“Kamusal Şeyler, Özel Şeyler” Tartışmasında Anayasa Değişiklik Paketi ve Referandum Sürecine Bakış

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

 

   “Ancak nerede yaşadığımı bilirsem, nerede yaşadığımı doğru tanımlayabilirim.”
 
   Yaşadığınız yerin nasıl bir yer olduğunu bilmeniz, size, orayı tarif etme işiyle karşılaştığınızda herhangi bir stres yüklemez. Yaşadığınız yerin tanımlanması, yaşadığınız yerin tarihini bilmeyi gerektirir. Bu bilme aynı zamanda kısa ve/veya uzun vadede oranın geleceğiyle ilgili daha isabetli yorumlar yapma kabiliyetini size yükleyecektir. Dolayısıyla geçmişte, geleceğe yön verme amacıyla yapılmış her iş, tanımlama veya başka bir şeyin başarılı olma durumu bağlamında geçmişte yaşayanların biliş yetenekleriyle doğru orantılıdır. Bulunduğu anı, alanı (ve yalanı) iyi yorumlayan(lar) bulunduğu toplu durumu iyi tarif edebilir ve geleceği oluşturma konusunda yaşadığı anı kendisine göre daha doğru yorumlayamayandan daha başarılıdır(lar). Kısacası bu an, gelecekte yaşayacaklara, geçmişte yaşamışlarca bırakılan bir serüvendir ve geçmiştekilerin biliş kategorisinde başarılı olma durumları gelecektekilere iyi bir tarih bırakmayla doğru orantılıdır. Gelecek zamanda yaşayacaklar geçmişlerini iyi yorumlayamazlarsa, kendilerinden sonra geleceklere iyi bir tanımlama yapamayacaklar ve gelecek nesillerin varlığı tehlikeye girecektir. Gelecek neslin kurtarılması, gelecek nesilde yaşayan bir varlığın geçmişi iyi yorumlamasıyla gerçekleşebilir. Zaman bazen kurtarılmaya müsait anları, bazen de kurtarılamayacak anları bize gösterdiğinden gelecek neslin geçmiş zamanı kısa sürede doğru yorumlayarak iş başına koyulması, kendisine taraftar bulması şarttır.

 

   Yukarıdaki paragrafta anlatmış olduğum şeyler bir devletin veya devlet gibi yönetilen her şeyin var olma serüvenini anlatıyor. Aslında anlattığı biraz karmaşık görünse de söylemek istediği basit: “iyi gelecek, geçmişi ve anı iyi yorumlayanlarca gelecek; kötü gelecek ise yorumlayamayanlarca gelecektir.”
   Politika Dergisi’nin internet sitesinde 25 Temmuz 2010 tarihinde yayımlamış olduğum içerikte (http://www.politikadergisi.com/makale/evet-mi-hayir-mi-peki-neye-gore) anayasa değişiklik paketine evet veya hayır demekten ziyade neye göre evet veya hayır demeyi uygun buldum. Amacım referandum tarihine kadar birkaç şey daha karalayıp varılacak veya varacağınız sonucu pekiştirici çalışmalar yapmak, işte hepsi bu.
   Pekiştirme denilen şey, kafanızın, aşağı veya yukarı ya da sağa veya sola gördüğünüz her şahsa göre şekil alması demek değildir. Dolayısıyla pekiştirme denilen şeyin “sen, evet veya hayır de, gerisini boş ver” yorumundan çok farklı bir şey olması gerekiyor; aslında, zaten de olması gerektiği gibi, sadece biz onu yanlış yorumlayıp duruyoruz. Pekiştirme konusunda bile bir yorum silsilesi mevcutken, hatta bırakın pekiştirmeyi en saçma sapan şeylerde bile bir yorum zinciri karşımızda karmaşıkça duruyorken anayasa değişiklik paketiyle ilgili yapılacak referandumda maalesef ki yorumlar “evet veya hayır de”nin ilerisine geçemiyor. Tartışmalarının yokluğunda yapmış olduğum bu tartışma kişilerin özel ve kamusal algılarına göre değişiyor. Liberal kökenlerine bağlı ya da liberal olmadığını savunup liberal şekilde yaşayan biri(leri) özel ihtiyaçlarını kamusal ihtiyaçları gibi sunabiliyor. Dolayısıyla özelin ve diğer bir tahlilde bireyin hakkına saygı, kamusal alanın hakkına saygının yerine geçiyor ve liberal bir paradoks hemen kendisini belli ediyor. Bireyin haklarından bir kamusal alana gidiş yerine (bir veya birkaç) bireyin haklarında tıkalı kamusala ulaşma yalanı hemen kendisini belli ediyor. Kısacası toplumun faydası söyleminde bireyin ve/veya toplulukların faydası öne çıkarılıyor, toplumun faydası ise olduğu yerden geriye doğru sürükleniyor.
   Liberalizm bireylerin teker teker mutluluklarını toplumsal mutluluğa eş görür; fakat anayasa değişikliği tartışmalarında özel amaçları için kamusal mutluluğu ön plana çıkartarak yapılan yorumlar liberalizmin bir yanlışını gözler önüne sermektedir. Anayasaların bireyler için değil, toplumlar için yapılma mantığı bireyin kendi çıkarları için toplumsal alana yönelik tavrında tıkanır kalırsa söz kamusal ve özel ayrımında bir tartışmaya doğru yol alır. Bireyi toplumdan ayıran nitelikler söz konusuysa, birey, bu tüm toplumdan ayrı olan kişilerce bir toplum içinde var olan bir topluluğun mensubu haline dönüşür. Anayasalar bu topluluklar için de yapılmaz ve daha öncede belirttiğimiz gibi anayasalar bir toplum için yapılır (Bu konuda mükemmel bir sunuş için bkz: Suna KİLİ; “1876 Anayasasının Çağdaşlaşma Sorunları Açısından Değerlendirilmesi”). Özcesi anayasalar ve anayasaları değiştirecek uygulamalar bir toplumun ortak iyisi üzerine kurulur; bir bireyin özel iyisi veya topluluğun ortak iyisi üzerine kurulamaz. Eğer olması gereken uygulamanın dışında bir uygulama söz konusuysa, yani toplumsal iyi dışında başka iyilere yöneliş söz konusuysa yapılan anayasa değişikliğinin farklı amaçları olduğu sonucu ortaya çıkar.
   Yukarıda yapmış olduğum yorumlarla yazımın temelini oluşturduğumu düşünüyorum. Oluşturmuş olduğum bu temel, yazımın sonuç bölümünde kamusal ve özel ayrımına dayanarak geçmişin şekillendireceği geleceği yorumlamaya dayanak oluşturacak ve anayasa değişiklik tartışmalarını irdeleyecek; fakat öncelikle yapmam gereken “Kamusal Şeyler, Özel Şeyler” kitabının yazarı Raymond Geuss’a dayanıp üç farklı hikâyeyi anlatarak kamusal ile özel ayrımına ya da birlikteliğine göz atmak ve liberalizme bir eleştiri getirmek.
 
1- Kamusal Şeyler, Özel Şeyler Kitabı Hakkında
  Kamusal şeylerin özel şeylerden ayrılması tezini savunan anlayışa Raymond Geuss şu şekilde bir karşılık veriyor: “Ben, ‘kamusal’ ve ‘özel’ arasında tek bir net ayrımdan ziyade, örtüşen bir dizi karşıtlık bulunduğunu, dolayısıyla kamusal ve özel arasındaki ayrıma genelde atfedilegeldiği kadar büyük önem verilmemesi gerektiğini savunmak istiyorum.”
   Dolayısıyla söz konusu kitap liberal tezlerin savunduğu özelden kamunun ayıklanması görüşünü tam olarak benimsemiyor ve birbirinden tamamen ayrı gözüken bu iki kavramın bazı karşıtlıklarına rağmen beraber irdelenmesi gerektiğini savunuyor. Yani iki kavram arasında kesin bir çizginin varlığını reddediyor ve bu iki kavramın birbirini sürüklediğini savunuyor. Kısacası Ramond Geuss kitabında kamusal ve özelin iç içe geçmiş iki kavram olduğunu bizlere öğretiyor. Bu öğretim işini de antik çağdan aldığı hikâyelere dayanarak gerçekleştiriyor.
   Bu hikâyeler Raymond Geuss’a özel ve kamusal arasında bir siyasi tartışma yaptırmış görünüyorlar. Bense bu hikâyeler üzerinden yapılmış olan tartışmaları bir adım daha ileriye götürerek anayasa değişikliği tartışmalarına (!) bir bakı açısı geliştirmeye çalışıyorum. İlk hikâyeden başlamakta aceleci davranacağım; çünkü mükemmel bir eseri burada başlı başına tartışmak beni onlarca sayfa yazmaya zorlayabilir.
   Belirmek isterim ki aşağıda, öncelikle Raymond Geuss tarafından aktarılan hikayeler benimde eklemelerimle sunulacak ve sonrasında bu hikayelere bağlı kalarak yazı belirttiğim temel üzerinde amacına kavuşacaktır.
 
   A. Utanmazlık ve Kamusal Alan
  M.Ö. dördüncü yüzyılda yaşayan Sinoplu Diogenes’in pazaryerinin ortasında (kamusal mekânda) mastürbasyon yapma adedi (özel ihtiyaç giderimi) vardı. Diogenes’in bu davranışının cinsellik açlığını (özel ihtiyacını) gidermek için (kamusal alanda) yaptığı ortada ve Diogenes bu davranışına tepkili olanlara şu şekilde cevap veriyordu: “keşke insanın açlığını da göbeğini ovarak bu kadar kolayca giderebilmesi mümkün olsaydı”.
   Geuss, Diogenes’in yapmış olduğu davranışın üç sebeple ayıp olduğunu savunur. Birincisine göre Diogenes; kamusal mekân olarak adlandırılan “tesadüfen orada bulunan herhangi birileri”, yani şahsen tanımadığım ve benimle yakın ilişki içine girmeyi açıkça kabul etmemiş kişiler tarafından görülebileceğim alanda “medeni ilgisizlik” veya “dikkat çekmezlik” ilkesini ihlal etmiştir (ve kamusal mekânlarda bu ilke oldukça işlerdir). Antik bir kentteki bir pazaryeri, bu tür bir kamusal mekânın mükemmel bir örneğidir: Burada birbirini mutlaka tanıyor olması gerekmeyen ve – bir seviyede – birbirinden farklı, önceden bilinemez ve belki de birbiriyle uyuşmayan amaçları, tercihleri ve zevkleri olan farklı kişiler kendi özel işlerini görürken, birbirleriyle fiziksel yakınlık içinde bulunurlar. Dikkat çekmezlik ilkesi, bu tür bağlam ve mekânlarda başkalarını rahatsız etmekten veya ne olursa olsun, sistemli bir şekilde rahatsız edici davranmaktan kaçınmak gerektiğini bildirir; fakat dikkat çekmezlik ilkesi bilinçsizce, istem dışı yapılmış davranışlar karşısında kendisini esnetir. Örneğin burnu olmayan birisini kamusal bir mekânda gördüğünüzde bu kişi sizin dikkatinizi çeker; fakat burnunun olmaması dolayısıyla bu kişi, mastürbasyon yapan kişi gibi ayıplan(a)maz. Diogenes’in burada deli olduğu için göstermiş olduğu davranışı gösterdiği savunulamaz; çünkü tarihsel kayıtlar Diogenes’in deliden ziyade oldukça akıllı olduğunu bize fısıldar. Bu durumlardan dikkat çekmezlik ilkesi kapsamına giren bir diğer davranışta bilgi ve beceri eksikliğinden kaynaklanır. Bilgisi olmadan konuşan birisi, bilgili bir kişiye ya da kişi topluluğuna denk geldiği zaman söz konusu ilkeyi ihlal etmiş olur.
   Geuss’a göre Diogenes’in davranışının ayıp olmasının ikinci sebebi bu davranışın imrenilecek bir şey olabileceğinden ileri gelir. Kamusal mekânlarda imrenmeye yol açabilecek durumlardan kaçınmaya yönelik bir ilkenin de geçerli olması; yani eğer bazı temel, zorunlu ihtiyaçların tatmini sorunlu ve şüpheli ise veya başka bir şekilde kolayca giderilebilir türden değilse, bu ihtiyaçların tatmininin teşhir edilmesi uygun görülmez. Dolayısıyla kişinin cinsel olarak tatmin olmakta (veya daha yeni tatmin olmuş) olduğunun kamusal bir mekânda teşhir edilmesi tabudur; çünkü o mekânda bu anlamda tatmin ol(a)mayan veya yakın geçmişte olmamış kişiler bulunabilir. Diogenes, bu tabuyu kırdığı için ayıplanmak durumundadır. Dolayısıyla bu harekette aslında bir anlamda dikkat çekmezlik ilkesiyle bağlantılıdır.
   Diogenes’in davranışının ayıp olarak kabul edilmesinin üçüncü sebebi ise Diogenes’in davranışının saf/temiz değil pis/mekruh ve tiksinç oluşudur. Diogenes tarafından yapılmış olan bu davranış (her ne kadar özel alanlarımızda biz bu davranışı yapmaktan çekinmesek de) kamusal alanda tiksinçtir.
 
  B. Res Publica (Siyasi, kamusal faaliyetin yöneldiği varlık – ordusal faaliyetin yöneldiği varlık – ortak mal)
   Tartışılmak istediğimiz ikinci insan davranışı Roma Cumhuriyeti’nin son dönemlerine aittir. M.Ö. 50’nin sonlarında Senato’da Galya genel valisi C. Jül Sezar’ın yasadışı ilan edilmesi yönünde oylama yapıldı ve konsüle, Sezar askeri komutayı terk etmediği, bölüklerini yeni tayin edilmiş halefine devretmediği ve muhtelif siyasi yolsuzluklardan yargılanmak üzere tek başına, bir “sıradan vatandaş” [private citizen] olarak Roma’ya dönmediği takdirde ona karşı askerlerini toplama yetkisi verildi. Sezar askerlerini devretmeyi ve yargılanmak üzere Roma’ya dönmeyi reddederse, res publica’nın düşmanı ilan edilecekti.
   Belirtmekte fayda var: Roma’da bireyler diğer bireylerin mutluluğu için iyi vatandaş (asker) olarak yetiştirilirlerdi. Dolayısıyla vatandaşlar kamunun (res publica) iyiliği için varlıklarını otaya koyarlardı.
   Sezar kendisi hakkında verilen bu karar sonrası birliklerini Galya – İtalya sınırındaki Rubikon nehrine sürdü ve şu ifadeleri kullandı:
   Eğer bu ırmağı geçmezsem, başım belada;
   Eğer geçersem, dünyadaki herkesin başı belada.
   Gidelim!
   Kısacası Sezar kendi özel sorunları için ortak fayda savunduğunu iddia eden bir otoriteye karşı ayaklandı. Bir kamu görevlisi olarak, sıradan vatandaş olmayı reddetti ve kamusal alana özel ihtirasları için müdahale etti.
 
   C. Tinsel ve Özel
  Afrikalı retorik ustası Aurelius Augustinus İtiraf’larında bir defasında bir kilisede, dini törenler sırasında gördüğü ve arzuladığı genç bir kadınla cinsel ilişkiye girmeyi teşebbüs ettiğini anlatır. Neler olup bittiğine dair herhangi bir ayrıntı vermez; tek söylediği, Tanrı’nın bu nedenle onu “ağır bir şekilde cezalandırarak dövdüğüdür”.
   Augustinus bir gün kamusal alandan çekilerek tinsellik konusunda düşünmek için inzivaya çekilir. Bu refleksi sonrasında insanın iç dünyasının sadece en iyi Tanrı tarafından bilineceğini savunmuştur. Ayrıca insanın, kendi iç dünyasını sadece kısmen bilebileceğini dışarıdan başka birisinin ise kolay kolay başka bir insanın iç dünyasını bilemeyeceğini savunan Augustinus kişinin kendi iç dünyasını bilebilmesini ise Tanrı’yı sevmesiyle doğru orantılı olarak görür. Dolayısıyla kamusal alanı yönetenler kişilerin iç dünyasına sanıldığı kadar erişemezler. Ayrıca Augustinus anlattıklarıyla birçok kişinin hayatını değiştirmiş ve tinsellik konusundaki özel fikirlerini kamusal alanda bulunan kişileri etkilemek için kullanmıştır.
 
   Sonuçlar
  Yukarıda Raymond Geuss tarafından yazılmış “Kamusal Şeyler, Özel Şeyler” isimli eserden alıntıladığımız hikâye ve ifadeler siyaset bilimi alanında aslında oldukça ilginç sonuçları ortaya çıkartmaktadır. Kamusal ile özel arasında mükemmel bir ayrım olduğunu savunan liberal doktrin kamusal ve özelin iç içe geçmiş yapısı karşısında ayrı bir paradoks daha yaşamaktadır.
   Avrupa liberalizminin kurucularından Benjamin Constant modern bir toplum üyelerinin “özel varoluş”u ile “kamusal varoluş”u arasında keskin bir ayrıma gidiyordu. Özel varoluştan kasıt bireysel insanlar, bunların aileleri ve yakın dost çevresiydi. Kısacası özel, bizim ilk başta da atıfta bulunduğumuz şeklinde bireyi ve bireyin bulunduğu topluluğu kapsıyordu. Kamusal varoluş ise siyaset alanını simgeliyordu.
   Antik çağa bakıldığında ise burada demokratik meclislerin gücünün sınırsız olduğu görülür. Özel üzerindeki bütün faaliyetler kamusal meclislerce görülür ve bu sebeple her birey bir özel varlık olarak kamusal alanda görev almayı arzular. Kamusalın, özelin varlığını koruma düşüncesi her bireyi özelin kölesi olma yoluna itiyordu ve bu kölelik ilginç olarak antik çağda bir saygınlık kazandırıyordu; çünkü bireyin yönetme hissiyatıyla kazandığı itibar özelin iyiliği için köle gibi çalışmayı cazip kılıyordu. Antik çağda kamusalın özel üzerindeki etkisi, özelin faaliyetlerini belirleme işlevi temsili demokrasinin bulunmasıyla hafifledi.
   Raymond Geuss yukarıda da anlattığımız üzere özel ve kamusal arasındaki bu keskin ayrımın savunulmaması gerektiğini söyler. Ona göre bu iki kavrayış arasında örtüşen bir dizi karşıtlık söz konusudur. Örneğin kamusal bilginin kamusallığın doğası gereği herkes tarafından bilinebilir olması esasken, özel bilginin sadece birey ve bireyin yakın çevresince bilinebilir olması esastır. Dolayısıyla özel, kamusala göre bu haliyle gizlilik yönü daha ağır basan bir kavramdır; fakat bazı kamusal meselelerde kamusalın varlığı için gizli tutulmalıdır. Bu anlamıyla kamusalın gizliliği ortaya çıkar ve ikisi arasında kesin ayrım olduğu söylenen kavramların benzeşmesi gerçekleşir. Ayrıca kamu mensubu, kamu için çalışan birisi (magistratus) özel kişilerle iş yaşantısı dışında bir araya gelip bazı özel kişilerin bilgisini elde edebilir; fakat bu magistratus eğer gizli bir kamusal görevi yerine getiriyorsa bu bilgileri özel kişilere ifşa etmekte biraz terleyecektir. Dolayısıyla kamusal bilgilere, kamusal alandan çıktıktan sonra evine sıradan bir vatandaş gibi giden birisi sahip olmuştur; fakat özel alanına geçse dahi bildiği bu bilgiyi paylaşmayı cesaret edemeyeceği açıktır.
   Yukarıda Raymond Geuss’tan aldığımız fikirlerle ilerlediğimiz açıkça görülüyor. Bu noktadan sonra yazımız siyasal iktidar, muhalefet ve anayasa değişikliği tartışmalarına doğru yol alıyor.
   Kamusal alanı yönetmekle görevli siyasal iktidar kamusal işlerin bilinebilir olması gerçeğinde genelde halk tarafından bilinmesi gereken işleri gerçekleştirmekle mükelleftir. Bir ulusun geleceğinin belirlenmesi noktasında bu geleceği halka iyi anlatmak geçmişi iyi tahlil etmiş bir iktidarın işidir. Halka anlatılması gereken her şeyin halka anlatıldığı bir yapılanma demokrasilerin işler kılınması için elzemdir.
   Diogenes’in pazaryerinde mastürbasyon yaparken yarattığı tiksinçlik ve bu tiksinçliğin aşaması toplumdan topluma değişkenlik gösterebilir. Kamusal bir alanda bilgisizliği ve tiksinçliği ile dikkat çekmezlik ilkesini yerle bir eden bir siyasetçi bulunduğu ortama göre pis/mekruh olarak görülmeyebilir, aksine saf/temiz olarak görülebilir.
   Bir an için Diogenes’in mastürbasyon yaptığı pazaryerinde kendimizin de olduğunu varsayalım. Bu durumda yaşayacağımız tiksinçlik orada olmadığımız bir durumda Diogenes’in o iş üzerindeki fotoğrafını gördüğümüz tiksinçlikle aynı oranda mıdır? Tabii ki değildir. Belki de göreceğimiz o fotoğraf bize tiksinçlik yerine gülme refleksini yükleyecektir.
   Tiksinçliğin toplumdan topluma değişme huyunda olduğunu az önce belirttim. Bir toplumda (bilerek) yalan söylemek, diğer bir topluma göre daha az ayıplanacak bir durum olarak karşımıza çıkabilir. Bir siyasi partinin iktidar veya muhalefette olmasından bağımsız olarak kamusal alanda yapmış olduğu bir mitingde siyasi parti liderinin yalan söylemesi o siyasi partinin partizanlarınca hiç tiksinç bulunmaz; fakat orada bulunan karşıt partinin temsilcisi bu yalanlardan tiksinçlik duyabilir. Söylenmiş olan bu yalan veya yalanlarla iktidara gelmiş olan kişi yukarıda bahsedilen Diogenes’in davranışlarının neden ayıp olduğuna dair belirtilen tüm özellikleri taşımaktadır.
   1-Yalan söyleyerek dikkat çekmezlik ilkesini çiğnemiştir.
   2- Yalan söyleyerek iktidara gelmiş ve yalan söylemediği için muhalefette olan bir parti mensubunda imrenmeye yol açma ihtimalini doğurmuştur.
  3- Yalan söyleyerek, doğruluğun karşısında tiksinç bir hale bürünmüştür.
   Japonya’da kamusal bir alanda ulu orta işemek normal bir durum olarak algılanır; fakat bir Japon’un kamusal alanda burnunu kaşıması (karıştırması değil) oldukça ayıplanan tiksinç bir davranıştır. Dolayısıyla başka bir milletten bir turistin Japonların bulunduğu bir kamusal alanda burnunu kaşıması turist için normal, Japon için tiksinçtir. Bu sepele iktidar partileri, muhalefet partilerinin sözlerini ve/veya muhalefet partileri iktidar partilerinin söylemleri hep miting alanında söylerler. Bu tiksindirme davranışı mitinglerde bulunan partizan kişilerin her zaman alkışlarıyla devam eder. Örneğin muhalefet liderinin yalan söylediğini bir miting alanında partizanlarına ileten bir iktidar partisi başkanı bunun tiksinç olduğunu haykırırken kendisinin hiç yalan söylemiş olup olmadığını hatırlamaz ya da hatırlarda bunu hatırlatmaz; çünkü hatırlatırsa partizanlarca bile desteklenecek yalan söyleme davranışının tiksinçliği kaybolacaktır.
   Bir kişinin çıplak olarak giyiniklerin dolu olduğu bir plaja gitmesi sapıklık olarak nitelenirken herkesin çıplak olduğu bir plaja giyinik birinin gitmesi zekâ yoksunluğu olarak tanımlanıyorsa söylemiş olduklarım daha net anlaşılır.
   Diogenes’in yapmış olduğu davranışı kendi evinde her zaman yapma potansiyeli olan birileri, Diogenes’in yapmış olduğunu kamusal alanda tiksinç bulur; fakat o tiksinç bulan kişi bahsedilen pazaryerinde herkesin mastürbasyon yaptığını görseydi mastürbasyon yapmadığı için kendisini kötü hissedebilecektir.
   Siyaset müessesinde de durum buna benzerdir. Hükümet yöneticileri kapalı kapılar (Bakanlar Kurulu Toplantısı) ardında tiksinç kararlar alabilirlerken iş daha büyük bir kamusal alana geldiğinde (Meclis) işlerini bu kadar tiksinç göstermeyebilirler. Aynı şekilde meclis içerisinde hükümetin kararlarını tiksinç olarak nitelendiren birisi, hükümet kanadına geçtiğinde kendisi de benzer tiksinç kararları alabilir.
   Bugün anayasa değişiklik paketine bakıldığında bu paketle ilgili tartışmalarında bu kapsamda değerlendirilmesi gerekiyor. 12 Eylül 1982 Anayasası’nı tiksinç bulanlar kapalı kapılar ardında daha tiksinç bir anayasa paketini kamusal alana sunabiliyorlar.
  Siyasetin bu aşamasında karşımıza başka bir ilke, kendine yeterlik, ilkesi çıkıyor. Diogenes kendine yeterlik düşüne o kadar bağlıydı ki başkalarının davranışı onu hiç etkilemiyordu. Kişinin kendi ihtiyaçlarını giderebilmesi ve belirli bir güce sahip olması kendine yeterlik ilkesinin belirtileridir ve bu ilke başkalarını önemsememeyi meydana getirir. Bu meydana geliş de bir uzlaşmazlığı beraberinde arz eder.
   Bugün anayasa değişiklik paketini ortaya çıkaranlar, genel seçimlerde elde ettikleri oy kapasitesiyle (güçle) kendine yeterlik rüyası içindedirler ve sınırsız bir uzlaşmazlıkla söz konusu paketi meclisten geçirmişlerdir.
   Dolayısıyla kendine yeterlik, kendindeliğin doğası gereği özel hayata vurgu yapar ve özel hayata yapmış olduğu bu vurgu toplumsalı eler. Yani kendine yeterlik Diogenes’de olduğu gibi eksiksiz bir utanmazlığı beraberinde getirir.
   Kendine yeterlik ve partizanca tavırlar ilerleyen siyasi süreçte apolitikliğin bir göstergesi haline dönüşebilir. Kendisinden başkasını umursamayan, yani bir uzlaşmazlık tavrında bulunan partizan birisi kendi partisinin dağılması sonrası ya siyaseti bırakır ya da dönek olur.
   Siyasiler, siyasi yaşamlarını ve/veya siyasi yaşam sonralarını tehlikede gördükleri an kendilerini sağlama alacak düzenlemeler yapma yoluna giderler. Yapmış oldukları bir yanlış varsa ve bu yanlışı da yargılayacak bir kurum mevcutsa bu kurumlarda değişiklik yapma ya da yargıyı ele geçirme sık görülen reflekstir.
   Yukarıda anlattığımız C. Jül Sezar hikâyesi de bunun canlı bir örneğidir. Konsül tarafından suçlu ilan edilen Sezar’a gerektiğinde ordusunu tarafından yakalanabileceği bildirilmişti. Sezar ise hatırlanacağı üzere ordusuna, ordu olmaktan daha büyük bir vaat vermiş ve kendi itibarını kurtarmak adına Rubikon nehrine kadar gelip Roma’ya iç savaş ilan etmişti. Sezar’ın haksız yere suçlanıp suçlanmadığı tartışılabilir; fakat bu tartışmaya girmek istemiyorum. Zaten bu tartışmaya girmek yazının amacını da aşar. Söylemek istediğimiz kişilerin kendi siyasi itibarlarını korumak adına bazı kurumlarda (bu ordu olur, bu yargı olur) yaptığı değişikliktir. Kısacası bir magistratus olan Sezar toplumun ortak faydasını korumak yerine kendi özel faydasını, itibarını düşünerek Roma’ya iç savaş başlatmıştır.
   Bugün anayasa değişiklik paketi iyi irdelenirse bazı kişilerin özel çıkarları, itibarları için bazı kurumlarda değişiklik yaptıkları hemen ortaya çıkar.
   Bazı hükümdarlıkların kaderi oldukça trajiktir. Bu hükümdarlıklardan biri de Roma’dır. Roma herkesi ilgilendiren yasaların açıkça tartışılıp halka anlatılması gerektiğini savunmuş ve bu savunması sebebiyle tarih sahnelerindeki yerini almıştır; fakat herkesçe anlaşılamayan Sezar’ı suçlu ilan etme yasasında halkına anlatamadığı durumlar sebebiyle, Sezar tarafından iç savaşa sürüklenmiştir. Dikkatleri çekmekte fayda olduğunu düşünmekteyim.
   Retorik ustası Augustinus kilisede gördüğü bir bayanı arzulaması sonrası Tanrı tarafından cezalandırıldığını düşünmekteydi. Hatta o kadar azap çekti ki kendisini kamusal alandan çekip tinsellik üzerine düşünmek için arkadaşlarıyla inzivaya çekildi. İnzivadan halkın arasına döndüğünde artık kendisinin içsel dünyasını daha iyi anladığını savundu. Tanrıyı sevmesi oranında kendisini daha iyi tanımladığını savunan Augustinus, kendi içseline başkaları tarafından erişimin sınırlı, çoğu yerde de imkânsız olduğunu dile getirdi. Merak ediyoruz; Augustinus’u bu kadar vicdan azabına iten kiliseyi dört duvar haline getiren beton yığınları mıydı? Augustinus, Diogenes gibi bir pazaryerinde gördüğü bayana derin bir arzuyla yaklaşsaydı acaba tinsel hayata yönelmek için bu kadar istekli olur muydu?
   Bence hayır.
   Kişilerin özel hayatlarını ilgilendirmesi gereken Tanrı ile kul arasındaki bir ilişkinin kamusal alanda daha serbest yaşandığını herhalde ki bahsi geçen hikâye daha iyi anlatıyor. Tanrı ile kulun birbirine daha yakın hissedildiği bir kilise ortamında yaşanan arzu patlaması Augustinus’un özel dünyasına daha çok vurgu yapıyor; fakat aynı olay bir pazaryerinde olsaydı belki de Augustinus Tanrı’dan bu kadar çekinmeyecekti. Diogenes mastürbasyonunu pazaryerinde değil de kilisede gerçekleştirseydi belki o da Augustinus gibi inzivaya çekilebilecekti.
   Dolayısıyla kamusal alan tinsellik bağlamında özel alana göre daha bir kendini rahat hissettirir. Bir camiinin içinde kendisini biraz Müslüman gören biri hiçbir küfür etmez; fakat camii dışında belki de camiinin karşısında istediği küfrü ağzına almaktan çekinmez. Bugün birçok siyasetçi camii çıkışlarında rakip siyasetçiye haksız eleştiriler, küfürler etmiyor mu, bu tavır camii içinde gösterilebilir mi?
   Siyasilerin birbirlerine o kadar laf söyledikten sonra buluşmalarında ellerin sıkılıp iltifatların edilmesinde de durum budur; çünkü iş daha özel bir alana, kapılı kapılar ardına çekilmiştir.
   Bugün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını muazzam bir kamusal alan beklemekte: “referandum”
   Kamusal alanın demokratikleştirilmesi için, yani kamu yararına oluşturulmuş referandum mekanizmasında halk ya kendi ortak faydasını koruyacak ya da yukarıda anlatıldığı üzere birilerinin özel faydalarını korumayı seçecektir.
   Partizanlara sözümüz yok, zaten baştan yanıldılar. Onları bir apolitiklik ya da döneklik bekliyor; fakat yazımın en başında söylediğim gibi nerede olduklarını bilmeyen partizanlar nerede olduklarını doğru tanımlayamıyorlar. Geçmişi iyi irdelemiyor, günü yaşıyor, geleceği şekillendirmekten uzak kaçıyorlar.
   Geçmiş konusunda inandıkları ise partizanca bağlı oldukları siyasi partinin ileri gelenleri; fakat siyasi ileri gelenlerin bildikleri de ortada. Atatürk’e ikide bir laf eden, Dersim konusunda siyasi tarih bilgisizliğini gözler önüne seren birinden geçmişin bilgiçliği alınıp geleceğe yön verilmeye çalışılıyor. 12 Eylül darbecilerini yargılamak sevdasıyla çıkılan yolda amacın daha çok kendisini kurtarmak olduğu anlaşılamıyor. Sezar kendisinden önce, kendisi gibi cezalandırılmışların kaçının derdini anladı burası bilinmiyor; ama tarihin ihtimalleri oldukça düşük. Herkes özel olarak kendisini kurtarmanın telaşını yaşıyor. Dolayısıyla bu bilgisizlik bir dikkat çekmezlik ilkesinin yıkılması anlamına geliyor ve yukarıda da belirttiğim üzere yalanlarla birlikte bir ayıba dönüşüyor.
   Sezar ise bir yasaklı olmak yüzünden sözde kamusalı kurtarmak adına bugünkü İtalya’da bir iç savaş çıkartıyor.
   Augustinus ise günahlarını sevaba dönüştürmek ve kendisini daha iyi tanımak adına Tanrı’ya daha fazla yakınlığı seçiyor.
   Bize ise kalın puntoyla yazdığım son üç kelime kalıyor: “Ayıp, yasak, günah
   Okumanızdaki sabra teşekkür ediyorum.
   Saygılarımla…
 
Gokhan.Dag@PolitikaDergisi.com
Telefon: 0555 557 0000
 
 
 

 

 

Yorumlar

lütfen sabırla, bir kitap gibi okuyunuz.

değerli politika dergisi okurlarına, samimiyetle öneriyorum. makale'nin uzunluğundan dolayı sabır göstermenizi,bir kaç günde de olsa mutlaka okumanızı tavsiye ediyorum. bilgi insanı değiştirir !. sayın gökhan DAĞ'ın emekleri için ve değerli vaktini harcadığı için teşekkürler.

bilgi tabiki insanı

bilgi tabiki insanı değiştirir,ama özgür bilgi.bir merkeze çakılmlş merkezkaç daireden kurtulmak şartıyla.............

sabrımın karşılığını aldım.

ve okurken haz duyduğum, tarihten kesitler sunan bir makaleyi ilgiyle okudum.
insanlık tarihinde çok önemli yeri olan ve örnekleri ile halen anılan roma imparatorluğunun siyasi yapısını ve tarihe geçmiş olaylarınıda bilgilenerek okudum.
ve en çokda referandum öncesi kararsız veya yanlış karar verebilecek toplumun ilgiyle okuması gereken bir makale.

türkiye cumhuriyeti ise en az roma imparatorluğu kadar köklü ve insanlık tarihinde çok önemli yere sahip olan, ayrıca siyasi tarihi ve coğrafi konumu nedeniyle dünyanın en önemli ülkelerinin başında geliyor.
okumuş olduğum makalede günümüz ve önümüzdeki kritik günler gerçektende çok başarılı izah edilmiş.
bunun dışında iktidar'ın almış olduğu referandum kararı ve bu güne kadar almış olduğu her karar ,ülkenin yararına olsun,olmasın;
tarihte eşi benzeri görülmemiş bir şekilde dış güçler tarafından verilmektedir.
benim kanaatim iktidarın almış olduğu anayasayı değiştirme kararı iktidar koltuğunda oturanların kendilerini sağlama almalarından öte,aynı şekilde ülkenin bölünmesini,cumhuriyet sisteminin değiştirilmesi ve bu planı bilerek mücadele eden önündeki her kurum'u ve kamu görevlisini hatta,işadamını,vede gazetecisini adeta yok etme hamlesi olarakta görülmelidir. başkalarına teşebbüs edecekleri halde başlarına bunların geleceğini gösterme şeklindede algılanabilir.

gazi mustafa kemal'in gençliğe hitabesinde verdiği mesajda hayranlık uyandıracak şekilde günümüz iktidarını,kararlarını
ve dış güçler tarafından kapalı kapılar ardından nasıl yönlendirildiğini gözler önüne sermektedir.

''İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.''

evet gerçektende bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili gibi davranıyorlar !.

Kamusal Şeyler, Özel Şeyler Kitabından yapılmış olan alıntılarla birlikte ,roma imparatorluğunu bırakalım tarihte hiç bir devlet böylesi kuşatma altına alınmadı ve özel alanına bile böylesine tecavüzüne yeltenilmedi.
ülkemizin aydınlığa ve tam bağımsızlığına kavuşması ümidim ve saygılarımla..

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.