“Mahalle Baskısı” ve Kadınca Bir Yazı

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Ceren YALDIZ

   Geçtiğimiz günlerde, Siyaset Meydanı’nda çok özel konuklar vardı yine, ekranlarda. Açık yürekliliğiyle, kalemiyle, sözüyle, modern zamanların en kadın yazarlarından Ece Temelkuran ve türban mücadelesinin en ön saflarında yıllardır görmeye alıştığımız edebiyatçı Sibel Erarslan konuktu programa. Çok ilginç bir program olacağı başından belliydi ve gece saat 3’lere vurana kadar, mıhlanmışçasına, ekran başından kopamadım. Bir kere; bu iki farklı mücadele kadınını  “İslam ve kadın” temasında birleştirmeyi, uzlaştırmayı amaç edinen bir program vardı; ama beklendiği gibi olmadı. Elbette, iki farklı mücadele kadınının hiç bir sorun yokmuşçasına uzlaşması da beklenemezdi. Çok doğru bir minval üzerinde; önlerinde yazdıkları, düşündükleri, yürüdükleri farklı yollar olan iki kadın da tartışarak mücadele ettiler.

   Ancak tartışmanın en kritik sorusu şu yöndeydi: Sibel "Hanım" (kendisini “kadın” olarak değil, “hanım” olarak tarif ediyor), türbanlı kızların toplum tarafından bir terörist gibi algılandığından dem vurdu program boyunca; ama Ece Temelkuran, Sibel Hanım’ın rahatlıkla gezdiği sokakların kendisine kapalı olduğunu söyledi. Bu realite karşısında ürpermemek elde değil. Gerçekten, Temelkuran özelinde, kendini sıkıca kapatmamış tüm kadınlara İstanbul'un, Ankara'nın arka sokaklarından geçme hakkı yoktu. Buna ister “mahalle baskısı” deyin, isterseniz (çok da safiyane bir tabirle) “kendini koruma iç güdüsü”; bu tam da günümüzün iz düşümü bir vaka.

   Giderek erkekleşen bir dünyada, erkeklerin tacizkar bakışlarına 3 metrelik bir kumaşı kalkan yapmayı anlayabilmem olanaklı değil. Kendini saklamayı, koşulsuz bir teslimiyet ve pasiflik olarak görüyorum. Bunu saygısızlık olarak algılamayın. Aksine; onu olduğu gibi kabul ediyorum, kendimi de bu sorunun bir parçası olarak görüyorum ki eleştirebiliyorum. Bu tacizkarlığın karşısında giderek örtünen kadınlar, erkeklere taciz etme cüretini ve meşruluğunu kendi elleriyle veriyorlar. Toplumsal baskının ana dinamiği de bundan ibarettir. Bu sorun, kendini bir şekilde erkekçe bakışlardan kurtarmakla, kendini kutsal göstermekle çözümlenemez ki daha da derinleştirir. Diğer bir sorun ise erkeklerin yalnızca ilkel benlikleriyle hareket eden sapık mahluklar olarak algılanmasındaki yanlışlık: Kadının saç telinden bile tahrik olacak kadar sapık. Hakikat, elbette böyle değildir. Kadın ve erkek arasındaki ilişki, sadece kadın bedeni üzerine kurgulanmamalı. Sosyal hayattaki her alanda, kadına ve erkeğe, ikisine birden ihtiyaç duyulur. Kadının, kendine biçtiği rolde bir sakatlık var, bence. Erkeklerin zaafını okşayan bir obje değiliz, hiç birimiz; toplumsal hayatta emeğimizle var olma mücadelesi veren insanlarız. Onun içindir ki Humeyni’nin değil, kendi memleketimin coğrafyasında yaşamak istiyorum. Olduğum gibi kabul görmek, saygı duyulmak istiyorum. Beni bu yazıyı yazmaya iten güdü de bir travmadan ibarettir. Kendimi savunmaya çalışmıyorum, sadece seni senin sözlerinle anlamaya çalışıyorum.

   Elbette, taciz, herkesi ettiği kadar beni de son derece rahatsız eden bir olgu. Okulda, işte, sokakta, parkta; yani sosyal hayatın her alanında taciz ediliyoruz. Edilmeyen kadın da yoktur; ama kendini diğerlerinden farklı bir kutsallıkla soyutlaman, diğerlerini “ötekileştirmen”; kendini korurken toplumu muhafazakarlaştırmaktan öteye gidemez. Bu dinamiklerden sen de kendine düşen rahatsızlığı almalı, sorumluluğunu bilmelisin. Sen “hanım” olurken, dünyada olup biteni görebilmelisin. Bilmem kaç bin dolara baş örtüsü satın alırken, modernizmin esintisi bile geçmeyen sokaklarda kızlar evlere kapatıldığında, zorla evlendirildiğinde, parası olmadığı için okula gidemediğinde de sesin gür çıkabilmeli. Eğer dünyada olup bitene bir de bu minvalden bakarsan, çok daha net görebilirsin olup biteni.  Tahammülsüzlüğün, merhametsizliğin alıp başını gittiğinde bile; kadınların siyasal süreçlerin nesneleştirdiği simgeler olmasına direnebilmelisin. Toplumsal tabanın iki eşit kanadından biri olmayı istemeliyiz, kadınlar ve erkekler olarak.

   Dediğim gibi, ben seni, senin sözlerinle tanımaya çalışıyorum. Anlamak için dinlemeye çalışıyorum ve seni içindeki doğurganlıkla, yaratıcılığınla seviyorum. Sen de beni anlamaya çalışmalı ve bunun için dinlemelisin. Beni olduğum gibi sevebilmelisin. Sokaklarda beraber yürüyebilmeliyiz. Sen meyve suyu içerken ben şarap içebilmeliyim; kimseden korkmadan ve hesap vermeden.  Ben elimden geleni yapıyorum; sıra sende, doğurganlığınla, merhametinle, sende sıra…

 

iletisim@politikadergisi.com

 

 

 

 

Bu yazı; Politika Dergisi, Sayı 8’de yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile orijinal sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 8’i indirmek için buraya tıklayınız. 

 

Yorumlar

türban meselesi ile ilgili

türban meselesi ile ilgili okuduğum en güzel yorum bence budur,bu nedenle tebrik ederim.bu ülkede doğan kadınlar bilirler ya da en azından dönem dönem hissederler odalara kapatılmışlığı,yoksayılmayı ve çaresiz görülmeyi...

Ne güzel sözdür o, inananların mutlak kelamı.

Leküm diniküm veliyedin !
Din diye kafasındakini dayatana;

Ne güzel sözdür o, inananların "mutlak" bellediği kelam.

"Senin dinin sana benim dinim bana" Anlayana...

türk kadını kendi düşüncelerini sorgulamalı.

akıllı ve ana yüreği taşıdığını, insancıl olduğunu bildiğim türk kadını,
özellikle örtünmenin din'in şartı olduğunu kabullenen ve buna şartlanan kadınlarımız; ve bunu kabul ettikçe
varlığını erkek egemen toplumun ayaklarının altına paspas ettiğinin farkına varmalı.
sanki akıllı değilmiş gibi,kendi aklı yokmuş gibi davranmamalı bu kesim..
kendisine dindar ! erkekler tarafından ezberletilen tesettürü sorgulamalı, gerçeği araştırmalı, ve karşısına çıkan en doğru gerçeği kabullenmeli.

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.