Bir Mitolojik-Ezoterik Mefkurenin Aksiyon Yansımaları Olarak Gezi Kalkışması ve Toplumsal-Politik Mistifikasyon Süreci

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Giray ALP

Gezi olaylarının öncesi ve sonrasına dair üretilen komplo teorilerinin bir tezahürü olan ve şu günlerde; İslami eğilimli grup ve kişilerin mail trafiğinin en popüleri olan bu yazıyı, "haber değeri" taşıdığından kaynaklı buraya almak ve bir kritik sürecinin parçası olması temennisi ile paylaşmak istiyorum.

***

Ülkemiz, yakın tarihte büyük bir musibet, badireler silsilesi; siyasi terimle ve tam anlamı ile de darbe girişimi atlattı. Toplumsal muhalefet falan dedikleri, gerçekte ise çok partili dönem boyunca iktidar yüzü görememiş, zira halk kendilerine teveccüh etmemiş, niye ve nasıl etsin ki, parti ve grupların bir tezgâhından ibaret olaylar; Hükümet ve emniyet teşkilatının geri adım atmak bir yana, güçlü ve tavizsiz müdahalesi ile sona erdi. 31 Mayıs gecesi Taksim’de ve tüm Türkiye’de, sosyal medya denen baş belası yerden doğru, aynı anda mobilize edilen başıbozuk kalabalıklar, evvela ne istediklerini bile bilmiyordu. Büyük televizyon kanallarının akşam saatlerinden itibaren Gezi Parkı etrafında vuku bulan hadiseleri ekrana taşımaması, sonraki günlerde büyüyecek ateşi harlayanların işine geldi. Çünkü kendi kanal, radyolarından ve çok takipçili internet hesaplarından üretip yaydıkları yalanları deşifre edecek bir organ yoktu. 

Özellikle, okullar henüz kapanmadığından, aile şefkatinden uzak, bağnaz ve sapkın bir hayatın pençesindeki gençüniversiteliler, alkolün ve envaiçeşit zararlı maddenin de tesiri ile, eylem alanlarında şuursuzca hareketlerde bulunup polise saldırdılar. Dillerindeki slogan ve ellerindeki bayrak, her yerde aynıydı. Ne yazık, ecdadımızın yedi düvele karşı mücadelesindeki şehadetinin timsali olan al bayrağımız ve her yeri Taksim’e çevirme yeminleri ile, sabaha kadar taşkınlık edip devlete alenen isyan ettiler. Tabii, içlerinde bunu oyun olarak görenler de vardı ve birkaç gün sonra neyin içinde bulunduklarını idrak edeceklerdi. Ama buna daha vardı ve yine ama masa başında oturup sürece yön verenlere bu kadarcık malzeme yeterli olacaktı!..

O saatlerde, henüz kimse, neyin ne olduğunu kavramamıştı; fakat sabaha kadar canhıraş çalışan komplocular; o gün ve olaylarla alakasız resimleri, sesleri, görüntüleri dolaşıma soktular. Halk ayaklandı, Boğaz Köprüsü’nü yürüyerek geçip Taksim’e gidiyor, Ankara’da komiteler kuruldu vb. Bolşevik teorileri ile; kırk yıldır yapamadıkları devrimi, yaşları 25’i geçmeyen gençlerle yapma, daha doğrusu onlara basarak yapma rüyaları görmeye başlayan eski ve kifayetsiz komünist taife derhal ve olağanüstü işbaşı yaptı. Gün ağardığında artık düğmeye basılmış, ok yaydan çıkmıştı. Cumartesi günü, yani 1 Haziran’da, çatışmalar sıklaşacak, devreye yasadışı örgütler de girecekti. Zaten, önceki üç gün boyunca Gezi Parkı’nda yaşanan küçük protestolara bakılırsa, olayların boyut ve nitelik değiştirdiğini herkes görebilir. Hafta sonu tatili, iki gün, bu kesimlere çok yaradı. Bütün militanlarını sokağa döktüler. Zaten önceki iki ay boyunca da bu tip gelişmelerin yaşanabileceğini yazıp çizmişlerdi; ancak bu kadar güzel bir fırsatı beklemiyorlardı.

Toplumsal, siyasi olaylarda kaide bellidir; küçük olan, etkisiz olan, basiretsiz olan; bağımsız ve belirleyici olamaz. Öznenin merkezden uzaklaşma girişimleri, kudret yoksunluğundan ilerleyemez ve bugirişimler, ortada bulunan odağın çekimine dâhil olur. Öznelik sona erer, nesnelik süreci başlar. Duygusallık ve sosyal etkileşim nedenleri ile sokağa fırlayan gençler, nasıl ki legal ve illegal sol örgütlere payanda olmuşsa; ülke siyasetinde sosyolojik bir ağırlığı olmayan, rakamsal ve oransal açıdan hiç durumundaki bu örgütler de mevcut Hükümet’in karşısında bulunan güçlerin psikolojik kontrolüne girdiler. Doksan yıldır sürdürdükleri egemenliğin zedelendiğini anlayan bazı sermaye grupları, perde arkasında, yer yer de açıkça, komplonun içinde yer almaya başladılar. Kimisi, İstanbul’da yiyecek, içecek, eşya, para yardımında bulundu; kimisi, ilk gün görmezden gelinen olayları medyaları aracılığı ile masumlaştırdı; kimisi, yurtdışındaki prestijini kullanıp Batı devletlerinin kamuoyunu, Türkiye’de bir vahşet yaşandığı, iktidarın vatandaşına zulmettiği şeklindeki haberlerle olumsuz zeminde yönlendirdi. Esed-Erdoğan kıyası piyasaya sürüldü. Başbakan’ın Afrika gezisini fırsat bilip Hükümet’in önde gelen isimlerine, onların o anki şaşkınlıklarından faydalanıp, bazı konularda hata ettiklerini söylettiler. Cumhurbaşkanı’na ısrarla yüklenip ülke yönetiminde ikilik yaratmaya çalıştılar.Recep Tayyip Erdoğan dört gün sonra yurda döndüğünde gerekli hamleleri yapıp bu çalışmaları boşa düşürecekti; ancak Abd, İngiltere, Almanya, Rusya, Brezilya gibi büyük ülkelerde, Türkiye karşıtı cephe çoktan tesis edilmişti.

Şükür ayı Ramazan’ın gelişi ile beraber, oruç tutan milyonlarca insanın vakur tavrı, engin sağduyulu yaklaşımı ve yüksek manevi duyguları sayesinde; ülkeyi bir kaosa sürükleyen bireysel eylemcilerin pek çoğu, büyük bir hicapla, geri adım attı ve işine gücüne devam etti. Üniversiteliler yaz tatili ile beraber evlerine döndü ve ailelerinin sağladığı yuva sıcaklığına kavuştu. Sıradan yurttaş, ilk başlarda, acaba mı, diye düşünüyordu; ancak sonra zaten olayın nereye gittiğini idrak etti vs. Bu sayede ortalığın toz dumanı yatıştı. Eylemler esnasında çevreye, esnafa, kamu mallarına verilen zarar hesap edildi ve görüldü ki, süreç bir hak arayışı, asla değildi ve ortada bariz, sistematik bir ayaklanma provası vardı. Gaz kapsülleri, plastik mermi, düşme, çarpışma, çatışma gibi nedenlerle; vücudunda kalıcı hasar oluşan yurttaşlar da oldu. Her şeye rağmen, bu da çok üzücüdür; bir ihtiras uğruna, yaşamını hiçe sayan genç dimağların nasıl ve ne şekilde bu hale geldikleri, getirildikleri muammadır, araştırılmalıdır. Fakat çok sevindirici olan şu ki, illegal sol örgütlerin “Sonbahar sıcak geçecek” iddiaları gerçekleşmedi; halkımız kendilerine teveccüh göstermediğinden yine yapayalnız kaldılar.

Bu noktada, biraz geriye gidip buraya kadar özetlemeye çalıştığımız, uygulanış bakımından sinsi, sonuç açısından vahim hadiselerin “çıkışnoktası”na dair konuşmak lüzumu doğuyor. Ve bu lüzum, çok ehemmiyetli ve behemehâl, düşünce üreten camiada, tefekkür ehli kadrolarca tartışılması gereken konunun varlığından müteşekkil bulunuyor. 31 Mayıs akşamından sonra en azından, bunun gündeme gelmesi büyük temennimizdi. Ancak güncel-politik gelişmeler, dalaşlar, sıcak gelişmeler buna müsaade etmedi. Kamuoyunun konuya dair yabancılığı da eklenince, bu bireysel çabayı sarf edip önemli bir tez etrafında yoğunlaşmak görevi bize kaldı. Zaten, bizim dışımızda da araştırma yapıp bilgi sahibi olan kimse de yok. Dileğimiz, bundan sonrasının iyi olması.

Sosyal medyanın, “Arap Baharı” denilen sürecin ardından önemini, siyasiler ve siyaseti yönlendirmeye çalışanlar, daha iyi kavradı. Bu önemi, menfi manada zikrediyoruz; çünkü konumuz Gezi. Gezi provokatörleri, bilinçsiz insanları sokağa çıkarabilmek için, her türlü yalan ve iftirayı, bu mecradan yaydı. Sonrasında bu konuşuldu, halkı kin ve nefrete teşvik edenlerden bahsedildi, çeşitli, asılsız video, resim, iletiler deşifre edildi; ancak bir şey atlandı! Bir ileti, mesaj, teknik tabirle entry fark edilmedi! İlk kez biz burada söylüyoruz!

Tarih 31 Mayıs 2013, saat 12:03; arpad kullanıcı adını kullanan kişi, ekşisözlük denilen yerde şunları yazdı: “Bizler suda balığın hakkı var diye akan suyu bulatmaktan imtina eden, ağaçlara tapan adamların torunlarıyız, gezi parkı kıyımına tepkimizi koymazsak atalar bize küser. Siyah beyaz kültür ve sanat platformu öncülüğünde düzenlenen etkinliğin sloganı. Eğer organizasyonda bir aksilik yaşamazsak yarın (mümkünse bir de şaman davulu ayarlayıp) Gezi Parkı protestosuna katılacağız. Cem Karaca'nın (Durağı uçmağ olsun) dediği gibi: İki gözüm bu işin yok sağı solu. Dinimiz, siyasi görüşümüz, şuyumuz buyumuz ne olursa olsun, gök kamların, şamanların, bakşıların torunlarıyız.  Ağaç bizim için kutsaldır. Her ağacı kurtaramıyoruz, ama gezi parkı direniyor, bu direnişe İbrahim'e su taşıyan karınca misali destek vermek insan olanın boynunun borcudur.  Bozkırlı vicdanı tazelemeye gideceğiz.”

Evet, arpad ve ekibi, Gezi protestosuna katılmak için hazırlık yapıyordu o gün. Cumartesi sabahı, sol örgütlere, örneğin Dhkp-c’ye özenerek görkemli bir kortej oluşturacak; inançları gereği kutsal dedikleri ağaçların kesilmesini protesto için, Gezi’ye gideceklerdi. Bu sayede kamuoyuna kendilerini tanıtacak, marjinal bir grup olmaktan kurtulup taraftar bulacaklardı. Ama olmadı, o akşam, parkın içine doluşmuş illegal sol yapıların militanları planı bozdu, Polisin müdahalesinin ardından dağılmak bir yana, daha kalabalık ve teçhizatlı biçimde geri geldiler. Taksim meydanının etrafını adeta kuşattılar. Sonrası malum, yukarıda anlattık. Buradan itibaren, meçhul bırakılan alana, Şamanizm meselesine geliyoruz.

Şamanizm, ülkemiz siyasi tarihinde pek etkili bir akım falan değil; ancak tıpkı sosyalizm gibi, entelektüel popülaritesiçok yüksek bir konumda. Milliyetçi Hareket Partisi, daha doğrusu o partinin düşünsel geleneği diyelim, doğru yere, Türkçü-İslamcıçizgiye gelene dek, altmışların sonuna dek yani, bu tip Şaman unsurlar sahnedeydi ve bir kısım tahsilli gencin üzerinde etkiliydi. Kımız gibi, kurt gibi, bıyık ve saç gibi sosyo-kültürel mitleri haiz bu eski Türk inancı; komünizm gibi ithal bir doktrine karşı, vatanını seven saf köylü-kentli çocuklarını cezbediyordu. Bu masumane halleri ile bir tehlikeyi fark ediyor, ülkemizi bekleyen Rus işgali tehdidini görüyor; çareyi de bağımsızlıkçı ve milletçi anlayışa sarılmakta buluyordu. Nihal Atsız’ın bir romanında geçen Kürşad efsanesine sarılıp,dehrin Çinine karşı ataların gösterdiği kahramanlığı, yine sergilemek istiyordu. Daha dürüst ve onurlu, nasıl olunabilirdi ki?.. Ancak sorun şuydu, bu mitolojik, tarihin arka odasında dahi kendine yer bulamayan, çoktan tükenmiş bir hurafeden, kır efsanesinden medet ummanın hiç kimseye bir faydası olamazdı. Olmadı da. Bu düşünce, o dönemler, komünistlere karşı bir düşünsel cephe örmek bir yana, onların hoşuna bile gidiyordu. ÇünküDarwinizm’inürünü olan komünizm; içinde dinsizlik, Allahsızlık, ümmet düşmanlığı varsa, o işe sıkıca sarılır. Nitekim öyle de olmuştur. Aynı camiadaki iki ülkücü genç, Müslümanlık-Şamanlık tartışmasına girişip birbirini bıçaklamıştır. Bu menfi durumu sezen merhum Türkeş, olaya el koymuş, 1969’daki kurultayında, partisini İslamcı hatta yöneltmiştir. Şamancıönder ve sempatizanlar tasfiye edilmiştir.

Tek partili dönemde de CHP içinde yer alan Şamanist Türkçüler, MHP’den dışlanınca, kurumsal bir bütünlük ve disipline erişemediler. Fakat, bugünlere kadar, bir şekilde gelebildiler. Bunda, 1980 sonrası dünyadaki Batı menşeili toplumsal mühendislik çalışmaları etkilidir. Türkiye’de ve Ortadoğu’da, İslam dininin emperyalizme set çekebilecek yegâne güç olabileceğini anlayan Yahudi ve Hristiyan dünyası, gerek devletleri ve sivil görünümlü örgütleri, gerekse de Evangelizm türevi sapkın mezheplerin kültürel-ideolojik faaliyetleri ile topyekûn Müslüman dünyaya savaş açtı. Ezoterizm, panteizm, deizm, animizm gibi felsefi görünümlü ve sözde düşünce akımları; milletimizin ve ümmetimizin başına boca edildi. Uzakdoğu’da modası geçmiş anlayışlar güncellenip paketlendi ve gençliğimize sunuldu. Arap dünyasının, Peygamber coğrafyasının mirasını devralarak sürdürdüğü yaşamı nedeni ile, bu konularda daha sağlam durduğu söylenebilir; ancak ibreyi kendimize çevirirsek, aynısını söylemek, maalesef zordur.

Kaba ve katı ateist propaganda ile bu millete etki edemeyeceğini anlayan komünist ajanlar; güya eleştirdikleri, aslında ise maşası oldukları kapitalist dünyanın politikalarını benimsediler. 12 Eylül’de fark ettikleri teorik iflaslarını militanlarına unutturup, ideolojik ve örgütsel, yeniden inşa faaliyetlerine başladılar. Ve neo-liberalizmin toplumsal alana zerk ettiği sivil toplumculuğu keşfettiler. Bundan böyle, bazımarjinal ruh hastası gruplar dışında tabii, devrim ve sosyalizm, işçi sınıfı ve diktatörlüğü, dinlerin olmadığı laik bir düzen gibi iddialı söylemleri bırakıp reformizme yöneldiler. İktidar olmadan da bir şeylerin değişebileceğini söylüyorlardı. Ancak tabii bu, dışarıdan görünendi; içeride ise niyetlerinden hiç eksilme yoktu. Yine işçi sınıfı diktatörlüğü kurup dini yasaklayacaklar, insanları yoksulluğa mahkûm edeceklerdi. Söylem düzeyinde ise, artık liberalleşmiş, özgürlük taraftarı idiler!

Sivil toplumcu, dernekçi mücadelede, evvela kadın hareketine, feminizme kanca attılar. Kocalar, sevgililer hapiste olduğundan; solcu hanımlar, sokaklardaydı artık; mecburen sokaklardaydı; ama doktriner bir kılıf bulmak lazımdı işe, kadıncılık imdatlarına yetişti! Bunlara bakın, bugün bile başörtüsü düşmanıdırlar; ancak kadın haklarına pek meraklılar! Bunların kadın hakkı dediği, dekolteli elbise, mini etek, topuklu ayakkabı giyme; parkta, tramvayda sevişme talebidir! Milletimiz de bunu gayet iyi bilmektedir.

Doksanlara kadar böyle idare ettiler; sonrasında ise, asıl ekmek yiyecekleri alanı aramaya koyuldular. Evvela eşcinselci, transeksüelci oldular; sonra Alevici; sonra Kürtçü; sonra Ermenici oldular; yedi pazar dolaştıktan sonra da, doğacılık, ağaçseverlik, denizcilik, nükleer karşıtlığı vb. faaliyetleri kapsayan çevrecilikte karar kıldılar. Yeni savunuları buydu artık. Hem apolitik bir tavırla kendilerinden olmayan insanları da tavlayabilirlerdi böylece. Büyüme fırsatı bulmuşlardı, onca yıl sonra. Güzeldi.

Akkuyu’dan çıktılar yola, Emep denilen Halkın Kurtuluşu fraksiyonunun yasal uzantısı parti, ki bugün Pkk’nin bahşettiği vekillik koltuklarından birine sahiptir, doksanların ikinci yarısından itibaren “gençlik kampı” adı altında ergenlik çağındaki yavrularımızın duygusal gelişmemişliğini kullanarak kendisine sempatizan devşirdi. Sonra, Türkiye’nin Batı bölümlerindeki altın rezervinin keşfedilmesi üzerine, altınıçıkarttırmamak için,madenlerin bulunduğu il ve ilçelere yöneldi, Dikili’yi (Kürt milliyetçileri ile hemhal ve CHP’den ihraç Belediye Başkanı Osman Özgüven’in de yardımı ile) mesken tuttu. Sonra diğer sol yapılar da buradaki bereketi görüp aynı yolu izlediler. Dev-Solcular Marmara kıyılarını, Dev-Yolcuların torunları, Öğrenci Kolektifçisi gençler de Kuzey Ege’yi parselledi. Hepsinin temel sloganı doğayı korumaktı. Onlara göre, Hükümet, ormanları katlediyor, denizi kirletiyor, havayı mahvediyordu. Zizek, Chomsky vb. Amerikan destekli güya filozofların yazdığı ıvır zıvırları okuyup birdenbire ekolojist kesildiler memleketin başına; ne kadar da traji-komik!

Karl Marks’ın yaşamında ideolojik olarak ters düştüğü ve Marksistlerin de pek hazzetmediği, yine din ve devlet düşmanı anarşizm doktrininin savunucuları da “ekolojik anarşizm” diye bir şey icat ettiler ve sosyalistlerle, kavgaya ara verip, kol kola girdiler. PKK çizgisindeki yasal oluşumlar da bu konuya el attı tabii, onlar eksik kalmamalıydı; zira belirttiğimiz gibi, bu işçok faydalı ve risksizdi. Hem muhaliftin hem değildin!

Bu kadar çeşitli örgüt ve zihniyet bir arada olur da Kemalist-ulusalcılar eksik kalır mı? Takiyyede üstüne olmayan bu güruh da Tema Vakfı denilen yapıyla meseleye dâhil oldu. Zaten içindelerdi bir nevi; fakat bu süreçten sonra daha aktifleştiler… Ve tabii Greenpeace denilen uluslararası örgüt. Ülkemiz solcularının en sevdiği oluşumlardan biri de bu tabii. Sansasyonel eylemleri ile adını duyuran ve nereden, ne şekilde fonlandığı da belirsiz bu grup, bölgemizde o denli teveccüh gördü ki, Greenpeace Akdeniz şeklinde bir seksiyon dahi oluşturuldu. Kuzey Kutbu’nda buzullar eriyor derdine düşüp bütün dünyada para toplayan bu ekip, ki havale falan kabul etmezler, doğrudan kredi kartı numaranızı isterler, şu günlerde yine gündemde. Bizim solcuların pek sevdiği Putin’in Rusyası, içlerinde bir Türk vatandaşının da bulunduğu otuz civarıaktivsti, topraklarında dolaşırken yakalayıp ve korsan kabul edip tutukladı.

Bunlar, sadece konunun muhtevası gereğince değindiğimiz grup ve grupçuklar. Uluslararası boyutta bakılırsa, bir küresel ağ gibi, bütün dünyayı sarmış bu çevreci yapılar; illegal ve legal alanda yarattıkları baskıile, hem Birleşmiş Milletler hem de Ab gibi çatıörgütlerde söz sahibi oluyorlar ve çevre harcamaları, hava kirliliğini önleme gibi başlıklar altında, yüz milyonlarca Euroluk bütçe ediniyorlar. Gönüllü bağışları vb. paralarla da adeta bir finans odağına dönüşüyorlar. Sonra da sıra bu paraları sağa sola dağıtmaya geliyor. İşte anti-kapitalist olduğunu iddia eden komünistler de bu odaklarla işbirliğinde bir beis görmüyorlar; ne kadar da alışık olduğumuz bir durum, değil mi?

Burada önemli bir noktaya temas ettik ve bir gerçeğin altınıçizdik; görüldüğüüzere, bu masum faaliyetlerin altından yine sol örgütler çıktı; tıpkı başka pek çok şekilde olduğu gibi. Örnek mi; “vicdani red” denilen hadise. Bu eylemin savunucuları, ülkemizde anarşist ve komünistlerdir; ancak dünyada “vicdani red”di savunanlar, Yehova Şahitleri denilen sapkın Hristiyan mezhebinin mensuplarıdır.  Bunu da Türkiye’de ilk kez gündeme getiren biziz ve bilahare, insanları bu konuda aydınlatacağız; tıpkı daha nice alanda olduğu gibi. Memleketin komünistleri, İslamiyet’e düşmanlığıpekiyi bilirler; ancak, gâvurun âdetini emir addederler; varın bunların devlet yönettiğini düşünün bir de!

Bu çevrecilerin ekonomik sistem içerisindeki misyonu bu yönde ve geliyoruz asıl bahse; işin “felsefi”özüne. Ezoterizm sosuna bulanmış ve kitlelerin anlaması mümkün olmayan sırlara. Dünyanın her tarafındaki muhalif, sol, sosyalist unsurların çevrecilik/doğacılık merakı ve meramına.

Buradaki temel başlık, animizm ve panteizmdir; doğanın kutsallığı ve Allah’ın doğanın her zerresinde saklı olduğu, yek değil milyarlarca bulunduğu şeklindeki yorumdur. Batıâleminin kapitalist cenderesinde sıkışmış, kimliği ve kişiliği sistemin çarklarında erimiş, bunalmış bireylerin; inançsızlık buhranından kurtulup akıl sağlığına kavuşmasının yolu olarak sarıldığı bu akımlar; yine bireyleri yok etmeye ant içmiş para babalarınca allanıp pullanıyor ve bir ihraç malıymışçasına Doğu’ya postalanıyor. Nerden gelip nereye gittiğini bilemeyen zavallı gençlerimizin de küresel modaya uyup çarçabuk benimsediği; ancak temelini, kökenini bilmediği bu akımlar; bizim uyanıklarımızca da hemen bize uyarlanıyor. Büyük atalarımızın, Allah’ı ve Elçisini ve son din İslam’ı tanımazdan, bilmezden evvelki batıllarına atıfla, bir dönem inanç olarak bellediği Şamanizm safsatası raflardan iniyor. Merdiven altı düşünceler, gençliğin zaaflarından faydalanıp büyütülmeye çalışılıyor.

Derdimiz burada hacimli bir Şamanizm eleştirisi değil; bu ayrı bir konu ve zaten üzerine konuşmak vakit kaybı. Sadece şunu söyleyelim ki, bu tartışma zaten bitmiştir; anlamamakta ısrar edenler bilmezler mi ki, Türklüğümüz madde, Müslümanlığımız ruhtur. İnancımız ve kimliğimiz birbirine karşıt değil, birbirine ektir. Bununla beraber, ulusal ve etnik kimlikler, zaman içinde, ümmet üst kimliği altında erimektedir, erimek zorundadır. Aksi durumda, bütün Ortadoğu halkları etnik boğazlaşmalara kurban gidip emperyalist Haçlılara yem olacaktır.

O halde, Şamanizm mevzuunun sadece bir yönüne değineceğiz ki, o da, bizi asıl ilgilendiren kısım.

Dikkatleri çekmiştir; bu doğa ve çevre savunularının odak noktasında, hep ağaç var. Üçüncü köprü mü tartışılıyor, ağaç katliamı; Hidroelektrik santrali mi yapılacak, ağaç katliamı; baraj mı inşa edilecek, ağaç katliamı; hep aynı hikâye. Bir kez dahi insanların uğrayacağı olası zararlarda dem vurduklarını duyamazsınız; hep ağaç! Tesadüf mü; tabii ki değil. Ağaç, Şamanizm’in temel mitolojik ve ezoterik öğesidir.

Son yıllarda tekrar canlandırılmaya çalışılan Şaman inancına edebi ve kültürel ve felsefi altyapı oluşturmak ve kitleleri etkilemek için, pek çok kişi ve grup çeşitli çabalar içinde. Bunlarda biri de etimoloji araştırmaları. İnternette dolaşıma sokulan ve henüz neşredilmemiş bir sözlükten yola çıkarak, ağaç figürünü irdeleyelim.

Deniz Karakurt imzalı e-kitaptan, Türk Söylence Sözlüğü’nden alıntılıyoruz: “Bazı Türk boyları ağaçtan türediklerine inanırlar. Örneğin bir boyun adı olan Kıpçak kelimesi, ‘Ağaç Kovuğu’ demektir. Kıpçak’ı annesi, bir adanın ortasında bulunan ağacın kovuğunda doğurmuştur. Kıpçaklar da onun soyundan türemişlerdir. Aslında ağaç kovuğunun içerisinde yer alan kadın motifinin sonraki çağlarda, söylenceyi daha gerçekçi hale getirmek için oluşturulduğu anlaşılmaktadır.” Ağaçtan türediklerine inanan eski Türkler, anlamsal olarak da şöyle düşünüyorlar: “Ağmak (yukarıçıkmak) fiiliyle bağlantılıdır. Uzamak anlamı taşır. Bu bağlamda göğe doğru olmayı belirtir. Ağacın kutluluğu belki de göğe doğru yükseliyor olmasından kaynaklanır.”

Evet, eski Türkler, türediklerini düşündükleri ağaçla ilgili, kutsallık tezlerini, metafizik açıdansa, Ağaçİyesi, (ağaç ruhu) kavramsallaştırmasıüzerinden, şöyle temellendiriyorlar: “Her ağaç için farklı bir İye vardır. Özellikle büyük, yaşlı ve kutlu sayılan ağaçların mutlaka bir İyesi vardır. Bazen olumsuz nitelikler de taşıyan Ağaçİyesi’nin tüm vücudu ağaç gibi kabuklarla ve kıllarla kaplıdır. Ağaçİyesi bir yerden başka bir yere uçarak gidebilir.”İnsanların değil de ağaçların ruhu olduğunu; topraktan değil ağaç kovuğundan gelindiğini söyleyen ve burada, üzerinde çok duramadığımız ve buna benzer açıklamalara sahip Türk-Şaman inanç mefkûresi; çok kısaca, ağaç sembolü bağlamında, böyle özetlenebilir.

Ağacı hem bir efsane hem bir dinsel meta hem bir inancın çıkışı gören, buna paralel görsel ve yazılı yayın faaliyetinde bulunan ve tanıtımlarını yapmamak adına isimlerini es geçtiğimiz bazımarjinal Türkçü-Şamancı yapılanmalar; son yıllarda tekrar faalleştiler. Açıkça belirtmiyorlar; ancak, büyük şehirlerde örgütlenen Buduncu sıfatlı kimseler de,Mhp içinde gizlenmiş hizipler de, sosyalistlerin içinde bulunan çevreci tipler de, hep bu anlayışla hareket ediyorlar. Sağ ve sol siyasete ve entelektüel-kültürel camiaya sızmış; kimliklerini gizleyen bu unsurlar; yukarıdaki alıntının sahibi yazar gibi bazı kimseleri öne sürüp, zaman zaman konuşturup nabız yokluyorlar. Uygun bir ortam ve zamanı kollayıp, meydana çıkmaya hazırlık yapıyorlar. Yine anlattığımız küresel süreç, yani ekolojik mücadele dedikleri ve sivil toplumda güçlenmeye çalışma girişimleri; bu Şamanistlere büyük kolaylık sağlıyor.

Gezi olayları, meşruiyet bakımından, önemli bir fırsattıŞaman lobisi için; ancak, iş büyüyüp bir anda başka bir noktaya geldiğinden, korkup başlarını içlerine sakladılar. İslam maneviyatına henüz diklenecek seviyede olmadıklarından, milletimizin tepkisinden çekinip “kovuk”larınaçekildiler. Ama lobi faaliyetlerini sürdürüyorlar. Orta Asya’da Türk dünyası ile iletişim gayretlerini de biliyor, takip ediyoruz. Yeri geldiğinde isim ve teşkilatlarını da deşifre edeceğiz.

Burada, asıl olarak, Gezi olaylarına ilişkin söylenmeyen; daha doğrusu hiç bilinmeyen bir mevzuyu irdelemeye ve anlatmaya çalıştık. Bu bir özettir ve dahası vardır. Milletimizi kandırmak, ezoterikşifrelerle insanları kin ve düşmanlığa sevk etmekkimsenin haddine değildir. Dış güçlerin, büyük sermayenin, illegal solcuların ve çevreci tiplerin hep beraber Hükümet’i devirmeye çalıştığı o mel’un hadiselerin çıkış noktası; son on yıldır moda olan “ağaç severlik” işlerinin kaynağı; Şaman lobisidir. Milletimiz bunu iyi bilmelidir.

Son olarak; Aydın Doğan’ın Hürriyet gazetesinin bugünlerdeki kampanyasını duydunuz mu; son bir hafta içinde okuduğunuz üç gazeteyi getirin; Hürriyet’i ücretsiz alın; çünkü her yıl, bilmem kaç ton ağaç, kâğıt israfından boş yere kesiliyor, katlediliyor, telef ediliyor vs.

Görünenin görünmeyenden, suretin asıldan gittikçe uzaklaştığı bu dönemde; tehlikenin farkında mısınız?

 

Giray ALP

iletisim@politikadergisi.com

Yorumlar

allahtan jöleli ya da rok böyle çaplı değil!

başbakan danışmanı ve tetikçisi tiplerin bu derece bilgi birikim ve donanım sahibi olmayışı milletimizin şansıdır. bu yazıyı gelecekte nasıl değerlendireceğimizi merak ediyorum doğrusu.

İroniden anlamayan nesle

İroniden anlamayan nesle aşine değiliz. Ekşi kendi jargonumuzla gülüp eğleniyoruz sonra böyle bıldırcının teki çıkıp ciddiye alıyor sonra işin yoksa uğraş dur... Çok acayip abi.

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.