Liberalizmin Keskin Kokusu

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Alp Giray

Aslında her şey, ileriye hareket edememenin zorunlu tezahürü olarak başladı. Türkiye solunun en aksiyonlu ve de sert, güçlü döneminde, yetmişlerde, mücadelenin bir yerinde, tıkanma yaşanıyor; devrimin, o denli yakınken uzak görünmesi, çelişki sahiplerini, iyi veya kötü niyetle, bir sorgulamaya itiyordu. Acaba bir eksiklik, yanlışlık mı vardı; yoksa, daha kötüsü, yolumuz, kılavuzumuz mu sakattı? Bir teori olarak Marksizm, yapısal anlamda bozukluklar mı içeriyordu?

Soru sormak iyidir, zihni çalıştırır; fakat, anlamsız veya cevabını kendinden önemsiz kılan sorular kötüdür; asıl niyeti yok edip içerideki yabanıl dürtüleri harekete geçirir. İlkel benlik böyledir, rahatsızlık verir; süperegonun sığınaklığını kabul etmez; isyanı ve de sorgulamayı köreltir, mantıksızlığa demirlemeye yol açar. Buradan, bu psiko-loji ile yürüyenler, ayaklarını siyaset zeminine basıyor iseler hele, sonuç bellidir; geçmişe küfür, geçmişe sahip çıkana hakaret, eski dosta iftira…

Türkiye solunun yakın tarihi, tartışılacaksa, buradan başlanmalı. Zira, ne yaparsanız yapın, mevzu, bir vakit sonra, bilimsel siyasetten kopuyor ve gelip buraya dayanıyor. İdeolojik referanslar, teorik polemikler, siyasi çözümlemeler; bunların hiçbiri, örneğin “12 Eylül”den bu yana neden henüz toparlanamadığımızın yanıtına, bizi götüremiyor. Burada, asıl konumuz bu olmadığından, ve de, bu tezlerle bir tartışma daha kapsamlı bir çaba gerektirdiğinden; şimdilik, konunun kıyısından geçiyor; ve bundan sonra, derinliksiz ve sadece siyaseten, “liberalizmin keskin kokusu”nun, genel manada nasıl dalga dalga yayılıp güçlendiğinin kısa notlarını düşüyoruz.

Yenilgiden, 12 Eylül darbesinden sonra; birileri, birkaç yıl evvelki soruları yinelemeye başladı. Öyle ya; “kaba Marksistler”, “Stalinciler”, “Maocu Bozkurtlar”, “kırcılar-kentçiler”; topyekûn, zindanlarda idiler ve “meydanlar boştu”. Artık, rahat rahat sorular sorup bunları kendi kendilerine cevaplayabilirlerdi; içine filozof kaçmış, entelektüel solcular. Zaman ve mekân müsaitti; bin, iki bin satan, Batı’dan kopya dergilerinde yazdıkları doğru çıkmıştı ne de olsa; sosyalistler, onları dinlememiş ve kaybetmişlerdi. Oysaki; kadın, çevre, Kürt, Alevi, eşcinsellik gibi konulara kafa yorsalardı bu ortodoks solcular; böyle mi olurdu hiç? Devir eski devir değildi, anlayamadılar!

Doksanlara gelindiğinde; içeriden çıkanlar, yurda geri dönenler, dışarıda kalıp kaçak yaşayanlar; bambaşka bir göğün altında buldular kendilerini. Her şey değişmişti, eski yoktu artık. Yüz binlerce satan dergi, gazeteler; milyonlarca üyeli sendikalar, sokak gösterileri, grevler… Bunların hepsi, fiilen sona eren önceki yüzyılda kalmıştı. Üstelik, dünyanın yarısına, güç, nüfus ve ideoloji anlamında sahip bulunan; ilk işçi devleti de büyük şangırtılarla tuz buz olmuştu. O malum ve meşhur soru geri geldi: “Ne yapmalı?” bunu tamamlayan ve daha önemli bulduğum diğer soru da gecikmedi: “Nasıl yapmalı?”

Görüldüğü üzere, yine sorular ve sorular. Şair, doğru soruların tüm duvarları yıkabileceğini söylüyordu; Türkiye solcuları, duvarları bir bir üstüne yıktı, yanlış sorular sorarak. Heyhat, seksenlerde doğmuş, orta yaşlılığa doğru ilerleyen bizim kuşak sosyalistler; üstümüzdeki yıkıntıdan birkaç tuğlayı dahi kaldırabildiğimizde, ne çok sevindik! Ne çok sevindik, kara suratlı üç beş işçiyi, eylem alanında gördüğümüzde bile! Bir vakitki, beş yüz bin kişilik 1 Mayısları unutup, yıllar sonra Taksim’de yürüyebildiğimize şükrettik! Kırıntılarla avuttuk kendimizi! Bizi buna mahkum edenler mi; şimdi, CHP ve BDP’den vekil olup on beş aylık asgari ücrete denk gelen maaşlar alma derdinde!..

Sorulara dönüyoruz. Artık sorular, devrimin yolu, yöntemi, stratejisine dair değildi. Basit ve acizdi sorular; solculuğun, yeniden tanımlamasına ön açacak içerikteydi. Yukarıda söylediğimiz üzere, “hata”ların üzerine gidiyordu. Solunsa, “hata”ları, nedense hiç bitmiyordu!.. Kadın sorununu konuşmamıştı solcular; Kürtlere ayrı devlet istememişti; sabah akşam faşizmle uğraşmış, kendi faşizan eğilimlerini gündem etmemişti; ahlakçıydı, tekçiydi, yabaniydi; lezbiyen, trans, transeksüel, travestilerden hiç bahsetmemişti; Ermenilerle dayanışmamıştı, Ermenileri kestik diye yazılar yazmamıştı… Eh, daha ne olsun ki; suçu büyüktü solcuların! Tek adam, lider kültürüyle, yukarıdan aşağıya şekillenen, sekter örgütleri ile; zaten bundan fazlasını yapamazlardı!.. Ve çözüm bulundu: Yenilik, yeniden düzenleme, bozma ve sökme!

Koca Sovyetleri bile dağıtan, parçalayan bu “çözüm”; tabii ki de Türkiye solunu tasfiye etmenin ilk adımını teşkil ediyordu. İlk adım atılırken, kadrolar ise çoktan dağılmıştı. Kimileri, solculuktan istifa etmiş, karşı tarafa geçmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin re-organizasyonunda görev alıyordu. Bunlar, kendilerini artık alenen liberal olarak tanımlıyor, geçmişlerinden kurtulmak istiyorlardı. Bir anlamda, “cesur ve yürekli” idiler; ama sadece bir anlamda; yedikleri bokun inkârına kalkışmıyorlardı. Bir diğer kesim ise, bunlardan daha sinsi ve alçak olanlar, hem döndüklerini açıkça söylemiyor hem de solculuktan dem vurmaya devam ediyorlardı. Onlara göre, sosyalizm zaten içinde liberalizmi barındıran, eksikleri olsa da, özgürlükçü bir teori idi; fakat, eski kafalı solcular, bunu anlayamamış, anlamak için de çaba sarf etmemişti. Bu tipler, o yıllardan bu yana, eski örgütlerine sövüyor; zamanında orada bulunmaktan dolayı duydukları pişmanlığı dile getirip duruyorlar. Bıkmadılar ve yorulmadılar. Solculara ettikleri küfürler sayesinde, Alman vakıfları ve Sorosçu kuruluşlardan, burjuva medyasından aldıkları maaşlarla yaşamaya devam ediyorlar.

Not edelim; sosyalizme inancını yitirmişleri kategorize eden bir çalışma yok ne yazık. Dönek denip geçiliyor herkese; fakat, iş başka. Biz, kabaca söyleyelim. Yukarıdaki iki grupta anılan kişiler, genelde, Aydınlık ve TKP geleneğine mensup olanlardan çıkıyor. Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş geleneğinden gelen ve eskiden çok kitlesel olan hareketlere dâhil olanlar, karşı-devrimci kampa geçmiyor; genellikle ticaretle uğraşıyor ve seçmen veya üye olarak CHP’ye veya ulusal solcu partilere iltica ediyor.

Devam ediyoruz. Üçüncü grup konumuz değil; Allah onlara selamet versin. İlk iki gruba dönersek; kimdir bunlar, ne iş yaparlar? İsimlerine lüzum yok; kendileri, elleri kalem tutup ağızları laf yapabildiği ve ayrıca zamanında, solculuk dönemlerinde, kapitalizmi çok iyi öğrendiklerinden; doksanlardan bu yana, burjuva medyasında, rahatça iş buldular, tuttukları gazete köşelerinden, kaptıkları TV programlarından yazmaya, konuşmaya, devam ettiler. İktidarlara ilişmeye, bir taraftan da, muhalefete, yani sola akıl vermeye yetenekli olduklarından; zorlanmadan, yeni onursuz yaşamlarına alıştılar. Sözlerini kimse önemsemedi; ancak, herkes önemsermiş gibi göründü. Yazdıkları içeriksiz, inceliksiz yazılar; günün koşullarına göre analiz olarak halka sunuldu. Bu, herkesin işine geldi. Türkiye halkını aptallaştırmanın, en önemli aracıydı zira, yayın faaliyeti.

Bunlarla ilgili genişçe konuşmamızın, bir nedeni var elbette; yoksa, pespayelikleri ile vakit kaybetmezdik. Bizim derdimiz, bunların etkisi, gücü, hinterlandıyla. Ve maalesef, bizi üzen budur. Dördüncü grubun, aşağıda anlattığımız grup; ikinci grupla görünmeyen; ancak hep var olan sağlıksız ilişkisidir.

Tüm bu süreç, doğal ki, solun tamamını teslim alamadı. Onurunu, inancını kaybetmemiş, sayıca azsa da önemli bir kısım solcu da; 12 Eylül darbesinin yarattığı tahribatı, yeniden mücadeleye girişerek telafi etmeye, bunun içinde tekrar toparlanmaya, bir güç olarak, toplumsal alana geri dönmeye çalıştı. İyi niyetli girişimlerde bulundu. Fakat, büyük resmi asla göremedi. Her ne kadar, liberalizme meyletmiş eski solcularla arasına mesafe koymaya çalışsa da, zayıflık, kitleselleşememe gibi nedenlerle, onlarla bir kader ortaklığı yapmak zorunda kaldı. Solda birlik adına yapılan büyük birleşimler bunun tezahürüdür. Aynı düşünmek şart değil, önemli olan birliktir kafası ile; götü başı ayrı oynayan ne kadar dönek varsa, adam yerine konuldu. Tespitleri sakat da olsa, halka demokrasi temalı yazılar sunuyorlar, denilerek önemsendi. Yıllar geçip de, bu sünepelerce darbeci, statükocu ilan edilen zavallı ve iyi niyetli devrimciler; bu kez, bunlara küfürler dizmeye başladı. Fakat iş işten çoktan geçti. Şimdi artık, solumuz, maalesef bir enkazdır.

En son solda birlik tartışmalarına, Kürt hareketinin etrafında kümelenen solculara bir bakın; hatta, bunun dışında kalan irili ufaklı yapılara da bakın; hepsinin, söylemleri farklı da olsa, söylemlerinin içeriği aynıdır. Hepsi çevrecidir, Kürt milliyetçiliğine karşı sessizdir, Kürdistancıdır, feministtir, eşcinselcidir, Cumhuriyet ve Mustafa Kemal karşıtıdır, Alevicidir, Sevrcidir, elitisttir, ayrılıkçıdır, kozmopolitçidir, Ermenicidir, Sırrıcıdır, Yıldırım Türkercidir, Ezgi Başarancıdır… Bu kesimdeki solcular, kabul ve güzel, bedel ödemekten, mücadeleden kaçmıyorlar; fakat, yollarının yanlışlığının da asla farkına varmıyorlar. Yeni dünya düzenini analiz edemediklerinden; ulus-devletlerin parçalanma sürecini yalnızca izliyorlar. Bizim ulus-devletimizin tasfiyesine de seyirciler.

Sosyalistlerle ilgili olarak, bu kadarı yeterli sanıyorum. Yazması hiç de kolay olmayan bu mevzu ise, daha geniş. Liberalizm, çok büyük bir bataklık ve burada sadece devrimciler yok. Daha doğrusu, artık, bu bataklıkta olmayan bir siyaset yok. Tüm bu süreci hazırlayan ve sunan dünya emperyalizmi; ülkemizin en önemli, en nitelikli muhalefetini, sosyalistleri değiştirip dönüştürmekle yetinmedi; ki yetinemezdi. Nitelik, her zaman güç demek değildir; isteyen beğensin isteyen beğenmesin, halkın kafasındaki sol algı açısından; Türkiye’nin en güçlü partisi CHP’dir; bunun lamı ve cimi yoktur. Bu nedenle, CHP de bir operasyonu çoktan hak etmişti; ancak, emperyalistler, bunu, kolayca beceremedi. Sosyalistlerin yirmi yıla varan liberalleşme süreci, CHP’de, iki yıl öncesine kadar işlemedi. Bunda en büyük etken, CHP’nin sağlam bir ideolojiye sahip olması değil tabii ki; ekonomik olarak zaten liberal, ABD’ye cepheden karşı çıkmayan, sağcıların iktidarı kaybettiği anda yükseltilecek bir parti; siyasi alanda liberalleşmese de olurdu; bu yüzden, CHP, egemenlerin pek de hedefinde değildi. Bu, tabii, olumsuz yorum. Bir de, objektif olup madalyonun diğer yüzüne bakmak gerekiyor. CHP’nin liberalleşmesini, içeriden engelleyen bir toplumsal kitle vardı. Laiklik, Cumhuriyetçilik söylemlerinin zayıflatılmasına müsaade etmeyecek milyonlar; ve zaman zaman, 27 Mayıs ve 28 Şubat’ta örneğin, bu milyonların talepleri ile, öne çıkan ve görev alan Türk Ordusu; ABD’yi her zaman korkutmuştur. ABD böyledir zaten, kitleyi ve gözü pekliği görmesi yeterlidir; bu terörist devletin geri adım atması için.

ABD, yakın tarihte, çok kez, bizimle olan ilişkilerinde, geri adım attı. Şu an yaşadıklarımız; bu geri adımların neticesidir, bunların acısının çıkartılmasıdır. Bülent Ecevit’in, ölmeden önceki, takdire şayan son eylemi olan; Irak müdahalesine ortaklık etmeyi ve destek çıkmayı, korkusuzca reddi; Hüseyin Kıvrıkoğlu Paşa’nın Washington’la dört yıl boyunca muhatap olmaması; halkımızın, savaş tezkeresini, günlerce süren eylemlerle Meclis’ten geçirtmemesi… Bunların hepsinin intikamı; AKP’dir! AKP, ABD’ye geri adım attıran tüm kesimleri ezmiş ve o kesimlerin önderlerini tevkif ve mahpus etmiştir. Ve öğrenmiştir; Türk halkı, tarihsel karakterine uygun olarak, her zaman, anti-emperyalist bir “öz” taşımaktadır. Sağcısından solcusuna, doğru ya da yanlış biçimde, sahip olunan bu “değer”; her an her şeyi değiştirebilecek potansiyele sahiptir. CHP mi; tam da bu yüzden hedef tahtasındadır.

"Amerikanlar" dışında; halkımızın, zor günlerde umut olarak gördüğü parti, CHP’dir. Ve bu CHP, biz tabii ki her zaman eleştirdik ve uzak durduk; ama, doksan yıldır, içinde, partinin genel siyasi çizgisini her an değiştirmeye ve dümeni sola kırmaya hazır, insanlara sahiptir. Tüm yanlış işlerine rağmen, Deniz Baykal, Başbakan’a meydan okuyabilmiş; Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkma davası olan Ergenekon’dan sanık olmuş devrimci-yurtseverlere sahip çıkabilmiştir. Bence CHP’ye operasyon kararı da, ABD ve Cemaat tarafından, o gün alınmıştır. Gelinen yer malumdur; dürüstlüğünden şüphe duymadığımız, bu özelliğini de her zaman takdir ettiğimiz; ancak, siyaseten bir kör olan, AKP’yi taklit ederek, iktidar olabileceğini zanneden; partisinin tarihinden habersiz; 27 Mayıs’ı darbe sanan; İsmet Paşa’yı tenkit etme gafletine düşen Kemal Kılıçdaroğlu ve dincilik, Kürtçülük, liberallikle malul ekibi… Üzülüyoruz; zira, söyledik, CHP, halkımızın son kalesidir, gidebileceği son sığınağıdır. Ve maalesef, hep de öyle kalacaktır.

CHP’nin dönüşümüne değinmişken; son zamanlarda, sosyalist kesimden dostlarımızın, bu mevzu ile ilgili, yanlış söylemler içinde olduğunu izliyoruz. CHP, geldiği nokta ile ilgili, elbette eleştirilmeli; ancak, bunu yaparken de çok dikkatli olmak; gücünü hala önemsediğim parti tabanını incitmemek gerekiyor. Ve şu önemli, artık, CHP tahlilleri nihayetlenmeli; bilmekte fayda var; CHP artık değişti, gerçek ve doğru anlamda, “liberal-sol” bir parti oldu. Artık, medyadaki tüm dönekler, yavaş yavaş CHP’ye göz kırpmaya başladı. AKP’nin olası bir güç kaybında, tüm menfaatçiler, CHP’ye koşacak; bunu sezebiliyorum. Bu yüzden, bu partiye laf yetiştirmek, vakit kaybı. Bunu bırakalım CHP’liler yapsın. Bizim işimiz, kendisini Atatürkçü, Kemalist, laik vs. olarak tanımlayan CHP’li insanlarla, başka hangi zeminlerde ortaklık edebileceğimiz olmalı. Hangi dergi, gazete, dernek, vakıflarda beraber bir muhalefet örebileceğimiz olmalı. Onlar, varsın, seçimlerde CHP’ye oy versinler. Sonra da gelip bizim nitelikli muhalefetimize destekte bulunsunlar; bu daha gerçekçi değil mi?

Özetle, hem sosyalistler; üzülerek anlattığım, süreci okuyamayıp liberallerle aynı yere düşen, Doğu Perinçek’in deyimi ile “devrime Fransız sosyalistler” hem de CHP, aynı şekilde, dönemi okuyamayıp niteliklerini yitirdiler; karşı-devrime direnmek yerine, karşı-devrime istemeden destek sağlar duruma düştüler. Kürt hareketine değinmeye bile gerek yok; “çözüm” dedikleri; ancak ne olduğunu kendilerinin de bilmedikleri şeyin sağlanması için, son yirmi yılı ABD’nin kapısında yatıp emperyalizmin kucağında sabahlayan PKK ve yasal uzantıları; zaten en başından beri liberal ve karşı-devrimci idi. MHP mi; Alparslan Türkeş’in oğlunun, ülkücü hareketin en üstteki adamlarından birinin, yakın tarihteki röportajında söyledikleri; yani, küreselleşme sürecinde, milliyetçiliğin değişmesi gerektiği iddiaları ile; anlaşılıyor ki, liberalizme yelken açmıştır. Partinin lideri, Fethullahçıların kaset komplolarına sert tepki gösterse, zaman zaman AKP’ye nitelikli muhalefet üretse de, sonuç olarak, yılları, AKP’ye payandalık ederek geçirdi. Geriye ise, sayacak, kayda değer bir siyasi çizgi kalmadı.

Sonuç mu; açıktır. Türkiye siyaseti, en sağından en soluna, “okyanus ötesi”nin çekimine girmiştir; hemen her grup, isteyerek ya da istemeyerek, liberalizmin etkisindedir. Çözüm ise, evvela, bizimle bu tespiti paylaşanların bir araya gelebilmesidir. Biz, nerede miyiz; yeni bir Bandırma vapuru bulabilmenin telaşında…

 

Alp GİRAY

iletisim@politikadergisi.com

Yorumlar

Liberalizmin Keskin Kokusu, Yok Edilebilir!

Sevgili Alp

Tarihin öznesi insandır. Yani insan, kendi tarihini yazar. Ancak tarih yazılırken, yani şimdiki zamanda çok karmaşıktır. Fakat şimdiki zaman da geçmişin bir devamıdır. Bu nedenle karmaşık olan bugünü çok daha iyi ve daha kolay anlayabilmek için geçmiş tarihi okumak ve anlamak gerekir.  

Türkiye’de devrimci hareketin yüksek olduğu yetmişli yılların sonuna doğru, dünyada insanlık tarihini yazan dört ana siyasi akımdan en önemlisi olan SSCB ‘de, Doğu Avrupa’da ve Asya’da kurumsallaşan sosyalizmin pratiği derin bir krize girerken, emperyalizm/kapitalizm Ronald Reagan ve Margaret Thatcher öncülüğünde “Neo” liberalizm saldırısına geçti.

Önce burada kavramsal bazı tanımlamalar yapmamız gerekiyor. Liberalizm, 17. Yüzyılda İngiltere’deki burjuva devrimden esinlenerek 18. Ve 19. Yüzyıl kapitalizmin Avrupa’da muhafazakârlıkla birlikte en önemli siyasi ideolojisinden biridir.

Liberalizm;  üretim araçlarında ve sermaye üzerinde “özel” mülkiyetin egemen olduğu kapitalist toplumda ekonomi ve devlet yönetiminin bireyin özgürlüğünü esas alarak örgütlenmesini savunan bir ideolojidir. Bu ideoloji kapitalist mantığa çok uygundur. Çünkü kapitalizmde toplum sınıflara bölünmüştür.  Üretim araçlarında ve sermaye üzerinde “özel” mülkiyete sahip olan sermayedarlar, bunlara sahip olmayan işçileri işletmelerinde çalıştırıp onları sömürerek zenginleşme pozisyonunda olduğu ve işçilerin ise tam tersine kapitalistlere sömürüldüğü bir toplumsal düzende “bireysel özgürlük”  eşit olarak dağıtılmış değildir. Sermayedarın bireysel özgürlüğü, sömürmek; işçinin bireysel özgürlüğü ise sömürülmektir.

Her ne kadar liberalizm, “herkese bireysel özgürlük” sloganıyla propaganda yapsa da, bu sahtekârlıktır; çünkü kapitalizmin nesnel gerçeği yukarıda anlatmaya çalıştığımız sınıfsallıktır. Dolayısı ile liberalizm, sermaye sınıfına hizmet eden bir ideolojidir.

Gelelim yetmiş yılların sonuna doğru zamanın ABD Başkanı Ronald Reagan ve Britanya Başbakanı Margaret Thatcher tarafından devreye sokulan ve son 34-35 yıldır insanlığın kaderini belirleyen “Neo” liberalizme. 

“Neo” liberalizmin temel fikri, aslında Avrupa’daki 18. Ve 19. Yüzyılda uyguladığı kapitalist liberalizm ideolojisiyle aynıdır. Fakat aradan 130-140 yıl bir zaman geçmiştir. Bu zaman dilimi içinde insanlık tarihi, aşağıdaki çok önemli tarihi olayları yaşamıştır:

· Kapitalizm, son aşaması olan emperyalist bir nitelik kazanmış;

· 1917 sosyalist işçi devrimi gerçekleşmiş;

· I. Dünya savaşı sonrası 1922 Türkiye’de M. K. Atatürk’ün öncülüğünde sömürgeciliğe karşı büyük bir antiemperyalist ulusal kurtuluş hareketi başlamış;

· II. Dünya savaşı sonrası Sosyalizm bir dünya sistemi olarak ortaya çıkmış ve

· Bilim ve teknolojide olağanüstü bir devrim yaşanmıştır.

İşte yetmişli yılların sonuna doğru başlatılan “Neo” liberalizmin “Neo” (Yeni) olan tarafı, eski klasik liberalizmin bu değişen koşullara uygun olan biçimidir. Yani 18. Ve 19. Yüzyıldaki klasik liberalizm, bir ulus devlet içinde , “ulusal” sınırlar içinde geçerli iken “Neo” liberalizm, ulusal sınırları aşarak, hatta ulus devletleri yok ederek “küresel” alanda geçerli olma halidir(Küreselleşme Süreci).

Emperyalizm;  “Neo” liberalizmi, ülkemiz Türkiye’ye 12 Eylül 1980 faşist askeri darbeyle 24 Ocak kararları olarak dayatmıştır (Uygulayan Özal hükümetleridir).

Arkasından krizdeki SSCB ve Doğu Avrupa’daki sosyalizm çökmüştür. Bu durum ;  “Neo” liberalizmi, haklı çıkarırcasına daha da cesaretlendirip ateşlemiştir. Küreselleşme bütün dünyayı kasıp kavurmuştur.

Kısaca sadece ülkemizde değil, dünya da solculuk ve sosyalizm büyük bir yenilgiye uğramış ve gerilemiştir. Bu nedenle bu “Neo” liberal fırtına içinde savrulan, dönen, takla atan solcu ve sosyalist sadece Türkiye’de olmamıştır; aynı ve benzer olaylar bütün dünyada da olmuştur.

Ancak sosyalizmin bu yenilgisi, asla emperyalist/kapitalist sistemin insanlık, emek, doğa düşmanı karakterini, krizlere gebe, kusurlu ve bozuk olan yapısını düzeltmemiştir. Tam tersine emperyalist/kapitalist sistem gittikçe daha da azgınlaşmaktadır.

Günümüzde insanlık;  kendi tarihini yeniden sosyalizm adına yazabilmesi için İhtiyaç duyulan en önemli konu, bence, sosyalizm fikrinin eski uygulamalardan ders çıkararak bir Rönesans yaşamasıdır!

Saygılarımla

Döneklik ve Liberalizm

Dönen dönsün ben dönmezim yolundan demiş pir sultan. Türk solunda dönekleriin çoğunun para mevki makam ve sınıf atlatmak amacıyla döndükleri bir gerçekliktir. Onlar kapitalizmin değer yargılarına teslim olurken, aslında sistem eleştirisinden sisteme biata varan bir çizgide kendi kişiliklerinden,onur ve haysiyetlerinden de ödün vermişlerdir. Ancak sola sızan neo liberalizmin etkisiyle dönen bu döneklerin hala günümüzde bile sola yön verenlerini de gözden uzak tutmamamız gereklidir. Kızıldere de mahir çayan ve arkadaşları jandarma tarafından kıstırılıp katletildiği esnada iki kişi bu çatışmadan sağ kurtulmuştur. Bunlardan birisi bugünkü işçi partisi genel başkanı doğu perinçek diğeri ise bugünkü hdp eş başkanı ertuğrul kürkçüdür. Bu iki kişi bu çatışmadan nasıl sağ kurtulmuşlardır bu sorunun yanıtı somut olarak verilememiştir. Perinçek, uzun yıllar boyunca mit ajanı olarak görev yaparak,proleter devrimcileri mite ve polise ihbar ettığini kabul etmiştir.Acaba perinçekin bu çatışmadan sağ çıkmasının bedeli ajan provakatörlük mü olmuştur? Bir devrimciye yakışmayan bu tavır onu giderek önce maoculuktan ardından marksizm-leninizmi inkara karaçalmaya götüren bir yola itmiştir. Şimdilerde ise,başbakanla birlikte cemaati yok etmek konusunda uzlaşmaya vardığı basına yansımıştır. Her seferde perinçeğin gurur duyduğu babası ap milletvekili iken deniz gezmişin idamına evet oyu kullanmıştır.Perinçek bir de utanmadan arkadaşım deniz diye kitap yazmıştır.Tek kelimeyle kepazelik bunun adı. Diğer sözde devrimci ise,kürkçü olmuştur. O da etnik sola kayarak,sahte sosyalist olduğunu pkkya ve onun siyasi uzantısı bdp-hdpde bir koltuk kapmak uğruna heba etmiştir.Pkknın soldan devşirdiği bu zatın proleter devrimcilikle hiç bir alakası olamaz. Öte yandan liberalizmin sosyalist sola sızma süreci, sovyetlerin yıkılmasından çok önceleri ta kruçefin stalini eleştiren bir rapor yayınladığı, sscb komünist partisi kongresinde başlatılmiştır. Bu kongrede arnavutluk lideri enver hocanın bu karara tepki gösterdiği bilinir. Kruçef bu kongrede sovyetlerin artık işçi devletinden vazgeçip,halk devleti olma yoluna girdiğini,emperyalist batı dünyasıyla sıcak ilişkiler kurmak yaklaşımını tüm dünyaya ilan etmiştir. Sovyetler yıkılmadan,tkpnin revizyonist oportünist bir siyasi çizgiye kayarak tbkp adıyla proleter devleti hedefinden ayrıldığı ve sosyal demokrat dünya görüşünü savunmaya başladığı bilinen bir gerçekliktir. Oysa sınıf savaşımını proleterya diktatörlüğüne dek genişleten kişiye ancak marksist denilir. Tkp marksizmi yadsıyan bu yönüyle en büyük dönek parti olarak sosyalist sol hareketin tarihinde yerini almıştır. Eski Tip genel başkanı aybar ise yine bu koroda yer alıp önce leninizmi inkar etmiş,ardından parlementarizmin önemini fazla abartıp,proleterya diktatörlüğüne karşı duran söylemleri ve yazılarıyla marksizmi inkar etmiştir. Dikeyine hiyerarşili dairesel şemalarla leninin demokratik merkeziyetçi örgüt ve parti modeline getirdiği eleştirileri onu produncu sosyalist teoriye savurmuştur. Aslında o da revizyonizmin temsilcisi dönektir. Bu noktada kıvılcımlının ve m.bellinin tavrı doğrudur ve günümüz proleter devrimci harekete kalacak önemli miraslardır.Ödp,sdp,emep ve tkp dışında sosyalistlerin ve proleter devrimcilerin chpde siyaset yapmak olanakları kalmamıştır. Son olarak cumhurbaşkanı adayı olarak gülün önerdiği laik Atatürkçü özellikleri olmıyan ihsanoğlu gibi dinci osmanlıcı birisini aday göstermesi chpnin nerye yuvarlandığını ortaya koymuştur. Zaten chp ta Mustafa Kemalin vafatından sonra tam bağımsızlıkçı anti emperyalist devrimci köklerinden giderek kopmuştur.Dolayısıyla liberalizmin chpyide teslim aldığı somut bir gerçekliktir.Proleterya eninde sonunda kendi tek birleşik sınıf partisini çıkartacaktır. Ne döneklere ne liberalizme geçit vermeden devrimci mücadelemiz sürecektir. 

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.