Sen Bizi Yiyemezsin Tayyip Erdoğan Söyleyeyim...

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Hayri GÜNEL

  


14 yıl kadar önceydi. Çok uzun bir süredir bir sürgün gibi yaşadığım kentten bunaldığım zamanlar hep yaptığım şeyi bir kez daha tekrarlayıp kısacık bir İzmir ziyareti için yine yollara düşmüştüm.
Bilmem kaçıncı kez yaşadığım ve artık aşina olduğum o peşimi hiç bırakmamış heyecan yol boyu yine her yanımı kuşatmıştı. Çocukluğumu, çocukluğumun İzmir’ini, sonra ilk gençlik yıllarımı düşünmek çok hoşuma giderdi böyle anlarda.
 
Otogardan Eşrefpaşa’ya, sonra da eve ulaşmak yüreğimi her defasında uçururdu. Sonra kapı zili, artık iyice yaşlanan annemle sarılmalar, babamın elini öpmeler, kardeşim, komşular, bir kutsal emanetmiş gibi saklanan saman yastığım, balkondan bakınca Karşıyaka…
 
Fuar zamanıydı hiç unutmuyorum.
 
Yemek yedikten sonra, balkondaki sedirde imbatla muhabbet ede ede uyumuştum. Kalktığım saat tam Konak saatiydi. Bir Pasaport yaparım artık diye düşünmüştüm. Düşüncelerime demli bir çay eşlik etmişti. Evden çıktım.Saat Kulesi’nden Pasaporta doğru yürürken İzmir’in ne kadar değiştiğine bir kez daha tanık oldum.
 
İnsan sayısı artmış mıydı ne?
 
Bu kaldırım taşları değişmiş, insanın yürürken ayağı kayıyor,
şu köşedeki tarihi banka binasına ne olmuş,
balık tezgahlarını da galiba kaldırmışlar,
bu sinema salonu ne zaman açılmış ki?
Yahu bu eski İzmir Sineması değil mi?,
yaşlanıyorsun sen oğlum…
 
Nargile kahvesine yirmi otuz metre kala arkamdan duyduğum sesin yüreğimin tam ortasında bir dinamit patlatacağını nereden bilebilirdim?

- Kaptan…!
Bana “Kaptan” diye bunca yıl sonra kim seslenebilirdi?
Çok uzaklarda kalmıştı kaptan ve artık nerede olduğunu ben bile bilmiyordum.
Hayri vardı üzerimde uzun yıllardır.

Sese doğru döndüm. Keşke dönmese miydim?

Çok ama çok kirlenmiş ve rengi değişmiş eski bir askeri parkanın içinde saklanmış gibi duran, saçı sakalı birbirine karışmış, uzun bir zamandır su yüzü görmediği her halinden belli ben yaşlarda zayıf bir adam bana gülümsüyordu. Sıcacık bir gülümsemeydi bu.
 
İçim ısınmıştı, bunu fark ettim. Dehşetli bir şaşkınlıkla öylece kala kalmıştım. Tepkisiz ve şaşkın. Saniyeler birbirini kovalıyordu. Bu anlamsızlığımı “O” bozdu;
- Tanımadın değil mi?
Zorla bir “Hayır” çıkmıştı önce ağzımdan. “Hayır kusura bakma tanıyamadım”.

- Ben Kadir, Zaza Kadir.
 
Allak bullak olmuştum. “Kadir sen misin hocam?” derken çok zorlandım, Dinamit çoktan patlamış ve yüreğim tam ortasından boylu boyunca ikiye ayrılmıştı.

“Bu ne hal?” diyemedim,
“Niye böylesin?” diyemedim.

“Ne olmuş sana yoldaş?” diyemedim.
 
Sarıldım sadece, sımsıkı sarıldım. Firar eden gözyaşlarımı görmüştü.
 
Kolundan tuttuğum gibi kahveye sürükledim “O”nu. Bir masaya iliştik. Kadir oturmak istemedi. Şaşırdım. Garson çocuk yanımızda bitti hemen. “Rahatsız ediyor mu seni ağabey?” diye sordu. Bir çocuğa, bir Kadir’e baktım. Anlamıştım durumu. “Çık dışarı, rahatsız etme müşterileri” diyecek oldu garson çocuk, ben durdurdum. “Arkadaşım o benim, ben getirdim, çay getir bize” deyiverdim hemen. Kadir’i de kolundan çekip oturttum sandalyeye. “Sen bilirsin ağabey” deyip giden garson çocuk, kısa bir süre sonra iki çayla geri geldi. Çayları içerken şaşkınlığım da parçacıklar halinde mavi gökyüzüne doğru yola çıktı.
 
“Anlat” dedim Kadir’e. Keşke demese miydim?
 
Benden bir yıl daha fazla kalmıştı içeride buraya kadarını biliyordum. Ben çıktıktan üç ay sonra ikinci bir davadan dolayı yeni bir ceza almam kesinleştiğinde İzmir’i terk etmek zorunda kaldığım için birçok bağlantım da kesilmişti. O yüzden sonrasını ona bıraktım. Anlattı, durmadan anlattı. Soluksuz anlattı.
 
“İşkence devam etti” diyordu. “Her gün dayak, aşağılama, çözülenler, elektrik, falaka, bilirsin işte… Sonra bir gün şubeye götürdüler beni, bir soruşturma için dediler, yalanmış. Ayşen’i de getirmişler oraya, bir odada beş polis, ben ve Ayşen… Soydular onu, sonra daha devam edelim mi dediler. Bunu da yaptılar, bunu da yaşadım. Bir sürü olayı yıktılar üzerime. Yapacak hiçbir şeyim yoktu. Senin 14 ayını ve ortadan kaybolmanı içerideyken duydum, iyi yapmış dedim kendi kendime. Çıktıktan sonra ne Ayşen vardı ne de evliliğimiz. Aradım yapabildiğimce ama bulamadım. Muğla’ya, babasının, annesinin yanına dönmüş. Gidemedim. Onca şeye katlanıp çözülmeyen, korkmayan ben, Ayşen’e gitmekten korktum. Her şeyden el etek çekmem o zaman başladı. Sokaklarda yattım. Yarı aç, yarı tok günlerin sayısı arttıkça arttı. Hangi işi bulursam yaptım. Ama sonradan hayatlarının değiştiğini gördüğüm eski arkadaşların yanına asla gitmedim. Yediremedim kendime. Senin arada sırada İzmir’e geldiğini duyardım. Tesadüf bu güneymiş. Saat Kulesi’nden beri peşindeydim. Yanımdan geçip gittin ama tanımadın beni, nereden tanıyacaksın…”
 
Çaylar bitmişti. “Kadir aç mısın ulan” dedim. Önüne baktı. Bir şey demedi. Sorarken utanmıştım. O duyguyu biraz olsun kırmak için sorumun sonuna “ulan”ı eklemiştim bilerek. Hep “ulan” derdim onunla konuşurken öteden beri. Tarif edilemez bir iç burkulması işte. Kalkıp bir lokantaya gittik. Yemek yedik. Sonra o beni lokantanın önünde bırakıp gitti. “Ararsan, bu saatlerde buralarda olurum” demişti giderken.

Ertesi gün, Gülçin’i buldum. Durumu anlattım ona. Gülçin her zamanki “örgütçülüğüyle” artık yaşlanmış ayaklarına aldırmadan Fatma’ya, Rıza’ya, Sebo’ya ulaşmış. İzmir’e geldiğimin üçüncü günü yaklaşık on insan Kadir’i bulduk. Çok şaşırmıştı. Ben hariç diğerleriyle Kadir’in sarılmaları anlatılamazdı. Sonra Rıza, eşinin bir akrabasının çalıştığı orta büyüklükte bir fabrikaya yerleştirdi Kadir’i. Bir de küçücük bir ev tutmuşlardı kendisine.
 
Ben yine İstanbul’a dönmüştüm.
 
96 yılının iğrenç bir Mart günü, bir cumartesi akşamı telefon çaldı. Hani derler ya hep acı acı, işte tam da öyle. Arayan Zaza’ydı. Bir tuhaftı sesi. Ben, -arayamadım kusura bakma-lara dalacakken tam, Zaza sözümü kesti.

“Bırak şimdi bunları Kaptan, Hayati’yi kaybettik bugün öğlen”.
 
Hayati…İki kapı ötedeki komşumuz Fethiye teyzenin Hayati. İlkokul, ortaokul, lise arkadaşım Hayati. Bizim evin karşısındaki arsada, televizyonun içinde insanlar var, hayır işleri bitince kablodan evlerine gidiyorlar diye çocuk saflığımızla saatlerce kavga ettiğim Hayati. Bir dilim ekmeğin üzerine sürülen Sana yağına serpiştirdiğimiz toz şekerle mutlu olmayı becerebildiğimiz Hayati.
Zaza’nın tok sesi kendime getirmişti beni. “Orada mısın ulan?”…
 
80 Mayıs’ında alınmıştı Hayati 96 Ocak’ında tahliye etmişlerdi.

Ama ne tahliye… Ciğerleri, böbrekleri ve ayakları bitmiş, yok olmuş…Gözleri zor görür…
 
SON SÖZ YERİNE…
 
Hani ağladın ya salya sümük meclisteki grup toplantında…

Hani içi yalan dolu tabakların doluştuğu iğrenç sofrana meze yapmaya kalkıştın ya onurlu bir kuşağı…
Sen bizi “yiyemezsin Tayyip Erdoğan söyleyeyim…
Biz adamın “içinde patlarız var ya…”

Hani bilesin diye anlattım bütün bunları…

Bilesin ve bilinsin diye…

Dedim ya, “biz senin içinde patlarız”…
 
iletisim@politikadergisi.com

 

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.