Garp Meselesi

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Murat SOFUOĞLU

Global krizin dünyanın her yerinde etkisini olabildiğince güçlü bir şekilde sürdürdüğü su günlerde dünyanın büyük güçleri, 'great powers' veya eski deyimle düvel-i muazzama zorlu bir dönemeçle karsı karsıya kaldıklarını biliyorlar. Eski tarihsel ihtilafların kriz gölgesinde tekrar su yüzüne çıktığı şu günlerde tarihin kadim uygarlıklarının çocuklarının Batılı paradigmaların savunucusu olarak yükseldiklerine şahit oluyoruz.

Asya’nın yükselen güçleri Çin ve Hindistan bir yanda Ortodoks Rusya diğer yandan dünyanın yeni şekillenmesinde en az Batı dünyasının köşe ülkeleri kadar söz sahibi olmak istediklerini ilan ediyorlar.

Batı dünyası ise derin bir türbülans içinde. Daha önce ekonomik kriz yaşayan ülkelere nutuk çeken Amerika şimdi kendi ekonomisinin düştüğü Madoff fenomeni karsısında çaresiz gözüküyor. Paul Krugman'ın deyimiyle daha 9 yıl önce Clinton’ın Hazine Bakanlığı’ndaki II. adamı Lawrence Summers kriz yaşayan ülkelerin iyi kapitalize edilememiş ve yönetilememiş bankalara sahip olduğunu ve şeffaf kurumsal denetimin olmadığını ifade ediyordu. Eski Harvard Üniversitesi Başkanı Summers şimdiki Obama yönetiminde de Ulusal Ekonomik Konseyi'ni yönetiyor. Summers'in işi zor. Ülkesinin durumu 9 yıl önce 'lecture' verdiği kriz ülkelerinin durumundan da daha vahim gözüküyor. Amerikan finansal kurumlarının son 9 ayda ardı ardına nasıl iflas ettiğini ya da iflasın esiğine geldiğini dünya konuşuyor. Wall Street ise simdi neredeyse hükümet desteği ile ayakta kalabilen Sam Amca’nın barakalarına dönmüş durumda. Ve sozkonusu "financial meltdown" (finansal erime)'in tam da "iyi kapitalize edilememiş ve yönetilememiş bankalar ve şeffaf kurumsal denetimin olma"yisindan kaynaklandığı Amerika’nın belli başlı ekonomistlerinin ağzında artik tekerlemeye dönüşmüş durumda.

Krugman 10 yıl önce Times dergisinin kapağına Hazine Bakanı Robert Rubin, Fed başkanı Alan Greenspan ve Hazine'nin II. adamı Summers'in dünyayı ekonomik krizden koruyan üç adam olarak geçtiğini söylüyor. Şimdi ilk iki isim global krizin türbülansı altında medyanın lanetine uğramış durumda. Summers ise henüz yola devam ediyor.

MIT profesörü Simon Johnson The Atlantic’de yazdığı bir makalesinde Amerika’nın mevcut problemlerinin Rusya ve Arjantin’de zamanında yaşanan kritik krizlere şok derecesinde benzediğini ve bu krizlerin ortaya çıkmasında kronikleşmiş kapitalistlerin de kritik roller oynadıklarını ifade ediyor. Johnson üçüncü dünyada olduğu gibi Amerika’da da “elit iş dünyası çıkarlarını temsil edenler –Amerika’da (özellikle) finansçılar- hükümetin zımni desteğini de alarak daha büyük kumarlar oynayarak krizin yaratılmasında merkezi bir rol oynadılar” diyor. “Bu kaçınılmaz çöküş gerçekleşene dek sürdü. Daha alarm verici olan aynı insanlar şimdi de tesirlerini hızlı bir şekilde ekonomiyi çivileme çakılmadan kurtaracak ihtiyaç duyulan reformların yapılmasını engellemek için kullanıyorlar.”

Batı dünyası için tehlike çanları yalnız Atlantik"in Amerikan yakasında çalmıyor. Atlantik'in Avrupa yakası ekonomileri de pek çok açıdan alarm veriyor. Büyük bankaları kamulaştırılan Britanya -güneş batmayan imparatorluğun çocukları için ne kabus!- ve dev araba firmaları -mesela Opel- hükümet desteği ile ayakta tutulabilen Merkel'in Almanyası da krizin dev dalgaları ile boğuşuyor. Daha kötüsü Batı dünyasının liberal demokrasileri alışılanın tersine bu sefer zor zamanlarda gösterdikleri işbirliği davranışını göstermekte zorlanıyorlar. Krugman'ın belirttiği gibi pek çok Avrupalı lider kıtanın içinde bulunduğu ekonomik ve finansal sorunları görmezlikten geliyorlar veya ret psikolojisi içindeler. Kuşkusuz bu durumda rasyonel ve soğukkanlılıkları ile kendilerini Doğu’nun duygusal ve kavgacı yapısından ayırt ettiklerini söyleyen Batılı liderlik açısından da problemin yalnızca ekonomik olmadığını göstermesi bakımından önemli. Anlaşılan Avrupalı liderler Atlantik ötesindeki "big brother"in sözlerine bu sefer pek kulak asmak istemiyorlar.

Bu durum siyaset bilimi ile uğraşanlara ve özellikle tarihçilere geçmişte yaşanan kimi trendleri hatırlatıyor. Ekopolitik’e geçen ay konuk olan Amerika’nın İstanbul Konsolos yardımcısı Dr. Grant MacMurran bu konuda biraz endişeli olduğunu bize ifade etmişti. Eğer dünya 1929 Büyük Bunalımı sonrasında olduğu gibi büyük bir ekonomik gerileme ve fakirleşmeye girerse ve bu dünya devletlerinin korumacı politikalara yöneltmeye sevkederse kuşkusuz çok iyi durumda olmayan dünya barışı daha da problemli bir devreye girebilir. 1929 sonrasında korumacı politikaların yükselmesi ülkelerin kendi içlerine kapanmasını sağlamıştı. Birbirleriyle olan ilişkilerini sınırlayan dünya daha izole bir karaktere bürününce ülkeler arasında yabancılaşma da artmış ve ayrışma trendleri kendini göstermeye başlamıştı.

Avrupa’da yükselen Hitler ve onun Nazi (Nasyonel Sosyalizm) Almanyası, Mussolini’nin İtalya’da kurduğu faşizm, Franko İspanyası, Stalin’in Sovyetlerde yükselen gücü ve komünizme artan talep ve askerileşen Japonya bu ayrışma trendlerinde ortaya çıkmış ve yavaş yavaş bloklar oluşmaya başlamıştı. İlginç ve tedirgin edici olan bu blokların sürekli değişebilen dinamikler gösterebilmesiydi. Bilindiği gibi Hitler Sovyetlere saldırmadan önce aynı ülke ile bir saldırmazlık paktı imzalamıştı ve hatta Polonya’yı da aralarında paylaşmışlardı.

Ülkeler birbirinden uzaklaşmaya başladığında birbirlerine olan güvensizlikleri de artıyor ve karşılıklı ilişkiler çok daha kaypak bir zemin üzerinden varlığını sürdürüyor ve bazen yaşanan bir takım gerginlikler de büyük çatışmaları tetikleyebiliyor. Biraz da bu tür yanlış anlaşılmaları ve büyük çatışmaları engellemek için dünya devletleri birtakım uluslar arası örgütler kurma gereğini düşündüler. I. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan Cemiyet-i Akvam ve II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan Birleşmiş Milletler bu bağlamda uluslar arası sorunların tartışma platformlarını oluşturmak için kuruldular. Ancak bu yapılanmalara rağmen ülkeler bu yapılara paralel birtakım örgütlenmelere de yöneldiler. Soğuk Savaş denilen devrede Amerika liderliğindeki kapitalist Batı dünyasının kurguladığı NATO ve ona karşı komünist dünyanın liderliğini yaptığı Sovyetlerin fikir babası olduğu Varşova Paktı esasında tam da böylesi paralel örgütlenmelerdir. Bu paralel örgütlenmelerin motoru olan ülkeler BM Güvenlik Konseyi’nin kritik kararlarında daimi üyeler olarak kendilerini gösteriyor ve paralel örgütlenmelerin menfaatleri perspektifinde oy kullanıyorlardı. Dünya kamuoyunun gözleri önünde bu oyun defalarca perdeye aktarıldı.

Şu an bilindiği gibi dünya Soğuk Savaş zamanında olduğu gibi tam bir ayrışma içinde değil. Hatta globalizmin oluşturduğu derin bir “connectedness” (bağlantılılık) içinde. Ancak son global kriz aynı zamanda globalizmin bir krizine dönüşürse o zaman sözkonusu “connectedness”in bağlantı noktaları birbirinden kopabilir ve bu sefer mezkur bağlantı noktaları “çatışma uçları”na dönüşebilir. Tabi bu krizin oluşturduğu sarsıntıların yaratacağı tektonik hareketlerin dünya jeopolitiğinin fay hatlarını ne ölçüde etkileyeceği ile doğrudan alakalı bir durum.

Tam da bu durum belki bizi Britanyalı tarihçi Yale profesörü Paul Kennedy’nin 20 yıl önce yazdığı “Büyük Güçlerin Yükselişi ve Düşüşü” (The Rise and Fall of Great Powers) kitabında bahsettiği senaryoya geri getiriyor. Kennedy 14 Ocak 2009 tarihinde Wall Street Journal’da yayınlanan “Amerika’nın Gücü Tükeniyor” başlıklı bir makalesinde 20 yıl önce yaptığı Amerika’nın gerileme paradigmasına girdiği argümantasyonu ile şimdiki global kriz arasında bir ilişki kuruyor. Ekopolitik.org tarafından çevrilen makalede Kennedy söylemek istediklerini “yokuş çıkan güçlü adam” metaforu ile anlatıyor:

“O zamanlar işaret ettiğim gibi, dengeli ve kaslı, güçlü bir insan etkileyici ağırlıktaki bir yükü yokuş yukarı bir süre taşıyabilir. Ama o kişi güç kaybediyorsa (ekonomik sorunlar), ve yükün ağırlığı aynı kalıyorsa, ya da hatta artıyorsa (Bush doktrini), ve arazi daha çetin bir hale geliyorsa (Yeni Büyük Güçlerin yükselişi, uluslararası terörizm, iflas eden devletler), o zaman bir zamanlar güçlü olan o kişi artık yavaşlamaya ve sendelemeye başlar. Bu tam da, daha çevik, daha hafif yüklere sahip yürüyüşçülerin ona yaklaştığı, yanyana geldiği, ve hatta onu geçtiği zamandır.

Yukarıdaki yarı yarıya bile doğruysa, sonuçlar pek de içaçıcı değildir: Gelecek yıllardaki ekonomik ve siyasi sancılar Obama’nın seçim kampanyasında dile getirdiği vizyonun çoğunu kötü bir şekilde sekteye uğratacak; bu ülke, içeride, çok zor tercihleri yutmak zorunda kalacak; ve Amerika’ya karşı uluslararası bir sempati dalgasına rağmen, yurtdışında kararlı ve sürekli bir şekilde hareket etme konusundaki görece kapasitemizde bir artış beklememeliyiz. Nispeten harika, karizmatik ve oldukça zeki bir kişi Beyaz Saray’a gelecek, ama ne yazık ki, ABD’nin 1933 ya da 1945’ten bu yana karşılaştığı en zor şartlarda.” (Kaynak: Ekopolitik.org)

Görüldüğü gibi durum Amerika açısından hiç de içaçıcı değil. Bu noktada kritik soru “emperyal bir genişleme” (imperial overstrech) içindeki Amerika’nın dünyanın jandarmalığını bu şartlar içinde ne kadar süre daha yapabilmeye muktedir olduğu şeklinde ortaya çıkıyor. Kennedy aynı makalesinde kendisinin endişelerine karşı “canını sıkma, yabancılar o kağıtlar için memnuniyetle ödeme yapacaklar” dendiğini söylüyor. Bu durumun Kennedy’nin “midesini bulandırması”nın ötesinde Amerikalı kapitalist babaların iyi bildiği bir kuralı da orta ve uzun vadede işletmesi mümkün olabilir. Kural Türk literatüründe “parayı veren düdüğü çalar” şeklinde biliniyor.

Buradaki “yabancılar” büyük ölçüde Çinliler oluyor. Kennedy bir mucize olur da Çinliler bizim 1.2 trilyon dolarlık borcumuzun çoğunu bizden satın alırlarsa “o zaman bağımlılık durumumuz ne olurdu?” diye soruyor. Ve arkasından cevabı kendisi vermeyi de ihmal etmiyor: “Bizi dünyanın finansal dengelerinde 1941-1945 arasında İngiltere ile ABD arasında olduğu kadar büyük bir yer değiştirme bekliyor olabilir.” Tabi bu sefer İngilizler karşı kıtadaki kardeşlerinden nöbeti devralabilecek gibi gözükmüyorlar. Onların durumu da “vahim.” Anglo-Saxon dünya için ne acı bir zamandır. Global ekonomik krizin ilk tahmin eden kahinlerden biri olarak tarihe geçen New York University profesörü Nouriel Roubini’nin deyimiyle “Anglo-Saxon model başarısızlığa uğradı.”

Ancak Anglo-Saxon modeldeki tüm problemli semptomlara karşı Çinliler nöbeti devralabilmeye aday bir ülke olarak kendilerini konuşlandırmaya pek gönüllü gözükmüyorlar. Dünya hegemonyasının başaktörlüğüne aday olmasalar da paralarını takip etme konusunda da hassaslar. Kennedy’nin yazının yayınlanmasından tam iki ay sonra Çinli lider Wen Jiabao ilginç bir açıklamada bulundu. Çinli lider sanki hisse senetleri değer kaybetmesinden çekinen bir müşterinin kaygılı haliyle borcunu takip eden alacaklının tehditkar tavrı arasında bir psikolojiyle Obama yönetiminden Çin’in Amerikan hazine bonolarına yaptığı 1 trilyon dolarlık yatırımın selameti konusunda garanti vermesini istedi. Wen Çin’in hazine bonolarının selameti konusunda kaygılandığını ve Çin’in Amerika’daki ekonomik gelişmeleri çok yakından takip ettiğini ifade etti. Wen Amerikalılardan “iyi kredilerini sürdürmelerini, sözlerine mukabil hareket etmelerini ve Çin aktiflerinin selametini garanti etmelerini” istedi. “İyi kredi” (good credit)nin ne türden bir şey olduğunu evini kaybetmiş Amerikalılar herhalde iyi biliyorlardır.

Bir Çinli liderden dünyanın süper güç diye tanımlanan ülkesine ilginç bir mesaj. İlginç olmanın ötesinde Amerikalılar kadar Çinliler de bir dilemma ile karşı karşıya. New York Times’ın raporuna göre Amerika daha az borç alır ve daha az destek paketleri üzerinde çalışırsa bu Amerika’da faiz oranlarının yükselmesini engelleyecek; dolayısıyla Çin’in mevcut bonolarının değerini korumasını sağlayacak. Ancak daha az hükümet harcaması daha yavaş bir ekonomik iyileşme demek ki bu da Çinli mallar için daha az Amerikan talebin doğmasına neden olacak. Amerika Çin’den bu yılın ilk iki ayında geçen yılın aynı periyodu ile karşılaştırıldığında %17.4 daha az ithalatta bulundu. Bu gelişme Çin ihracatlarında rekor bir düşüşe neden olmakla tüm Çin ekonomisinde bir fren etkisi yaratıyor.

Kennedy’nin endişelendiği şekilde Amerika yabancıların ve özellikle Çinlilerin ekonomik vesayeti altına girmeye doğru mu sürükleniyor? Kennedy İspanyol kral II. Philip ve Fransız kral XIV. Louis’in düştükleri durumları hatırlatıyor. Ancak bizim gibi güneşin doğduğu tarafa daha yakın ve Osmanlı coğrafyasının başkentinde yaşayanlar için daha tanıdık isimler ve kavramlar mevcut. Tabi Duyun-i Umumiye terimini ifade etmek için çok erken. Ama aklımıza 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması da gelmiyor değil. Tarihçilere göre sözkonusu anlaşma ile Avrupa devletleri Osmanlı İmparatorluğu’nun kaçınılmaz bir çöküşe mahkum olduğuna inanmışlar ve bir tür vesayet-paylaşım programını kendi aralarında tartışmaya başlamışlardı. Sözkonusu program daha sonraları Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamasının hükmettiği bölgelerde ve toplumlarda nasıl sonuçlar üreteceği sorunlarına matuf olduğu için “Şark Meselesi” (Eastern Question) olarak isimlendirilmişti.

Şimdi Kennedy’yi takip eden bir gelenek her geçen gün güçlenerek Amerikan gücünün zayıflamasından ve bunun tüm dünya üzerinde yol açacağı "repercussions" (akisler)lardan bahsediyor. Newsweek editörü Hint-Müslüman kökenli Ferid Zakara “Post-American World”u kaleme aldı bile. Obama bile bunu merak ettiğini Clinton ile süren Demokrat önseçim sırasında elinde kitapla fotoğraflanarak göstermişti.

Amerika’dan sonraki dünya nasıl şekillenecek?

Hımm…herhalde bu da olsa olsa Garb Meselesi’nin konusu olsa gerek.
 

Murat SOFUOĞLU

iletisim@politikadergisi.com

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.