23 Mayıs, En Uzun Gece

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Ece ERDAĞ

    Ece ERDAĞ

 

“Neden böyle acılıyım 
Neden böyle ağrılı 
Neden niçin bu sokaklar böyle boş 
Niçin neden bu evler böyle dolu? 
Sokaklarla solur evler 
Sokaklarla atar nabzı 
Kentlerin 
Sokaksız kent 
Kentsiz ülke 
Kahkahanın yanı başı gözyaşı”

 

   Yürümeye yeni başlamış bir çocuk, iri gözlü bir çocuk, Ercan, koşuyor annesinin kollarına. Annesi, İfade Hanım, terzi İstanbul’da, zamanın şöhretlerinin sahne kostümlerini dikiyor Küçükyalı’daki atölyesinde. İfade Hanım’ın eşi Recep Bey, Romanya’dan göçme deri tüccarı ve ayakkabı ustası. Şimdilerde sanatını bırakmış, bir bakkal dükkânı açmış Küçükyalı’da. Bakkal dükkânı yetimhaneye çok yakın. Çocukları çok seviyor Recep Bey, gelen her çocuğa dut kurusu, erik kurusu ikram ediyor. İflasın eşiğine gelmesinin nedeni de bu, İfade Hanım öyle diyor. Abla Müjgân ve ortanca çocuk Mübeccel; dünya güzeli iki kızları bu ailenin…

   İstanbul’un o halini görmedim, ama içimde hissedebiliyorum leylak kokusunun deniz kokusuna karışmış halini. Ortalık sessiz sedasız, güneş sanki bir başka parlak, ağaçlar bir başka yeşil, insanlar bir başka güzel, deniz bir başka mavi… Derken, Küçükyalı Çamlık Gazinosu’nun burnundan yirmili yaşlarındaki çelik gibi delikanlı atlıyor denize. Bir süre suyun altındaki izdüşümü görülüyor, sonra kayboluyor suyun altındaki iz; aradan bir hayli zaman geçince İfade Hanım panikliyor, “kaç dakika geçti, oğlan çıkmadı suyun yüzeyine Recep” diyerek ayaklanıyor. Burna kadar ilerliyor. Ercan suyun yüzeyinde öylece duruyor, sırf annesini korkutmak için. Ölü gibi duruyor. İfade Hanım çığlığı basıyor, en yakındaki sandalyeye oturuyor, beti benzi atmış. Ercan, Çamlık Gazinosu’nun dik merdivenleri ikişer üçer atlayıp annesine yaklaşıyor, şımarıyor. Boynunda havlusu… 

   Boğaz kıyısında bir yalı, dalgalar çarpıyor üst kat balkonuna, Belgin henüz birkaç yaşında. Dayısının kucağından denize bakıyor.  Dayısının ismi Ercan, Almanya’ya gidecek; iş bulmuş. Veda etmeye gelmiş. Askeri okulu yarıda bırakmış, talihsizlikler yaşanmış, yanlış anlamalar, yargısız infazlar, oysa ne kadar çok istiyordu Ercan üniforma giymeyi… Ama gidecek Ercan, ablası Mübeccel’in gözleri yaşlı, acayip acayip tembihlerde bulunuyor, bugün bana neleri tembihliyorsa o gün de kardeşine aynı şeyleri tembihliyor. “Sakın üşütme” diyor, “miden kötü olursa nane limon kaynat”, “ayaklarını üşütme”, “bize mektup yaz”, “paranı çarçur etme, tutumlu ol”…

   İlk ayrılıkları değil belki ama o zamana kadar yaşanmış ayrılıkların en uzun olanı. Oysa Mübeccel çok bağlı Ercan’a. Küçük kardeşi değil de oğlu gibi seviyor Ercan’ı, hep elinden tutuyor. O kadar ki, Çorlu’daki fotoğrafçı ermeni adamcağızın bile dikkatini çekiyor bu bağlılık, ikisinin fotoğrafını çekiyor kara örtülerin altına girip de… Şimdi o fotoğraf Mübeccel’in salon çekmecesinde. Mübeccel ağlıyor. Bir süre daha ağlayacak, inkâr edecek, kabullenecek ve yasını tutacak, canı acıyacak, kendisi de biliyor.

   Ercan hayat telaşına kapılıyor, çocuklar, okullar, evler, 55 model Chevrolet’ler, İzmit’te dükkânlar, dünya klasikleri, dost meclisleri, İzmit Körfezi’nin temiz olduğu dönemler, sandallar ve çeşit çeşit balıklar, hayat su gibi akıp geçiyor…

   Oysa bu gece su gibi akıp geçmiyor… Bazıları için geçmek bilmiyor bu gece. Ercan’ın sevgilisi Neşe için mesela. Nefes alamadığını hissediyor belki de Neşe. O olmadan nefes alamadığını, belki ampute gibi hissediyor. Bir parçası eksik, onu ayakta tutan parçası; ancak o eksikliğe karşın muazzam bir ağrı var ortada. Bir yokluğun karşılığında böyle bir ağrı oluşu bile tuhaf bu gece onun için. Ya da Müjgân, ağlıyor telefonun ucunda, “ne kadar iyi olabilirim ki” diyor, ya da Mübeccel, hayattaki ilk sorumluluğunu yitirmiş. Ercan’ın öldüğü ana odaklanmış. İyi değil Mübeccel, bunu kaldırabilir mi, onu düşünüyor.

   Bu kahpe dünya için çok önemli biri olmayabilir Ercan, vatandaş Ercan. Vergisini zamanında ödeyen, ama hayatta istediği şeyleri “zamanında” alamayan adam. Alnı açılmış, gözleri eskisi gibi görmüyor. Nesil değişmiş, torunları olmuş, onlarla övünüyor. Ama aklı uzaklarda, aklı denizlerde hep.

   Küçük bir kız çocuğunun bir damlacık ömründe sahip olduğu ilk kırmızı ayakkabılar unutulmazdır ya hani, ilk rugan ayakkabılar, bilekten bağlı, aslında ayaklarını da acıtan o kırmızı ayakkabılar… O iki damlalık ömrün ikinci damlasını kutlarken kutu içinde gelen hediye, kırmızı rugan ayakkabılar. Havalara uçmalar, zıplamalar, şımarmalar… İlk kırmızı ayakkabılarımı, dahası ilk kırmızı ayakkabı kavramımı bana hediye eden kalbi kocaman adam yok bundan böyle. Ölümden sonra yaşama inanmayan biri olmanın acısı var içimde sadece. Belki inansam “diğer” dünyaya, umut ederdim, geri dönmeyecek olma gerçeğini bilsem bile umut ederdim ki, diğer tarafta da olsa birileri var.

   Saçma bir boşluk olacak şimdi, yeri dolmayacak bir boşluk. Fransızca sohbetler yetim kalacak, dünya klasiklerini konuşacak insanlardan biri daha eksilmiş olacak, gündemi etkileyen biyolojik gelişmeleri tartışacağım bir kişi daha... Almanya’nın sosyo-ekonomik durumunu öğrenmek daha da zorlaşacak. Hele ki balık yemekleri için süper tarifler, hangi balığın hangi mevsimde yenmesi ve avlanması gerektiği gibi bilgileri, araba kullanmanın incelikleri… Artık uzakta... Biliyorum… Belki de güzelliği burada. Yılda sadece iki üç kez gördüğüm birinin eksikliğini hissedecek olmak anlamlı. Biliyorum, garip bu, ama anlamlı. Bunu Ercan’ın çocukları ya da karısı asla kabul etmeyecek, belki de anlamayacak ama bu onların hayatları için de anlamlı bir boşluk olacak. Artık geceler biraz daha uzun olacak, ailenin toplandığı günlerdeki apansız suskunluklar biraz daha uzun olacak, çok çok çok nadiren rastlayacağım Cadillac’ları tarif edebileceğim bir kişi daha eksildi yeryüzünden.

   Hemen Nazım düşüyor aklıma:

  

   Ben senden önce ölmek isterim.
   Gidenin arkasından gelen
   Gideni bulacak mı zannediyorsun?
   Ben zannetmiyorum bunu.
   İyisi mi, beni yaktırırsın,
   Odanda ocağın üstüne korsun
   İçinde bir kavanozun.
   Kavanoz camdan olsun,
   Şeffaf, beyaz camdan olsun
   Ki içinde beni
görebilesin

   Fedakârlığımı anlıyorsun
   Vazgeçtim toprak olmaktan,
   Vazgeçtim çiçek olmaktan
   
Senin yanında kalabilmek için
.
   Ve toz oluyorum
   Yaşıyorum yanında senin.
   Sonra, sen de ölünce
   Kavanozuma gelirsin.
   Ve orada beraber yaşarız
   Külümün içinde külün
   Ta ki bir savruk gelin
   Yahut vefasız bir torun
   Bizi oradan atana kadar...
   Ama biz
   O zamana kadar
   O kadar
   Karışacağız ki birbirimize,
   A
tıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
   Yan yana düşecek.

   Toprağa beraber dalacağız.
   Ve bir gün yabani bir çiçek
   Bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
   Sapında muhakkak
   İki çiçek açacak :
   
biri sen

   biri de ben…

 

   Yürümeye yeni başlamış bir çocuk gibi çekingen adımlar atarak ilerliyor bir adam annesine doğru. Gözleri çok iyi görmediğinden durup gözlüklerini temizliyor, saçları kırlaşmış ve alnı açılmış, gerçi annesi de onu ayakta bekleyemeyecek kadar yaşlanmış tabii. Genç adamın Çamlık Gazinosu’nun burnundan denize daldığı yer, sahil yolu olmuş. İstanbul’un leylak kokularına karışan deniz kokusu da değişmiş, Almanya da değişmiş. Belki değişmeyen tek şey dünya klasiklerinin kitaplıktaki sıralanışı, bir de sevgilisi Neşe’nin gün geçtikçe azalmayan sevgisi. Yeryüzündeki en uzun gece 21 Aralık değil bu kez, 23 Mayıs… En azından bir avuç insan için…

   İfade Hanım kollarını açıyor, kucaklaşıyorlar…

 

iletisim@politikadergisi.com

 

 

[Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 15’te yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 15’i indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.