenmektedir. İç siyasi neden olarak yaklaşan devlet başkanlığı seçimleri öncesinde Putin Amerikan karşıtı kesimin de desteğini almak istemektedir ancak bunu yaparken de ekonomik olarak ihtiyaç duyduğu ABD desteğini de göz önünde bulundurmak zorundadır; ekonomik olarak, Rusya petrol karşılığı gıda politikasından kâr elde etmektedir. Savaş sonrasında Irak petrolleri üzerindeki ambargonun kalkması ve petrol fiyatlarının düşmesi ayrıca Irak’ın Rusya’ya olan silah borcu önemlidir; stratejik olarak, Rusya ABD’nin Irak operasyonunu sadece bölgede silahsızlanmayı sağlamak ve Saddam rejimini yıkmak için yapmadığını düşünmekte ve ABD’nin gerçekleştirdiği bu operasyonu tüm uluslararası sistemi yeniden şekillendirme arzusunun başlangıç aşaması olarak görmektedir. (Cafersoy ve Soltan, 2003:65-76)

   Sonuç olarak Rusya’nın Soğuk Savaş dönemine göre Orta Doğu’daki etkinliği erozyona uğramıştır. Özellikle İran’la imzaladığı nükleer işbirliği anlaşması hem bölge hem de uluslararası güvenlik açısından dikkatle izlenmelidir. 11 Eylül saldırılarından sonra global terörizme karşı mücadeleye, özellikle Çeçenistan’la yaşadığı kargaşayı uluslararası platformda yasal kılmak için, destek vermiştir. Fakat son Irak operasyonunda pasifist bir tutum sergilemiştir. Her ne kadar Soğuk Savaş dönemindeki gibi bir süper güç değilse de kendisi için Orta Doğu’nun önemi halen devam etmektedir ve bölgeyi ABD’nin tek başına şekillendirmesini istememektedir.

 

gamze.kona@politikadergisi.com

 

Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 9’da yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 9’u indirmek için buraya tıklayınız. 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.