Batı Propagandasıyla Mücadele Etmeden Dünya Değiştirilemez

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar Adı: 
Andre Vltchek

Mücadele Etmeden Dünya Değiştirilemez

Bazen uykumda kâbuslarım beni kovalıyor: Dünya basınının ilgisi dışında yer alan umutsuz bir ülkedeki bombalanmış bir mülteci kampının ortasındayım, belki de burası Kongo (Demokratik Kongo Cumhuriyeti). Etrafımda, yetersiz ve yanlış beslenmeden dolayı karnı şişmiş çocuklar koşuşturuyor. 

Kamptaki birçok kadının da karnı şişmiş. Fakat bu şişlik aşk ilişkisinden kaynaklanan bir şişkinlik değil, son aylarda uğradıkları tecavüzlerden ötürü. Tepelerden açılan bir saldırı ateşi var. BM kuvvetleri açılan ateşi durduramıyor.

Bazen uyanıyorum ve kâbus bitiyor. Bazen, kâbusu bastırıp bilinç altıma atabiliyorum. Bastıramadığımda kâbus etkisini günün geri kalanında da sürdürüyor. Sonra genellikle gördüğüm şey bir kâbus değil, gerçeğin ta kendisi oluveriyor. Kendimi Kibati gibi yerlerde buluyorum, çocukların ümidini yitirmiş bakışları, kadınların şişmiş ve kızarmış gözleri ve bir silâhın namlusu. Ufukta bir yerler yanıyor ve çalılık araziden de silâh sesleri geliyor. Yatağımdaki yastığım yerine profesyonel Nikon kameramın kapağını veya kalemimin metal gövdesini sıkıyorum.

Kibati, Goma mülteci kampında çaresiz bir kadın

Bu yerler hakkında yazdığım makaleler ve çektiğim fotoğraflar düzenli olarak gazete ve dergilerde yayın-lanıyor. Çektiğim fotoğraflardan da bir-iki tanesinin müze ya da galerilerde sergilendiği zamanlar da oluyor. Her zaman gerçeğin biraz sulandırılmış bir yorumunu dahî kamuya gösterebilmek için her zaman editörler, yayıncılar, dağıtımcılar, ya da sergi yöneticilerini ikna etmek için bir kavga ve mücadele vermem gerekiyor.

Cesur gazeteciler ve kararlı editörler çağı bitmiş görünüyor. Vietnam savaşının gerçeklerini dünyaya duyurarak aslında Vietnam Savaşını’nın bitmesini sağlayan gazeteciler de yaşlanıyor. Anılarını yazıp kitap yayınlasalar da günümüzün sıcak çatışmalarına tanık olamıyorlar. Hâlâ Keith Harmon ya da John Pilger gibi korkusuz ve adanmış gazeteciler var. Fakat, bunlar sâdece birer istisna.

Oysa günümüzde gerçekleri bildiren cesur ve farklı seslere eskisinden daha fazla ihtiyaç var. Basın ve yayın üzerinde şirketlerin kontrolü neredeyse tamamlanmışken, neredeyse tüm büyük gazete ve TV kanalları iktisâdî ve siyasî çıkarlara hizmet ediyor. Şirketlerin basın-yayın üzerindeki kontrolü arttıkça basın özgürlüğü, nesnellik ve önyargısız yorumdan da o kadar çok bahsediyorlar; tabii başka ülkelerdeki.

İngiliz diliyle yayın yapan Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık ve Avusturalya’daki basın-yayın kuruluşları Batı’nın dış politikasını eleştiren Pekin, Karakas, ya da Havana’dan gelen farklı bakış açılarına yer veren haberlere daha önce hiç görülmemiş bir biçimde sansür uyguluyorlar. Batı’nın ulus-ötesi mâden şirketlerince sömürülen zengin ham madde kaynaklarına sahip Sahara Altı Afrika’daki haberler veya Batı Papua’da devâm eden Endonezya soykırımı hakkındaki haberler hep sansüre takılan haberler oluyor.

Batı basın-yayınındaki karar vericiler egemenliklerini küresel olarak yaydıkça neredeyse dünyanın her köşesine ulaşan TV kanallarındaki Çin ve Chavez karşıtı söylemler de artıyor.

Ben Çekoslovakya’da büyüdüm. Her ne kadar 1968’de küçük bir çocukken Prag sokaklarındaki Sovyet tanklarının palet seslerini hatırlamasam da, sonrasındaki “normalleşme süreci” denilen yataklık edilen, yalan ve güvensizlik dolu dönemini berrak bir şekilde hatırlıyorum.


Sonradan Amerikan vatandaşı olmuş biri olarak beni en çok şaşırtan şey, tüm bu dehşet verici olaylar karşısında insanlardaki vurdumduymazlık. İngilizce konuşan sözde “Birinci Dünya” ülkelerindeki çoğunluk gazetelerde ok-dukları ve televizyonlarda gördüklerine gerçekten inanıyorlar. Yalanlar ve tek taraflılık öylesine her tarafı kuşatmış ki, gerçek yalan olmuş, yalanlar ise gerçek. Batı iktidârının sözlüğünü tanımlarken Arundhati Roy bir keresinde şöyle demişti: “Artık biliyoruz. Domuzlar attır. Kızlar erkektir. Savaş barıştır. Biz de bunların böyle olduğunu kabul ediyoruz.”

Bilgi akışı şu anda ABD, İngiltere ve Avusturalya’da, 1980’lerin Çekoslovakya’sı, Macaristan’ı, ya da Polonya’sından çok daha kontrol ve sansür altına alınmış durumda. Rejime, kitap ve filimlerdeki ikiyüzlülüğe meydan okuyan gerçeğe ve farklı görüşlere aç olan insanlar da yok artık. Geçmişte Prag, Budapeşte, ya da Varşova’da varolan entellektüel susuzluk Sydney, Nev York, ya da Londra’da yok. Batı’da yazar ve gazeteciler artık yazılamayanları nâdiren yazıyorlar ve okuyucular da yazılanlarda gizlenmiş mesajlar beklemiyorlar, ya da zaten aramıyorlar bile.

Batı propagandası farklı görüşlerin yokluğunda hiçbir engelle karşılaşmadan hızla ilerliyor. Biz insanlar sorgulamayı unuttuk gibi görünüyor. Sâdece bize sunulanları alıyoruz. Yaşadığımız anın ve tarihin tahrifâtını kabullenmişe benziyoruz. Hattâ hâlâ dik durmayı başarabilen ve sağ duyuyu, gerçeği, aşikâr olanı savunan birkaç kişiye de “özgürlük, demokrasi, ve tarafsızlık” adına cephe almış gibi duruyoruz. (Bu üç sözcük öylesine suistimâl edildiler ki, artık anlamlarını yitirmeye başladılar.) Batı’da, muhalif olanları parmakla göstereceğimiz, ispiyonculara, ve işbirlikçilere dönüşe-ceğimiz bir döneme mi giriyoruz? Tarihte böyle birçok dönem yaşandı. Hiç de çok olmadı bu dönemler geçeli!

Bu arada aydınlar iktidarla işbirliği yapıp çabalarının mükâfatını alırken dünyanın birçok yeri kana ve açlığa bulanmış durumda. Dünyanın şu anki acı durumundan, bilenlerin işbirlikçiliği ya da bilmesi gerekenlerin suskunluğu kısmen de olsa sorumludur.

Siyasî olarak “uygun olanı söylemek” birçok düşünürümüzün yazıları, konuşmaları, ve hattâ zihinlerinde öylesine yer etmiştir ki, fakir ülkelerin halklarına saygısızlık etmezler (bu fakir halklar öldürülebilirler, ya da birbirlerini öldürmeleri için cesaretlendirilebilirler, ama saygısızlık edilemezler. Özellikle de Batı’nın ve ulus-ötesi şirketlerin çıkarlarına hizmet eden siyasî ve dini önderlere saygı da kusur edilmemelidir) Diğer bir deyişle, televizyon ekranlarında ya da gazetelerde yayınına izin verilen tartışmaların bir haddi vardır.

Küresel iktidar (eğer çıkarlarına uygunsa) kontrol ettiği ya da etmek istediği ülkedeki feodal diktatörlükleri kültürün bir parçasıymış gibi gösterir. Eğer din Batı’nın jeopolitik çıkarlarına hizmet ediyorsa (şöyle okuyun: Eğer din ilerici/sol kanat önderleri ve onların destekçilerini öldürmemize izin veriyorsa) Batı bu dine karşı büyük bir saygı gösterecek ve hattâ (İngiltere’nin Orta Doğu’da Vahabiliğe yaptığı gibi) sosyal adaleti ve doğal kaynakların âdil dağılımını engellediği sürece destekleyecektir.

Biz insan hakları ihlâllerinden ötürü Küba’ya, (ki Küba’daki bu yirmi otuz kişi açıkça anayasayı ve hükümeti devirmeyi hedefledikleri için Batı’da olsa terörist olarak addedilirler), Tibet için Çin’e saldırırken (ki daha önceki dini feodal beyler sırf Çin’e saldırmak dış siyasetimizin ana hedefi olduğu için yüceltilir, ve açıkçası bu ırkçı bir yaklaşımdır), Kongo ya da Sahara-altı Afrika’da, Batı Papua’da, Orta Doğu’da, ve daha nice yerde jeopolitik çıkarlarımız nedeniyle milyonlarca insan ölüme mahkûm edilmiş durumda ya da hâlihazırda toprağın altında yatmaktadır.

İnsan hakları sicilimiz, geçmişte ve şimdi, öylesine iğrençtir ki, vatandaşlarımızın, ülkelerimizin hâlâ ahlâkî bir duyarlılığa sahip olduğunu ve ahlâk hakemliği yapa-bileceğini ya da ahlâklı davranabileceğini zannetmeleri inanılır gibi değildir. (Tabii eğer tüm insanların insan olduğunu kabul eder ve Afrika, Latin Amerika, Orta Doğu, Okyanusya, ya da Asya’daki bir erkek, kadın ya da çocuğun haklarını ihlâlin Londra, Nev York, ya da Melbourne’da insan haklarının ihlâli kadar kınanır olduğunu kabul edersek.)

Soğuk savaş dönemi sonrası propaganda Sovyetler Birliğini (ki bu Batı tarafından Nazi Almanya’sına kurban edilen, 20 milyondan fazla insanın hayatı pahasına dünyayı Faşizm’den kurtaran Sovyetler Biriliği’dir) Nazi Almanya’sına benzetmeye cüret ederken (ve ilerici hareketlerden arta kalan ne varsa yok ederken) ilk toplama kamplarının Ruslar değil, İngilizler tarafından Afrika’da yapıldığı gerçeğini yok sayarlar. İki dünya savaşı arasında Avrupalı güçlerin uyguladığı sömürgeci terör hiçbir gulag ile boy ölçüşemez.

Birleşik Devletler ve Avrupa’da propaganda öylesine derinlere nüfuz etmiştir ki, bu tür tartışmalar yapılmaz, talep edilmez, hoş görülmez, ya da onlara izin verilmez. Sovyet ihtilâli ve daha sonra gulaglar sosyalist bir sistemin işlemeyeceğine dâir bir kanıt olarak gösterilse de Afrika’da Batı’nın yaptığı soykırım (örneğin Kral I. Leopold döneminde on milyonlarca Kongolunun yok edilmesi gibi) Batı tarzı monarşilerin ve piyasa fanatikliğinin tüm dünyada hâlihazırda yüz milyonlarca insanı öldürdüğü için özde çok tehlikeli olduğunun ve insanlık için kabul edilemeyeceğinin bir kanıtı olarak gösterilmez.

Tabii ki Kongo’da on milyonlarca insanın ölmesinin nedeni para ve Avrupalıların ham maddeler üzerindeki -o zamanlar kauçuk- açgözlülüğüydü. Bugün her ne kadar cinayetler yerel kuvvetlerce ve komşu ülkelerin ordularıyla gerçekleştirilse de (sağlam Amerikancı Ruanda ve paralı askerler tarafından) nedenler pek de değişmedi. Cinayetlerin Cakarta’nın yozlaşmış elitlerinin ve ulus -ötesi şirketlerin çıkarlarını savunan Endonezya birlik-lerince işlenmesi dışında nedenler ne Papua’da; ne de Irak’ta pek değişmedi.

Artık isyan etmiyoruz. Kanunlara saygılı vatandaşlarımız emniyet kemerini bağlıyor, sokağa çöp atmıyor, karşıya geçmek için gecenin köründe yeşil ışığın yanmasını bekliyor. Ancak ekonomik çıkarları için yapılan kıyımlara ses çıkarmıyorlar. Cinayetler, basın-yayın ve propaganda araçları tarafından iyi makyajlandığı sürece, cinayetlerin büyük sermayedarların işlerini ve sözde “gelişmiş ülkelerdeki” çoğunluğun yüksek yaşam standartlarını desteklemek için işlendiği telâffuz edil-mediği sürece, resmî olarak insan hakları, demokrasi ve özgürlük için işlendiği sürece ses çıkarmıyorlar. Resmî propagandanın çok kolay bir şekilde kabul görmesinin bir nedeni de kararmış vicdanlarımızı yatıştırıyor olmasıdır.

Seçkin aydınların ve akademinin yalanları kabul etme, tekrar etme ve icat etmede arkada kalır yanları yok. Son birkaç yıldır İngilizce konuşan ülkelerdeki çeşitli seçkin üniversitelerde –Melbourne, Hong Kong, Columbia, Cornell, Cambridge, Auckland- konuşma yapmaya dâvet ediliyorum. Varolan tezlere meydan okumanın akademide bütünlüğü sağlamadığını gördüm: Aslında tam tersi. Akademi, yerleşmiş klişelere ve muhalifliğe karşı basın yayından daha fazla düşman. Endonezya’nın hoşgörülü bir ülke, serpilen bir demokrasi olduğu fikrine (ya da akademisyenlere ünvanlarını kazandıran bir diğer konuda) açıkça muhalafet ettiğinizde fanatik olarak ya da en iyi ihtimalle kışkırtıcı olarak yaftalanırsınız. Bu tarz bariz saldırıları engellemek çok zordur. Çin karşıtı monolit görüşlere hele bir meydan okumaya kalkın.

Anglo-Sakson akademide kişinin düşüncesini ifâde etmesi istenmez ve hattâ kabul edilemez. Kişinin bir görüş bildirmesi için yazarın ya da konuşmacının bir başkasına atıfta bulunması beklenir: “Dünyanın yuvarlak olduğu Bay Green tarafından söylenmektedir.” “Profesör Brown dün yağmur yağdığını onayladı.” Eğer söylediğiniz şeyi daha önce biri söylememişse geçerliliği şüpheyle karşılanır. Yazar ya da konuşmacının konuyla ilgili kendi düşüncesini ifade etmesi teşvik edilmez. Özetle, her görüş ya da bilgi kırıntısı yerleşik yapılanmanın –en azından bir kısmının- onayından, resmî olmayan sansüründen geçmek zorundadır.

Artık kurgu olmayan kitapların neredeyse hepsi uzun dipnotlarla doludur ve kurgu yazmayan birçok yazar kendi araştırmalarını ve alan çalışmalarını yapmak yerine hiç yılmadan birbirlerine atıfta bulunurlar. Orwell, Burchett, ya da Hemingway böylesi bir ortamda çalışmanın son derece zor olduğunu düşünürlerdi herhalde.

Sonuçlar ise, genellikle berbattır. Asya’daki iki ülke yalnızca diplomatik değil; akademi ve gazetecilik camiasındaki bu entelektüel korkaklığın ve yaltakçılığın iki güzel örneğidir: Tayland ve Endonezya.

Anglo-Saxon basın-yayın ve akademide yaratılan klişeler BBC ve CNN de dâhil olmak üzere egemen basın-yayın ve etkili günlük gazetelerde hiç durmadan tekrarlanır. Basın-yayınımız Kamboçya’dan bahsettiğinde “Komünist" Khmer Rouge’un (Kamer Ruj) yaptığı soykırımdan bahsedilmez. (Khmer Rouge Kamboçya’nın ABD tarafından işgali sırasında ABD askerlerince eğitilen ve silâhlandırılan “sözde” komünist yerel silâhlı örgüt Ç.N.) Ancak ABD’nin Kamboçya’da kırsal bölgeleri bombalayarak yerle bir etmesinin ardından Khmer Rouge’un yönetime el koyduğunu anlamak için sansürlenmiş bilgi ve belgelerin araştırılması gerekir. Vietnam Khmer Rouge’u ülkeden çıkardıktan sonra ABD Birleşmiş Milletlerden “meşru hükümeti” derhal iktidara getirmesini talep etmişti!

Batı’daki gazetelerin dijital arşivlerinde Batı’nın Hind-i Çini, Endonezya ve Doğu Timor’a karşı yürüttüğü dehşeti anlatan çok az şeye rastlanır (ABD’nin desteklediği General Suharto yönetime el koyduktan sonra 2 ilâ 3 milyon arasında insan öldürüldü.)

Batı’da kamuoyunda tanınan birinin çıkıp da Papualıları sürekli öldürdükleri için Endonezya mallarını boykot etmeleri için çağrıda bulunduklarını duymadım (1970 ve 80’lerde Doğu Timor’daki soykırım karşısında sâdece birkaç kişi sesini yükseltti) Tibet oldukça farklı bir konu. Çin’in Tibet’e karşı yürüttüğü siyâset hakkında bir destan yazılabilir. Genel olarak Çin’e karşı yapılan eleştiriler orantısızdır.

Çin başarısızlığa uğradığında “yine Komünistler” denir; başarılı olduğunda ise “artık Komünist değildirler.”Bir okuyucu olarak ülkelerinin komünist olup olmadığını Çin’lilerin kendilerinden duymak isterdim. Duyduğum kadarıyla hâlâ komünist ve büyük çoğunluk da öyle kalmasını istiyor.

Ama bu yeterli değil. Gezegenin en kadim kültürlerinden biri olan Çin’in kendi yaptığı târife güvenilmiyor. Bu görevi ana dili İngilizce olan kişilerin yapması gerekiyor; yâni dünyada kamuoyunu etkilemek ve şekillendirmek için seçilmiş yegâne topluluk tarafından.

Pekin’deki meslektaşlarımdan duymak istiyorum: Sudan’dan Burma’ya kadar mahvolmuş bölgelerdeki her şeyden ülkelerini (saçma bir şekilde) sorumlu tutanlarla açık açık tartışabilmelerini istiyorum. BBC’de zehirli duman salan Çin fabrikalarını gösteren kaç tane haber gördük? Peki, dünyanın hâlâ en büyük kirleticisi olan ABD’nin yarattığı kirlilikle ilgili kaç tane haber gördük?

Ya da İkinci Dünya Savaşı ile ilgili Japon âlimlerin, yazarların, ve gazetecilerin görüşleri neler? Hepimiz Tokyo’daki İngilizce konuşan gazetecilerin Japon meslek-taşları hakkında ne düşündüğünü biliyoruz. Ancak neden Japonya ve Çin’de yayımlanan dünyanın en büyük gazetelerinin sayfalarını dolduran yazıların doğrudan çevirilerini okumaktan sürekli alıkonuluyoruz? Neden sürekli küresel fikir birliğini şekillendiren görünmez bir el tarafından kontrol edilmemiz gerekiyor?

Akıcı İspanyolca konuşan biri olarak, Latin Amerika’da şu anda hâkim olan eğilimlerin ABD, İngiltere, ve Asya yayımlarında ne kadar az temsil edildiğini görüyorum.

Latin Amerika’daki adaletsizlik, sokak kanunları

Latin Amerikalı meslektaşlarım Londra ya da Nev York’ta İspanyolca okuyamayanlarla Venezuella Başkanı Hugo Chavez ya da Bolivya Başkanı Evo Morales’i tartışmanın neredeyse imkânsız olduğundan sıklıkla şikâyet ediyorlar. Görüşleri tek bir kalıptan çıkmış gibi ve rahatsız edici derecede ön yargılı diyorlar.

Bugünlerde Latin Amerika’da elbette halkçılık (sol) ana konu –“asıl konu”. Her ne kader İngiliz ve Kuzey Amerikalı gazeteci ve yazarlar son Latin Amerikan devrimlerini kendi yayıncılarının siyasî tâlimatlarına göre analiz etseler de dünyadaki okuyucular (İspanyolca bilmedikleri takdirde) Venezuella ve Bolivya’da şu anda tarih yazan kişilerin düşünceleri hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyorlar.

Chavez’in sayısız halk oylaması (referandum) sonunda demokrasiyi getirerek halkının kendi geleceğini şekillendirmesini sağladığını kaç gazetede görüyorsunuz? Buna karşın bizim “gerçek demokrasimizin” yurttaşları çenelerini kapayıp söyleneni yapmak zorunda. Almanlara birleşme isteyip istemedikleri sorulmadı; Çekler ve Slovaklardan “Kadife Ayrılık” için görüşleri alınmadı; İngiliz, İtalyan ve ABD vatandaşları botlarını giyip Irak’a gitmek zorunda bırakıldılar.

İngilizce çıkan gazeteler Çinlilerin konuşmasına izin vermeyen Çin hikâyeleriyle doludur. Ayrıca kendi vatanları ile ilgili makalelerin tamamını paylaşacak kadar güvenilmediği için sadece atıfta bulunulan Japonların yer aldığı (aslında Japonlar tarafından yazılması gereken) Japonya hikâyeleri ile de doludur.

Şu an için İngiliz dili dünyadaki egemen iletişimin aracıdır ama bu sonsuza kadar böyle olmayacak. Bu dilin yazar, gazeteci, ve yayınevleri uluslararasında daha iyi bir anlayışın oluşmasını sağlamıyorlar. Düşünce çeşitliliğini teşvik etme konusunda tamamen başarısızlar. Basın-yayın kanalları İngilizce’yi siyasî, iktisâdî, hattâ entellektüel çıkarları için kullanıyorlar. Gittikçe artan sayıda İngilizce konuşmayan kişi etkili olan tek bir gurubun -“doğru” şekilde okuyan, anlayan, ve düşünen grubun- parçası olabilmek için İngilizce kullanmaya zorlanıyor. Guruba yeni girenler telâffuz ve dilbilgisine ek olarak çevrelerindeki dünyayı nasıl algılamaları ve tepki vermeleri gerektiğini ve neyin nesnel olduğunu da öğreniyorlar. Sonuçta ortaya çıkan şey, tek bir kalıp, ve entellektüel zorlamadır.

Uzun zaman önce kameralarımdan hâfızama yüklediğim kâbuslar ve imgelerle gecenin yarısında uyandığımda dünyanın daha iyi ve âdil bir hâlini düşünüyorum. Ancak her zaman kendime sorduğum şu zor soru var: Bunu nasıl sağlayabiliriz?

Geçmişteki tüm başarılı inkîlapları düşündüğümde tek bir ortak noktaları olduğunu görüyorum: “Eğitim ve bilgilenme” Bir şeyleri değiştirmek için insanların gerçekleri bilmeleri gerekir. Ayrıca geçmişlerini de bilmeliler.

Şili, Arjantin, ve Güney Afrika halklarına tekrar tekrar söylenen şey buydu: “Şu an ve de geçmiş zaman analiz edilip anlaşılmadığı sürece daha iyi bir gelecek ve âdil bir uzlaşma sağlanamaz.” İşte bu nedenle Şili başarılı, Endonezya başarısız oldu. İşte bu nedenle tüm sorunlara ve karmaşaya rağmen Güney Afrika şeytanlarını çıkarma ve çok daha iyi bir geleceğe yelken açma yolunda.

Ancak Batı – Avrupa ve Birleşik Devletler ve büyük oranda Avusturalya- inkâr içinde yaşıyor. Dünyanın büyük bir kısmına karşı yürüttükleri ve yürütmekte oldukları katliam gerçeğini asla tam olarak kabul etmediler. Hâlâ zenginler, başkalarının kanı ve emeğiyle yaşadıkları için en çok zenginler. Hâlâ bir imparatorluklar –sömürgecilik kültürüyle birleşmiş tek bir imparatorluk. Gövdesi ve dallarıyla tek bir imparatorluk.

Bu kontrol kültürü ortadan kalkmadıkça yeryüzünde asla barış ve gerçek bir uzlaşma olmayacak. Bunun ortadan kalkması için tek yol gerçeklerle yüzleşmekten, geçmişi hatırlayıp gün ışığına çıkarmaktan geçiyor.

Gerçekleri söylemek dünyayı bilenlerin ve yeryüzünde yaşayan insanların acısını anlayanların sorumluluğudur. Bedeli ne olursa olsun, dürüst her cümleyle bilmem hangi ayrıcalık ortadan kalkacaksa kalksın, gerçekleri söylemek. (İmparatorluğun kindar olduğu doğrudur) Gerçekleri iktidara karşı söylemek. Çözümün değil sorunun bir parçası oldukları için, içinde yaşadığımız dünyadan onlar da sorumlu oldukları için basın-yayından akademiye kadar var olan kurumları bir kenara itmek! Egemen ülkelerdeki insanlar hâriç herkesin bildiği şeyi tekrar eden birçok ses tek bir ağız olup “J’accuse’ (“Suçlusunuz”) dediğinde, şu an dünyaya egemen olan yanlışlar düzeltilebilir. Ancak olabildiğince çok ve gerçekten bir olmuş sesler birleştiğinde. Kararlılık ve cesaretle!

Andre Vltchek
iletisim@politikadergisi.com

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.