Ak Parti Hükümetinin Orta Doğu Politikası : “Yeni Osmanlıcılık mı? “İkinci Özalcılık mı?” “Konjonktür Gereği mi?”

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

İstisnasız tüm devlet ve hükümet başkanları için dış politikada elde edilen başarılar iç politikada konumlarını pekiştiren ve geleceklerini garanti altına alan, iktidardaki sürelerini uzatan, liderlik uygulamalarını genişleten değerli manevra alanları olagelmiştir.

Özal, Irak’a protestosunu ifade edebilmek amacıyla 1990 yılında Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapattığında Çiller, PKK’nın ABD yönetimi tarafından terör örgütü listesine alınmasını sağladığında, Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği anlaşması imzaladığında; Bülent Ecevit, Kıbrıs Barış Harekatı’nı gerçekleştirme cesaretini bulduğunda, Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesine vesile olduğunda; Erdoğan Davos Zirvesi’nde Perez’e haddini bildirdiğinde, üyeliğimizi askıya alıp duran Avrupa Birliği üyesi devletlere “müdana etmediğini” gösterdiğinde, İsrail’e resti çektiğinde ve şimdilik son olarak da Orta Doğu’daki “otoriter” rejimleri uzaklaştırmak için canını dişine taktığında, bu paralelde Orta Doğu sokaklarında “özgürlük güvercini” muamelesi gördüğünde ve tüm bu yaşanan süreçlerin hemen ardından dönemin tüm hükümet liderleri bizzat kendileri, ilave olarak da mensup bulundukları siyasi partileri Türk halkı tarafından tereddütsüz taltif edilmişlerdir.

Ak Parti hükümetinin Orta Doğu politikası hareketli başlamıştı. 11 Eylül olaylarının hemen ardından yaşanan Irak müdahalesi bağlamında Mart Tezkeresi’ni reddeden meclis, ABD’nin Irak’a düzenlediği operasyona bizzat katılmamış olsa da Saddam’ı uslanması yönünde ikna edebilmek için hemen tüm Orta Doğu devletlerini ziyaret etmiş ve çeşitli sulh konferanslarının Türkiye’de yapılmasını sağlamıştı. 2000’li yılların hemen başında, iktidara geldikten hemen sonra Ak Parti hükümetinin verdiği ikinci sınav, TBMM 7 Ekim 2003’te ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra Güvenlik Konseyi’nin kararıyla tesis edilen koalisyon güçlerine katılma ve bölgeye önemli miktarda kuvvet gönderme kararını alması, ancak bu kararın, bölge devletlerinin uyarıları ve baskıları neticesinde uygulanmaması olmuştur.

Her ne kadar Türkiye 1 Mart tezkeresini geçirmemiş ve 7 Ekim kararını uygulamamış da olsa, bir batılı gücün ve yandaşlarının büyük ölçüde fiili, küçük ölçekte ise dolaylı müdahaleleri ile bölgenin çatışmaya her daim hazır gerilimli ortamı kanırtılmış oldu. Örneğin, Kuzey Irak bağlamında Türkiye’nin 2007 yılına dek  Kürt Bölgesi’ne yaptığı operasyonlar ABD ve bölge Kürtleri nezdinde hep sorun yaratmıştır.  Kuzey Iark özelinde politik ortam  bu olumsuz hareketliliği yaşarken Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri ve Kuzey Irak ile olan olumlu ekonomik ilişkiler Türkiye’nin ekonomik büyümesine ciddi ölçüde katkı sağladı. Türkiye Orta Doğu devletlerinin yaşadığı her bir iç siyasal gerginlik ya da ekonomik sıkıntının ya da bir Batılı devletin direkt müdahalesi neticesinde maruz kaldığı her bir siyasal karmaşa ve ekonomik yaptırımın ardından hem ilgili devleti hem de ilgili devleti bu türden ekonomik ve siyasi baskıya sürükleyen ilgili dış gücü dengeleme politikası benimsemiş ve çift yönlü uzlaşı zemini hazırlamayı amaçlamış ve bunu da son Suriye örneğine dek gerçekleştirmeyi başarmıştır.

Örneğin; Irak’taki iç karışıklık ortamında Türkiye Şiiler, Sünniler ve aşiret liderleri ile eş zamanlı girişimlerde bulunmuştur. 2006 yılında İsrail’in Lübnan saldırısı ardından hem iç politikada uzlaşma sağlayabilmek hem de Lübnan’da bulunan BM güçlerine katkıda bulunabilmek için somut girişimde bulunmuştur. 2008’de İsrail’in Gazze saldırısı ardından uygulamaya konan Gazze ablukası bağlamında Mısır’ın Gazze sınırını açmada isteksiz olması Türkiye’nin Mısır’a tavır almasına ve Hamas’ı desteklemekten geri durmamasına neden olmuştur. Suriye ile yaşadığı sorundan kısa bir süre önce Türkiye Suriye ile İsrail arasında arabulucu misyon üstlenmek istediğini ifade etmiş, ancak İsrail’in olumsuz tavrı nedeniyle bu isteği gerçekleşmemiştir. Mart 2008-Kasım 2009 tarihleri arasında hem Irak merkezi hükümeti hem de Irak Bölgesel Kürt yönetimi ile ilişkiler, Talabani’nin Türkiye ziyareti ardından ise Davutoğlu’nun Erbil ziyareti neticesinde normalleşme göstermiştir. Yine son dönemde yaşanan Suriye gerginliğinin öncesinde İran ile hem diplomatik hem de ekonomik ilişkiler gayet ümit verici düzeylere ulaşmış, İran’a uygulanmakta olan uluslararası ekonomik ambargonun sürmesine rağmen Türkiye Batılı devletlerin tepkisini çekmeden İran ile ilişkilerini sürdürmeyi başarmıştır.

Hükümetin Orta Doğu politikası genelindeki en radikal sapma; Arap Baharı’nın  başlaması ile görülmüştür. Protestoların niteliği itibarıyla adını Prag Baharı’ndan alan Arap Baharı 18 Aralık 2010’da Tunus’ta bir protestocunun kendisini yakmasıyla başlamıştır. Benzer protestolar daha sonra Mısır, Yemen, Cezayir ve Ürdün’e de atlamıştır. Tunus’ta 23 yıl sonra Zeynel Abidin Bin Ali ve 30 yıl sonra Hüsnü Mübarek görevlerini bırakmak zorunda kalmış, 20 Ekim 2011’de Muammer Kaddafi isyancılar tarafından öldürülmüştür. Diğer tüm Orta Doğu ve Körfez ülkelerinde de benzer nitelikte fakat küçük çapta protesto gösterileri yaşanmış ancak Suriye özelinde olaylar bir türlü dinmemiştir. Ve hükümet iktidara geldiğinden bu yana ilk defa olarak Suriye’deki olaylar özelinde aldığı tavır neticesinde Orta Doğu politikasında oldukça farklı bir politika izlediğini göstermiştir. Hükümet Suriye’deki olaylarla ilişkili olarak 2002 yılından bu yana bir devleti ilgilendiren politik sorunlar karşısında çift taraflı olarak gözetmekte olduğu denge politikasından Suriye aleyhine ve uluslararası toplum leyhine vazgeçmiştir ve bu kararında da ısrarcı olacağını defalarca vurgulamıştır.

Kimi kesimlerce efelenme, cengaverlik, maceraperestlik kimi kesimlerce ise konjonktür gereği olarak nitelendirilen Ak Parti hükümetinin Orta Doğu’daki bu politik tavrı tüm yükselen muhalefete rağmen malesef efelenmekten ve efelenenden müthiş haz duyan, yine malesef cahil cesaretini yaşam biçimi haline getirmiş olan ve “hayır da şer de Allahtan” düsturu doğrultusunda yaşamayı şiar edinmiş olan ve tam da bu nedenle çok nadiren kendi sınırlı yaratıcılığı dahilinde ortaya çıkarabildiği maceraperestliğini monoton hayatının tek renk cümbüşü olarak niteleyen Türk halkı tarafından her zaman kutsanmış, bu tavrı sergilemekten imtina etmeyen liderler ise “delikanlı” ilan edilmiştir.

Tüm bu “delikanlılık” raconu çerçevesinde kimilerince “yeni Osmanlıcılık”, diğer bazıları tarafından da “İkinci Özalcılık” olarak nitelendirilen hükümetin Orta Doğu politikasının siyaseten ve ekonomik açılardan doğru/yerinde olup olmadığı ancak bu tavır sonlandıktan sonra tarihe geçecek somut siyasal ve ekonomik veriler dahilinde ve sonucunda belli olacaktır. Gerçekten uygulanan bu politikanın ardından, siyaseten Türkiye Orta Doğu genelinde, pek çok Orta Doğu ülkesi tarafından bir politik ve ekonomik cazibe merkezi, bir kilit ülke ve bir rol model olarak kabul edilmeye başlanırsa o zaman takdir ve teşekkürleri ifade etmekten gayrısı teferruat olacaktır. Aksi gelişme vukuunda ise hem politik hem de ekonomik saygınlığın zedelenmesi ve geri dönüşü mümküm olmayan sonuçlar bölgede Türkiye’yi kuşatacak ve bahse konu bölgede Türkiye’nin olası politik ve ekonomik hareket alanı oldukça kısıtlanacaktır.

Ancak, unutulmamalıdır ki sınır tanımayan devasa Hitler Nazizmi bir türlü törpülenemeyen şişik egosu yüzünden sonlanmış, Osmanlı İmparatorluğu kontrolsüz yayılmacılık nedeniyle küçülerek dağılmış, Turgut Özal “cengaverliği” ve “delikanlılığı” sonucunda Kuzey Irak’ta ve Orta Asya’da telafisi mümküm olmayan politik ve ekonomik kayıplara neden olmuştur. Temennimiz; tarihten ders çıkarılarak bu türden olumsuzluklara Türkiye’nin bir kez daha maruz bırakılmamasıdır.

 

 Doç Dr. Gamze GÜNGÖRMÜŞ KONA

gamze.kona@politikadergisi.com

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.