"Yeni CHP" Nereye?

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), siyasi hayat içerisindeki en önemli ikinci kırılmasını yaşıyor. İlki, Bülent Ecevit’in, Milli Şef’e bayrak açmasıydı. 6 Mayıs 1972 tarihli gazete arşivlerine bakmakta fayda var. O tarih, salt üç gencin darağacına yürüdüğü tarih değildir. Parti için de önemli bir tarihtir. Nitekim, İsmet İnönü o tarihte şu cümleyi kurmaktadır: Ya Ecevit, ya ben!

Bu sözü herkes istediği gibi değerlendirebilir. Kimisi, kurucu kadroya, değişmez genel başkana isyan hareketi olarak görür, kimisi partinin kabuğunu kırıp sosyal anlamda daha çok halkçılık ilkesine yöneldiğini söyler.

Bülent Ecevit’in bir devri kapatıp, yeni bir devri açtığı ve parti için ilk defa “yeni” söylemlerinin geliştiği tarihsel dönem, 1972 ve 1974 aralığıdır. Bu tarihi değerlendirirken 1960’lı yılların son döneminin de besleyici damar olduğu unutulmamalıdır. Partiyi geniş halk kitlelerine ulaştırmak için, sosyal demokrasi, ortanın solu, demokratik sol söylemlerin tartışıldığı bir dönem oldukça önemlidir.

CHP tarihi, birçok önemli verinin işlendiği ve olaylara tanıklık noktasında ilk sırayı kimseye kaptırmayacak bir yerde durmaktadır. Birçok siyaset adamının da belirttiği üzere, “çizginizin ne olduğunun önemi yok, eğer ki siyaseti öğrenmek istiyorsanız, CHP saflarını iyi takip edin” görüşü yabana atılacak bir söylem değildir.

Gelinen noktayı analiz etmek için, 2010 yılının iyi bilinmesi gerekir. Sene başında CHP’nin Sosyalist Enternasyonal tarafından “CHP artık bizim değerlerimizdeki bir parti değil, bizi anlayan parti AKP’dir” sözü ile başlayan kırılmalar, CHP’lileri politika belirleme noktasında birçok dengeyi tekrar gözden geçirmeye teşvik etmiştir.

Eski Genel Başkan Deniz Baykal’ın, kötü bir şekilde komplo ile genel başkanlığı bırakması ile devam eden günler, aslında “yeni” vitrininin oluşmaya başladığının ilk adımlarıdır. Bu olayın kurultay öncesine rastlaması da ayrıca düşündürücü olmuştur. Bu olayı izleyen günlerde kimsenin “cesaret edip” Genel Başkan adaylığını açıklamaması ise, partinin hâlâ belirli bir klik tarafından kontrol edildiği görüşünü haklı çıkarır niteliktedir.

Deniz Baykal’ın şahsi kararı ile çekilmesine karşın, parti içerisinde “Baykalcılar” diye bilinen güruhun kurultaya kadar ikna ederiz düşüncesi ile hareket etmesi de biat anlayışının vardığı noktayı gösterir.

Bu süreçte, Deniz Baykal’ın gidişinden sonra partide kalan en yetkili kişi olan genel sekreter Önder Sav, partinin başsız kalması gibi bir durum olamayacağını, tarihsel kökleri güçlü olan CHP’nin lidersiz olması gibi bir durumun söz konusu olmadığını haklı olarak belirterek; İstanbul’da yerel seçimlerde ciddi bir ivme kazanan Kemal Kılıçdaroğlu’nu genel başkan adayı olarak açıklamıştır.  Buradaki garip tutum şudur: Kemal Kılıçdaroğlu’na Deniz Baykal’ın gidişinin ardından aday olacak mısınız sorusunun yöneltildiğinde “Hayır, aday olmayacağım” demesidir. İkna sürecinin nasıl işlediği hala bir muammadır. Gürsel Tekin’in de TV karşısında Deniz Baykal’ın istifasını açıklamasını öğrendiği anda ağlamasını da katarsanız, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ilk baştan beri aday olmadığı, ancak güçlü bir mekanizmanın (!) işletilerek ikna edildiğini söyleyebiliriz.

Nitekim, “Baykalcı” güruhun, “Sırtımızdan hançerlendik!” demesine karşın, halk tarafından da sevilen bir kişinin genel başkanlığı ile sonuçlanan kurultay sonucu, partiyi yeni bir yola sokmuştur. Girilen bu yol, Haziran ve Temmuz ayı içinde müthiş derecede rüzgarı alan bir yoldur.

Referandum sürecinde ise, il il gezilmesine karşın, genel sekreter ve belirli kişilerin özel bir çaba sarf etmemesi ciddi değerlendirmeleri de beraberinde getirmiştir. Birçok kişi, “Baykal’ın gitmesi bir şeyi değiştirmez, Sav oradaysa hâlâ aynı zihniyet devam ediyor demektir” yorumunu haklı olarak yapmıştır.

Önder Sav ve ekibi, genel başkanla il il geziyoruz mesajı vermeye çalışmasına rağmen, partiyi hâlâ kontrol edici güç olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Buna ek olarak, birçok kez duyduğum, Hakkı Süha Okay’ın bir mitingde parti otobüsünden inme esnasında eli ile Kılıçdaroğlu’nu durdurması da iplerin kimin elinde olduğu yönünde bir değerlendirmeyi haklı çıkarır yöndedir. Genel başkanın bu gelişmelerden çok rahatsız olduğu yakın çevrelerce dillendirilen bir gerçektir. Bir hesaplaşmanın beklendiği görülmüştür ama ne zaman?

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının “tüzüğü uygulayın” çağrısı karşısında, bir otelde görüşen parti kurmaylarının ayrılık süreci başlamıştır. Örgüt üzerinde ağırlığı bilinen Önder Sav, Örgütlerden Sorumlu Başkan Yardımcılığını istemiş buna karşın genel başkan kendisini hukuk işlerinden sorumlu olarak atayacağını söylemiştir. Sav, buna karşın; kesin bir dille olamaz diyerek artık size Genel başkan demeyeceğim diyerek ipleri koparmıştır.

Partide garip olan bir paradoks şudur: Örgüt; Önder Sav’ı aşırı derecede sevmekte ve desteklemektedir. Halkta ise durum tersidir. Önder Sav’ın varlığı birçok kişiyi rahatsız etmektedir. Parti maalesef ki bunu hâlâ aşmış değildir.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun mikrofonlar karşısına geçip “yeni CHP’yi tanıyın” söylemi, çok fazla tepki toplamıştır. Zira son dönemde türban, genel af gibi çıkışları geliştiren ve içerden de ciddi bir direnç gören yönetimin, düşüncelerini gerçekleştirmek için mi “yeni” söylemine giriştiği, yoksa kadro değişikliği için mi bu söylemi kullandığı bir muammadır.

Parti’nin bu yeni söylemine yapılan muhalefet, Kemalist köklerin devre dışı bırakıldığı görüşünde birleşmektedir. Ayrıca “okyanus ötesi” ve Soros’un istediği bir yönetim eleştirisi de sıklıkla dillendirilmeye başlamış durumdadır. Bundan birkaç ay önce Kemal Derviş’le irtibata geçilmesi ve özel bir davet yapıldığını da hatırlatmakta fayda var.

Bir de “yeni” CHP’nin önünde duran dosyalara bakmakta fayda var. Öncelikle geniş halk kitlelerini kapsayacak bir programın, partinin kökensel değerlerine aykırı olarak ortaya çıkmaması önemli bir beklentidir. Kürt sorunu, açılım, güvenlik, maliye, işsizlik, çevre, kadın hakları gibi konuların partinin ana sorunları olarak görülmesi çok önemlidir. Halkçı çizgisi öne çıkarılan bir parti, halkın temel sorunlarına eğilmeli ve bunu, Kemalist devrim pratiği ile yapmalıdır. Batı ile ilişkilerde ana belirleyicinin kendisi olması gerekmektedir. Avrupa Birliği’nin emperyal politikalarını çok iyi gören bir kadronun kurulması şarttır. Buna ek olarak, eğitim çalışmalarında gençlik örgütüne ciddi bir çekidüzen verilmelidir.

Liderini, Ecevit’e benzeten bir örgüt, salt yeni Ecevit olarak onunla yürümeye başlarsa, özgünlüğünü kaybetme noktasına saplanır. Bunun sonucunda da sonuç yine hüsran olarak karşımıza çıkar.

Her kim, genel başkanlık koltuğuna oturursa otursun, Mustafa Kemal’in koltuğuna oturduğunu unutmamalıdır. O koltuğun özgül ağırlığı, normal ağırlığından daha fazladır. Emperyalizm, Türkiye’de bir tek o koltuğu ele geçirememiştir. Geçirmemesi için de ne gerekirse fazlasıyla yapılmalıdır…

ilker.ekici@politikadergisi.com

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.