Mayıs 2011

Taklit Çığlığı

  Okurlarımdan sık sık elektronik mesajlar yani e-mailler alırım.

Bana genellikle kendi görüşlerini aktarırlar.
Bazıları olumludur bazıları da olumsuz.
Bazıları da çok çirkindir.
Genellikle çirkin olanları, düşünce özgürlüğüne inanmayan ve kendileri gibi düşünmeyenlerin illaki cezalandırılmaları gerektiğine inanan kişiler gönderir.
Yazdığım konuyu tartışacağına, içindeki öfkenin veya kinin bir volkan gibi dışarı vurmasından dolayı ya direkt olarak bana veya akademik kişiliğime ya da aile fertlerime saldırmayı yeğlerler, bana gönderdikleri mesajlarında.
Gerçekleri araştırmak işlerine gelmediğinden veya böylesi bir alışkanlıkları olmadığından da her duyduklarını doğru kabul ederler ve yazdıklarının tümü de dedikoduya veya duyuma dayalıdır genellikle.
Bu elektronik mesajlara yanıtım kısa ve yalın olur.
“Delete” tuşuna basarım ve söz konusu mesajı “Düşünce Dünyası”nın karanlık derinliklerine gönderirim. Buna “Düşünce Dünyasının Cehennemi”ne de diyebilirsiniz.

Burjuvazinin Niçin Bir Bayramı Yok?..

1 Mayıs işçi sınıfının bayramıdır…

Ama nedense, burjuvazinin [törenlerle kutlanan] bir bayramı yoktur.

Eskiler, “deliye her gün bayram,” demişler…

Geriye kalan 364 gün değil, hayır değil, hatta 1 Mayıs bile gerçekte onların bayramıdır…

Çünkü düzene kim egemense, suyun başında kim oturmuşsa, nimetler onundur; egemenlik onundur, bayram onundur.

Size de bu ortamın bir kıyısında belirlenmiş koordinatların arasına sıkıştırılmış, polis panzerleri ile ablukaya alınmış bir alanda toplanıp, “haykırma izni” verirler…

Hay Bin Demokrasi

Yazar: 
Ozan YEŞİLTEPE
Yazının Yazıldığı Tarih: 
02.01.2011

YSK’nın bağımsız adayları veto etmesi ile birlikte memleket alev aldı…
Sonra verdiği kararın arkasında duramayan YSK çark etti ve mahkemelerden memnu hakların iade kararları getirilirse hiçbir sorun olmadığını açıkladı…
Bu arada “memnu” sözcüğünü hepimiz “aşk-ı memnu” dizisinden biliyoruz. Yasak demek.
Esasında, memnu(yasak) olan halkın seçime girmesi…
Çünkü seçim siyasi partiler ve kurumlar arasında oluyor Türkiye’de, senle benle alakası yok.
Sistemin sahibiyim, temel taşıyım, sizi ben getirdim oraya diye hava atma sağda solda…
Genel Başkan 550 tane huysuzlanmayacak aday seçer, paketleyip seçim kuruluna sunar…
Seçim kuruluda, kendisine göre huysuzlanacakları eler ve listelere son şeklini verip onaylar…
Sana bana da, gidip bu demokrasi ayıbına mühür basmak kalır…
Ha dersen ki; biz memnu haklarımızı tekrar kazanmak için nereye başvuracağız?
Onu ben de bilmiyorum…
Neresinden tutarsan tut sakat bir seçimdir bu seçim…
Dünyanın neresinde görülmüş kadın adaylardan askerlik terhis belgesinin istendiği!
ÖDP Genel Başkanı kadın adaylardan askerlik terhis belgesi istendiğini açıkladı…
Gerçi, YSK da haklı. ÖDP’nin adaylarının çoğu kadın…
Hatta Eskişehir listesi tamamen kadındı…
YSK’da erkek aday alışkanlığından dolayı herhalde terhis belgesi istedi…
Adayların türlü saçmalıklarla engellenmesi bir yana da, giden can seçimle, ya da mahkemeden alınan iade kararı ile geri gelir mi?


Siyaset, Sıkıntı, Mücadele ve Yaşamak Kasidesi

 

Her Allahın günü siyaset yazmaktan bıkıp usanmamak mümkün değil.
Eğer midenizden düşünüp geçim indeksinizi siyasete göre ayarlamışsanız, diyecek bir tek şey var:
- Daha beter olun inşallah!.. Siyasetin kuyusunda boğulun…
Ama derdiniz tasanız ülkenizin kamusal çıkarları ise, bağımsızlık, adalet, Cumhuriyetin değerleri ise, içinde bulunduğumuz süreç sizin için gerçek bir kâbustur.
Ama bu kâbus, aynı zamanda sizin dinamonuzdur, güç kaynağınızdır…
Çünkü bütün amaç, bu kâbusa son vermek ve aydınlık bir Türkiye’ye yelken açmaktır.
Bu bir görevdir.
Bu bir sorumluluktur.
Bu bir ahlaksal sonuçtur.
Ve bu aynı zamanda toplumsal çıkardan eşit bir pay alma sorunudur… Yani sınıf meselesidir!..
Mazlum Uluslar için bağımsızlık mücadelesi, “sınıf mücadelesi”nin özüdür, odağıdır…
Çünkü bağımsızlık mücadelesi, holdingleşen [yani globalleşen] emperyalist sermayeye ve bu gücün silahlı çetelerine karşı, sömürülen mazlum ulusların mücadelesidir.

 

Korkutan İkilik

Başbakanın ağzından dökülen bir cümle bir yığın sesin yükselmesine neden olmuştu.

 “Gönlümde yatan iki partili bir sistemdir.” Yandaşlar bu fikri hararetle alkışlarken, muhalifler “başbakan kendini kurtarmak için başkanlık sistemine geçmek istiyor” diye yorumlamıştı. Her iki tarafında kendine göre haklı sebepleri olduğunu varsayabiliriz. Önemli olan halkın hangi yönde bir içsel değişim meyli olduğunu bilebilmektir. Değilse siyasilerin söylemleri gök kubbenin bir yerinde asılır kalır.
Hızla yaklaştığımız seçim bizi nerelere doğru çekiyor sorusu, ilerimiz için net bir öngörü olacaktır. Sokağı mümkün olduğunca tarafsız bir gözle incelemeye çalışırsak özellikle AKP’nin iktidar olduğundan beri, ama daha yoğun olarak 2007 seçimlerinden sonra hızla iki partili bir sisteme doğru kaydığımızı veya kaydırıldığımızı görüyoruz. AKP çatısı altında yer bulamamış temel görüşü sağ partilerle, CHP çatısı altına sığışamamış temel görüşü sol partilerin sadece AKP veya CHP’nin bir kısım oylarını alacağını ama asla istedikleri başarıya ulaşamayacaklarını görüyoruz. Bu yüzdende seçime katılacaklarını beyan ettikten sonra bir kısmı seçimden çekildi. %10 barajının olumsuzluğuna kişisel beğenilirliklerini eklemek isteyenler, bağımsız aday oldular. Sokağın nabzı en azından PKK uzantısı olmayan bağımsızların seçilme şanslarının zayıf olduğunu gösteriyor.

Annan Planı Kabul Edilseydi

 

Pazartesi günü Annan Planının oylamasının yani Referandumun 7. yılı doldu. 24 Nisan 2004 referandumunda her iki taraftan da “EVET” oyları çıkmış olsaydı şimdiye kadar neler gerçekleşmiş olurdu biliyor musunuz, veya en azından hatırlayabilecek misiniz?
Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti, neredeyse tam bir Rum hegemonyasında üniter bir devlet haline gelmiş olacaktı. Bizim için kötü günler gene geri gelmiş, 2. sınıf vatandaş olarak Rumlar tarafından aşağılanmaya ve ezgi çekmeye başlamış olacaktık. Şehitlerimiz de herhalde mezarlarında huzursuz olacaklardı.    
Plana okuyarak bulguladıklarım aşağıda.
1-   Görünürde iki bölgeli, iki toplumlu, siyasi eşitliğe dayalı bir Federal Cumhuriyet ama gerçekte Rum üniter devleti olan “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti” ilan edilmiş ve 7 yaşını da doldurmuş olurdu.
2-   14 Haziran 2009 tarihinde “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti”ni oluşturan iki devletin Federe Milletvekilleri, Senatörleri ve AB Milletvekilleri 2. kez seçilmiş olurlardı.
3-   Federal Parlamento ve dördü Rum ikisi Türk olan, altı asil ve oy hakkına sahip, ikisi Rum biri Türk olan, üç tane de oy hakkına sahip olmayan, dokuz üyeli “Başkanlık Kurulu” seçimlerden hemen sonra seçilmiş ve göreve başlamış olurdu.

İlgi Çekici Ölümler ve Gelişmeler

Ulusal Kanal ana/haber programında sunucu haberini okuyor…

Haydi, gelin birlikte izleyelim:

“Geçtiğimiz yıllarda tam 14 adet Milli İstihbarat elemanı ilgi çekici nedenlerle hayatları kaybediyorlar.

Birbiri peşi sıra öteki dünyayı boylayan MİT elemanlarının uzmanlık konularını sayıyor haber spikeri, biz de alt alta sıralıyoruz:

1.      Fethullah Gülen’in faaliyetleri

2.      İrticai faaliyetler.

3.      Bölücülük faaliyetler.

4.      Yalova’daki Çeçen Kampı…”

Türkiye'de Statüko Ve Sol'un Muhafazakarlığı

Statüko;yıllardır tartışılan bir kavramdır. Ve mütemadiyen CHP ile özdeşleştirilir statüko kavramı. Sözcük anlamı olarak mevcut durumun devamı anlamına gelen statüko, CHP özelinde vesayetçi, asker yoğun, bürokratik kadrolar diye sıfatlarla anılır.

Konuya bu yönüyle meraklı olanlar da statüko dediğin vakit CHP özelinden işi Kemalizm’e ve hatta Atatürk’e kadar götürme küstahlığını gösterirler. 12 Haziran’da yapılacak genel seçimler öncesi parti listelerinin ilan edildiği şu günlerde “bilimsel düzeyde” siyasi analiz yaparsak statükoya ilişkin çok geniş bir sahayla karşılaşacağız.

Partiler açısından bakarsak bu memleketin en büyük mevcut statükosu şüphesiz AKP’dir. 8 yıldır iktidarda olan bir parti kamuoyu yoklamalarında da birinci parti olarak gösteriliyorsa bize de bu durum hakkında statükonun devamı demekten başka çare kalmayacaktır. İktidarda olmayan, gücü olmayan, büyük kitlesi olmayan, kendisine biat edilmeyen bir yapı –ki bu YCHP oluyor- sadece ve sadece Türkiye gibi az gelişmiş bir ülkede statükocu olabilir.

İkinci statüko, medyadır. Medya değişmez. Medya her zaman iktidardır. Patronaj ilişkileri çerçevesinde yükselen güç özgürlükle buluştuğu vakit iktidarla olağanüstü ilişkiler kurabilmektedir. Türkiye özelinde medya var olduğu ilk günden bugüne statükoyu devam ettirmiştir. Yeri gelmişken şu merkez medya- çevre medya veya öteki mahalle gibi kavramların da içini dolduran yapıların yanlış yerde konumlandığını da söyleyelim. Merkez’de olan bir AKP’ye destek olan medya nasıl çevre medya oluyor anlamak imkansız.

Çılgın Proje ve Döşenen Mayınlar

Sayın başbakan çılgın projesini açıkladı. İnsanın içinden “Oh ne güzel, sayın başbakanımız açıkladığına göre kesinlikle çok yararlı bir projedir.” demek geliyor ama maalesef diyemiyoruz. Çılgın projenin açıklandığı gün gazetelerde diğer bir haber vardı. Sayın başbakan muhalefet liderine, partilerine, milletvekili adaylarına söylediği sözlere baktığımızda gerçek açık olarak sırıtıyor. Başbakanın ağzından çıkan her kelime ciddidir ve ciddiye alınmalıdır. Başbakan eğer bütün milletin başbakanı olduğunu iddia ediyorsa o kelimelerle konuşamaz. Konuşuyorsa ya milletin tamamının başbakanı değildir, ya da kendini milletin sahibi sanmaktadır.


Pek tabii ki bu çılgın projede eğer seçimlere yönelik bir kandırmaca değilse üzerinde düşünülmeye değer. Gazetelerde – ki çoğu yandaş basın- çarşaf çarşaf bu konu anlatılıyor. Hatta İstanbul’un batısında yer alan ve tamamen CHP taraftarı olan kentlerdeki kararsız oyları etkilemeye dönük bir vaat olduğu ve birçok vaat gibi seçimlerle birlikte unutulup gideceği söylenebilir. Ancak benim özellikle dikkatimi çeken ve düşünmeye iten cümle, başbakanın bu konuda para sıkıntısı olmadığını açıkladığı cümledir. Bahsi geçen maliyetin ne kadar olduğunu sayın başbakan biliyor olmalı ki para sıkıntısı yok diyor. Bu konuda Kadir Topbaş on milyar dolar gibi bir rakamdan bahsetti ama tecrübelerimize göre bunların verdikleri rakamları en az üçle çarpmamız gerektiğini biliyoruz. Yaklaşık otuz milyar dolar gibi bir paradan söz ediyoruz. Hem de bütün dünyada 2008 krizinin izleri daha geçmeden hatta yeni bir kriz söylentileri ortada dolaşırken bunları konuşuyoruz.

Kamu Diplomasisi -2*

Yazar: 
Bekir Aydoğan
Yazının Yazıldığı Tarih: 
1.05.2011
Referans İçerik: 
Kamu Diplomasisi -1*

 

Bilgi içinde yüzen bu çağda kalpleri ve akılları kazanmak; bilgiyi ve modern teknolojiyi mevcut değerlere ve gelecek odaklı eğilimlere yansıtarak, bilgi etkileşiminin ve olumlu imajın pazarlanmasının yanı sıra, hem devletler hem de toplumlar arasında, devlet politikalarına uyum sağlayan uzun vadeli ilişkiler kurmayı gerektirir.

Dört yüzyıl önce realist bakış açısıyla Niccolo Machiavelli’nin İtalya’daki prenslere, zulüm ve korku politikalarını öğütleyerek öne sürdüğü askeri güç, 1939’da İngiliz realist E.H.Carr’ın uluslararası gücü; askerî, ekonomik ve fikirler üstündeki güç olarak üç kategoriye ayırması ile boyut kazanmış(1), Joseph Nye tarafından 1990 yılında ortaya atılan “yumuşak güç”, Nye tarafından; devletin, kendi ulusal çıkarlarını, liderlik ettiği ülkelerin ulusal çıkarlarıyla örtüşecek bir biçimde sunabilme ve diğerlerini de hoşnut edecek bir biçimde izleyebilme kapasitesi şeklinde tanımlanmıştır(2). Gücün en son tanımlanan “akıllı güç” konseptinde ise Amerika’da kurulan Akıllı Güç Komisyonu bünyesinde, Joseph Nye ile L. Armitage gibi önde gelen uluslararası ilişkiler uzmanları tarafından üretilen “akıllı güç” kavramı; sert ve yumuşak gücün sadece birleşmesinden oluşmamakta, gücün uygulanacağı aktörün davranışlarına uyum sağlayacak şekilde önceden hazırlanmış bir zeminde ölçülü bir tepki öngörmektedir. Komisyonca oluşturulan rapor, sert gücün gerekliliğini belirtirken, bunun bir ülkenin yumuşak gücünün de garantisi olacağını; ama tek başına bir ülkenin çıkarlarını garantiye almaya yeterli olmadığını, bunun için ‘korku’ stratejisinin bir yana bırakılıp, ‘iyimser’liğin ihracının ve yeni ittifaklar ile ortaklıkların gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtmektedir(3).

Gücün Dönüşümü

Gücün doğasında yaşanan bu değişimler; gücün kendisi, kaynakları ve kullanımı hakkında yeni gelişmeleri de beraberinde getirmiştir. Nye’e göre; bilgi devrimi ve ekonominin küreselleşmesinin sonucunda ulusal sınırları aşan sanal toplumlar ve ağlar oluşmuş, uluslararası kuruluşlar ve sivil aktörler (teröristler de dâhil) daha büyük roller edinmişlerdir. İnsanları, ulusal sınırları tanımayan koalisyonlara çektikleri için, bu organizasyonların çoğunun kendi başlarına yumuşak güçleri de vardır. Böylece, politika, kısmi olarak çekicilik, meşruluk ve güvenilirlik kazanmak için bir yarış halini alarak önemli çekicilik ve güç kaynağı haline gelmiştir(4). Çeşitli iletişim kanalları ve çekiciliği olan kültüre sahip olma ve bu normlar üzerinden görüş beyan edebilme, uluslararası geçerliliği olan değerlere (liberalizm, çoğulculuk, demokrasi, özgürlük, özerklik vurgusu ve liberal ekonomi) yakın ve güvenilir icraatlar gerçekleştirebilmek, yumuşak gücün bir politikası olarak hükümetlerin kamu diplomasisi faaliyetlerinde somut adımlar halini almıştır.