Arabesk, Fazıl Say, Recep Bey...

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

TBMM’nin cumhuriyeti ilan etmesindeki en büyük etken kesinlikle Mustafa Kemal Atatürk’tür. O, kararlı ve ısrarcı olmasa kimsenin cumhuriyet ilan etmeye niyeti bile yoktu. Mustafa Kemal’in cumhuriyet ilanındaki bu ısrarının nedeni, geleceğin halkların belirleyeceği demokratik yönetimlerle kurulabileceğine olan tam inancı idi. Günümüz dünyasına baktığımızda ne kadar haklı olduğunu görüyoruz. Milletlerin oluşturduğu ülkeler ile ümmetlerin oluşturduğu ülkeler arasındaki fark siyah ile beyaz gibi.

Beşyüz yıldır ümmet olarak yaşamaya alıştırılmış; bireysel duyguları yalan din (hurafe dini) ile sımsıkı sarılmış; padişaha, şeyhe, şıha, reise biat etmeye mecbur edilmiş; daha da kötüsü içinde mevcut çıkar ve talan düzenine taraftar birçok kişinin bulunduğu bu toplumu özgür düşünebilen, özgürce seçebilen bir toplum haline getirmek muhakkak ki en az İstiklal Savaşını kazanmak kadar zordu.

Ölümüne kadar Mustafa Kemal bu ideale ulaşmak için savaştı. Onun büyüklüğü, boyun eğme kültürüne sahip çıkarcıları, din bezirgânlarını saklanmaya sessiz kalmaya itti. Atatürk’ün ölümünden sonra hızla saklandıkları deliklerden çıkmaya, zehirlerini saçmaya başladılar.

1960 sonrası toplumu ümmetleştirmek eskiye döndürmek için yapılan çalışmaların ne kadar hızlandığını görüyoruz. Bu çalışmalardan biri de “Arabesk müzik”. İçimize yerleştirilmeye çalışılan, müzik olup olmadığı bile tartışılabilecek olan bu müziğin özünde ne var? Ağlama, yalvarma, ölüm. İşte bize kültür diye yutturulan şey bu. O dönemin Recep Beylerinin “hazmettire hazmettire” politikalarının bir ürünü de o idi. Öz olarak çalışmak yok, özgürlük yok, saygı yok. Sahip olma var, ait olma var, ağlama sızlanma var, ölüm var. Bunlar ümmet olmanın olmazsa olmaz ögeleridir. Hala laik bir yönetime sahip TRT, arabeski kapısından bile sokmamış, buna rağmen bu sözde müzik kültürü hızla yayılmıştır. Hangi desteklerin, hangi paraların, hangi kişilerin çabaları ile olduğu ortadadır.

Bu çabaların bizi nereye getirdiğini görmek için Recep Beyin söylemlerine bakmak yeterlidir. Kendi çocuğumuza bile “benim” derken, (Allah onu sadece benim kanalım ile dünyaya yolladı, nereden benim oluyor?) diye kendimizi azarlarken, Recep Beyin “benim bakanlar kurulum”, “benim partim”, benzeri sözlerle herkesi kendine ait bir ümmet gördüğüne şahit oluyoruz. Sigara ve içki konusunda getirdiği yasaklarda da aynı zihniyet söz konusudur. Yapılan uygulamalara bakıldığında halk sağlığının çok da umurlarında olduğu söylenemez. Ne düşünüyorsa o yapılacaktır. Kabul etmek istemeyenler Silivri’ye. “Seni sevmeyen ölsün, ölsün” şarkısı ile ne kadar örtüşüyor.

Bu hastalıklı yaşam biçimi günlük hayatımızı da esir almış (Sevdiği kız kendine yüz vermedi diye öldürüyor, Hâkime: ne yapayım çok sevdim diyor). İçimizdeki özgürlük duygusunu, saygıyı koparıp atan, hiç durmadan ağlayıp sızlanmamıza neden olan, sonra da birilerinin önünde baş eğen halimiz. Arabesk kültürün bizi getirip bıraktığı nokta bu. Tam da birilerinin istediği, düşlediği yer.

Fazıl Say, özellikle Klasik Batı Müziği dalında iyi bir yer edinmiş bir virtüöz. Kimsenin kendisine bir zarar veremeyeceğini düşünüyor olmalı ki, arabeske veryansın ediyor. Oysa bu çıkışı bu isyanı, bizim öz kültürümüz olan türkülerimizi seslendirenlerden duymak isterdik. Onlar arabeskçiler gibi alttan alttan desteklenmediklerinden sesleri çıkamıyor. Bu olamadığı gibi arabeskçilerin türkülerimizi de dönüştürerek yozlaştırmasına sistem destek çıkıyor.

Bütün benzer olaylar aslında Türk insanının hem kafasının çok karışık, hem de bir yol ayrımında olduğunu ve artık bir şekilde kararını vermesi gerektiğini gösteriyor. Ya birilerinin dizinin dibinde oturup el etek öpecek, onların layık görüp verdiğine şükür edeceğiz. Yani ümmet olmayı seçeceğiz ya da hür, bağımsız ama sorunlarımızla yüzleşmeyi, çalışıp onlardan kurtulmayı seçeceğiz. Yani halk olmayı seçeceğiz. Birey olmayı seçeceğiz.

Yoksa arabesk kalıp salya sümük ağlaşalım mı? Ne dersiniz?

Cem.Tamturk@PolitikaDergisi.com

 

Yorumlar

ARAPIN EŞEĞİ MAKBULSE , ARAP HAVASI NİYE MAKBUL OLMASIN.

romen ve kasımpaşa havaları ,
kültürümüzün bir parçasıdır dedik.
amma velakin , şu arap havalarını anlayamadık.
arap hayranlığını anlayamadık.
arabın eşeği bile değerli oldu ülkemizde.

eşek mi yok sanki bizim memlekette.
dünyaca ünlü merzifon eşeğimiz var.
gel de bunu ülkemizdeki eşeklere anlat.
illaki arap eşeği olacak diyorlar.
arap havaları iyi satar diyorlar.

trt şeş kanalı yayına girmişti ya.
duyunca görünce , hepimiz şeş beş olmuştuk.
ülkemizde arap hayranlığı da var.
izlenme oranları çok yüksek tahmin ediliyor.
nerede arap havaları izlenecek.
çözümü aradılar buldular.
dokuz sekizlik bir kanal buldular.
arap havaları , arap şarkıları çalınıp izlenmesi için.
trt arap kanalı , birden yayına soktular.

benim için hava hoş
ben ağır takılıyorum.
tiridinr tiridine tiridine banıyorum.
manda yuva yapmış söğüt dalına , ana bakıyorum.

arap havalarını , tepe tepe çalsınlar oynasınlar.
anladıkları en iyi şey , dokuz sekizlik oyunlar.
işleri güçleri , göbek havaları.
oynamaya devam etsinler.
ceketler bele takaraktan.
yandan yandan , kıvırta kıvırta.
geniş geniş , çalkalayıp , kalçadan atsınlar.
birazda , omuzdan atıp tutsunlar.
yere çöküp diz çökmeli diz.
gömleğin kolunu kıvırtıp , çiti yapsınlar çiti.

____(üçbeş_köyün_tiriviri_yazarı)________DÜMBELEKÇİ_KUBİ

Fazıl Say, geçtiğimiz ay,

Fazıl Say, geçtiğimiz ay, internet üzerinden, sonrasında çok konuşulan şu sözleri sarf etmişti: “Arabesk müzik, arabesk yaşam tarzının betimlemesidir. Aydınlığın, çağdaşlığın ve öncülüğün, sanatçılığın sırtına külfettir. Emek karşıtıdır, duyarsızlıktır ve yaratamamaktır! Etik dışı ‘yalan dolanla’ doludur. Ortadoğu işi, 3. sınıf, acındırmaca, tembellik, yeteneksizlik, rant, çamur, muallaklıklar üzerinden yaşar. Arabesk müziği yapan yapsın! Bu sayfaya tek gık diyeni yukarıdaki sebeplerden hemen atacağım! Türk halkının arabesk yavşaklığından utanıyorum, utanıyorum, utanıyorum” Patron gazetelerindeki köşecilerin, konuya dair ne düşündüğü, ne yazdığı, hiç önemli değil. “Arabesk müzik yaptığını söyleyen”, ama kendilerine yarım dakika bile katlanmanın çok güç olduğu dandik şarkıcıların Fazıl’a ne cevap verdiği de, yine, bizim için önemsiz. Biz, bu yazıda, bizatihi, sözlerin kendisi ile ilgileneceğiz.

 

Evvela belirtelim, müzikal açıdan, hangi tür daha çok emek ister, hangisini icra etmek daha zordur; bunlar elbette, müzisyenlerin muhatabı olduğu sorular. Fakat Fazıl’ın, “arabesk müzik, arabesk yaşam tarzının betimlemesidir” tespitine ise, katılmamak elde değil. Say’ın, bu işlerden (toplumsal-siyasi belirleyicilik) anladığını hiç sanmıyorum ama, evet, hangi müzik türü olursa olsun, bu, yaşam tarzının doğal ve dolaylı sonucu olarak ortaya çıkar. Eh, kafasını kuma gömmeyen herkes de gayet iyi bilir ki, biz, toplum olarak, arabesk bir yaşam tarzına sahibiz. Doğu’da yaşıyoruz ve ülkemizin küçük bir bölgesi Avrupa’da diye, bu Doğuluktan kurtulmuş olmuyoruz. Yani, “Ortadoğu işi” müzik dinlememiz, hiç de yadırganacak bir şey değil. Fakat, sanatçının arabeske dair kullandığı diğer sıfatları göz önünde bulundurduğumuzda; -etik dışı, acındırmacı, 3. sınıf- bunları Ortadoğululukla özdeş gördüğünü, ve asıl tiksindiği şeyin de, arabeskten ziyade, bu halkın, istediği ölçüde bir Batılı toplum olamaması olduğunu rahatlıkla anlıyoruz. Biz, Batılılık deyince akla gelen olumlu özelliklere elbette karşı değiliz; fakat Say’ın kafasındakinin, akşamları operaya giden, her konuda konuşma yetisine sahip, kırmızı şarapsız sofraya oturmayan bireylerden müteşekkil bir toplum olduğunu anlamakta zorlanmıyoruz. Çetin Altan gibi bir müptezel solcunun da, yıllardır dile getirdiği bu “tatlı hayal”e uymayan halkımız, arabesk bir yavşaklık içerisinde, öyle diyor “büyük müzisyen”.

 

(“Bir gün bu kaderimin, bu talihimin/ Canına okuyacağım, canına okuyacağım/ Kırıp aşk zincirini söküp kalbimden/ Özgürlüğe koşacağım, sensizliğe koşacağım”)

 

Arabeskin acındırmaca, tembellik içerdiğini de söylemiş sanatçı. Ekleyelim, arabesk kadercidir, isyanı yok eder, tevekküle sevk eder… Öyle söylenir hep. Özellikle de solcular bu savı sıklıkla dile getirirler. Peki ya bunu söyleyenler, hiç düşünmüşler midir acaba; arabeskin en hızlı yükselme dönemi olan 70’ler, aynı zamanda, nasıl olmuş da devrimci hareketin ve sendikal mücadelenin en güçlü olduğu yıllar haline gelmiştir? Yanlış anlaşılmasın, arabesk burada elbette itici güç değildir, ama engelleyici bir misyonu da olmamıştır. Yukarıda bir belirleyicilikten bahsettik, o dönemin toplumsal koşulları, kendi kültürünü de yaratmış, örneğin halk müziğini sol mücadele ile birlikte yeniden popülerleştirmiştir. Yine, pop müziğin temelleri de o dönemde atılmıştır. Ama arabesk de, bunlarla birlikte var olmuş, kitlelerce sahiplenilmiştir. Yani herkes, toplumun ilgili kesimleri, ayrı ayrı, kendi yaşamına tekabül eden müziği seçmiş ve dinlemiştir. Tekrar edelim, müzik, mevcut koşullardan etkilenir, oluşur; sonra da, o koşulların etkilediği insanlarca benimsenir. “Her müzik türü, toplumun bütününde var olan çelişkilerin ve gerginliklerin izini taşır.” (Adorno)  

 

(“İtirazım var bu zalim kadere/ İtirazım var bu sonsuz kedere/ Feleğin cilvesine/ Hayatın sillesine/ Dertlerin cümlesine/ İtirazım var… Ben hep yenilmeye mahkûm muyum?/ Ben hep ezilmeye mecbur muyum?/ İtirazım var bu yalan dolana.”)

  

Arabesk müziğin, tam olarak, 60’lı yılların sonundan itibaren, 70’ler boyunca, ülkemizde çok dinlendiğini ve arabeski yapanlarında da dinleyenlerin de o dönemki koşullarından etkilendiğini söyledik. Peki, kimdi bu arabeskçiler?.. Demokrat Parti döneminden başlayarak, köylerinden şehre göç eden, şehirlerdeki insanlarla uyum sağlayamayan, şehirlerin kenar mahallelerinde, ne köylü ne şehirli olarak, araya sıkışan emekçilerin; yoksulluklarını, dışlanmışlıklarını, özlemlerini, zor aşklarını anlatan bu müziği, tüm yaşam felsefesi ile beraber, sahiplenmesi acaba bir tesadüf mü? Evet, bugün yavşaklıkla özdeş görülen arabesk, “taban”ın, yani sömürülenlerin ilgisi ile var oldu. Ya ne olacaktı?.. Kenar mahalle delikanlıları, “Bim bam bom, çatlasın düşmanlar” şarkısını mı dinleyeceklerdi; yoksa, AKM’de bale mi izleyeceklerdi? Elbette ki Orhan Gencebay’ı seçeceklerdi!..

 

(“Hepimizin hayatı iki kelime/ Bir varmış bir yokmuş şu âlemde/ Bir gün sana doymadan göçüp gidersem eğer/ Son nefeste adın dilimde/ Her şey sende başlar, seninle biter/ Sevilmek ümidi sevmekten beter.”)

 

12 Eylül’ün ardından, bizim çocuk olarak tanık olduğumuz dönemde, popçular birer ikişer piyasaya sürülür, yeni bir genç tipi ortaya çıkarılırken; “arabesk müzik icra edenler” de, bu “star”lık işlerine falan merak sarıp, aynen diğerleri gibi, “imaj”, “lifestyle” kültürü ile, bolca paralar kazanmanın derdine düştüler. İsimlerini zikretmeye bile gerek yok, bugün, arabeskçi-türkücü diye takdim edilenlerin, halka sunacakları, halktan alıp ürettikleri hiçbir şey yok elbette. Onların ne eskisi gibi halkla, isyanla, duyguyla bir işleri var ne de ülkeyle, memleketle; o yüzden, bu tartışmalarda, arabeskçi sıfatıyla Fazıl’a cevap yetiştirmeye çalışanlar, hiç mi hiç, bizi ilgilendirmiyor.

 

İşin sosyolojik, kültürel boyutu, elbette ki çok daha geniş ve çok da fazla emek istiyor. Bu yazıda, bunu elbette ki yapamayız. Fakat, buna dair, son yıllarda, önemli çalışmaların olduğunu biliyoruz. Ama kısa da olsa, sanıyorum, derdimizi anlattık, geçiyoruz. Bu arada, bu müziğin bu yönleri bir yana, kalitesi tartışılabilir, ki, Fazıl veya bir başkası bunu yapsaydı, zaten hiçbir sorun olmayacaktı. Ünlü olmadan evvel, komünistim diye ortalarda dolanan, sonra parayı vurunca, Abdullah Gül’ün düğün şarkıcısı olan Kıraç da, bir zamanlar buna benzer şeyler söylemiş, adamakıllı bir tepki de almamıştı. Ancak bu konuda da, ikiyüzlülük yapılacağından hiç şüpheniz olmasın. Şöyle ki, 2004’te, Yıldız Tilbe’nin bir şarkısının, ilk altı mısrasının, Nazım’ın bir şiirinden alıntı olduğu ortaya çıkmıştı. Bu olay olmasaydı, yani, Tilbe yakalanmasaydı, birçok insan dudak bükecek, değersiz bulacaktı bu şarkıyı. Zira, Yıldız, pop-arabesk karışımı bir türde şarkı söylüyordu. Ama aynı kişiler, özellikle de solcular, aynı satırları Nazım’dan okuduğunda, çok çok beğenecek, hayran olacaklardı onun şiir yeteneğine. Evet, aynen böyle olacaktı, yazık!..

 

(“Ben mi yarattım, ben mi yarattım/ Derdi ızdırabı, ben mi yarattım/ Günah zevk olmuşsa, vefa yorulmuşsa/ Düzen bozulmuşsa, ben mi yarattım.”)

 

Söz açılmışken, solcuların tavrı ne olmalı bu konuda? Sağdan soldan duydukları, yarım yamalak iddiaları dile getirmenin dışında, ne düşünürler acaba? Arabeskin, ‘80 öncesindeki naif ve muhalif yapısından kaynaklı, yasaklandığını bilirler mi mesela? Ya da Gencebay’ın neden “Batsın bu dünya” dediğini?.. Hiç sanmıyorum. Ama, en azından da, anlamak istemedikleri şeyler hakkında, yorum yapmasalar iyi olur. Zira, komik duruma düşüyorlar. Örnek olsun, adının içinde komünist sözcüğü geçen bir partinin “önde gelen kişisi”, “pabucumun arabeski” deyip geçebiliyor. Partisi ve partilileri adına, istediği şeyi söyleyebilen bu şahıs, AKP’ye kızıp ülkesini terk edebileceğini ilan eden, burada kalıp mücadele etmeyi gözü yemeyen Fazıl Say’la aynı yerde durmaktan, acaba hiç rahatsız olmuyor mu? Yanlış anlaşılmasın, kimse arabesk dinlemek zorunda değil, kimse arabeske sahip çıkmak zorunda da değil, hatta, biz sosyalistler, bu arabesk mevzuunu, çoktan tartışıp aşmış olmalıydık; ancak, şu ana kadar anlatmaya çalıştığımız bu toplumsal olguyu, bir solcu, “pabuç” lafıyla mı değerlendirir? Herkes, evinde kanyak içip klasik müzik dinlemek istemeyebilir, en azından, bunu bilmelerinde yarar var.

 

Son olarak, şu “yavşaklık” meselesine de değinelim. Kim, niye yavşak oluyor? Memleketteki tek sorun, arabesk mi? Siyasete duyarsız kalmayan solcu sanatçı imgesi yaratmak için, böyle saçmalamaya ne gerek var? Buyurun, Ahmet Altan yavşaktır, deyin de görelim! Ama, kolay iş bu memlekette halka sövmek, değil mi? Bu Fazıl denen kişi, hatırlanacağı üzere, geçtiğimiz yıllarda, Hande Ataizi ile, birkaç ay beraber olmuştu. “Aşk”larını, şöyle tarif ediyordu Say, bir röportajda: “Altı yaşında, iki şımarık çocuk gibiyiz. Benim de buna çok ihtiyacım vardı. Önemli olan insanların ne dediğine bakmamak. Yurtdışındayken o kadar özgürüz ki. Türkiye’deyken de özgür olmak istiyoruz. Biraz dağıtalım ortalığı. Hande beni bazı açılarda çok açtı. Ruhumu açtı. Şimdi gerçekten içimde başka bir ben var yani.” Hem, bu Hande Ataizi, “aşk”larından evvel, yaşam felsefesinin, bol bol seyahat etmek ve bol bol seks yapmak olduğunu söylemiş, bir gazeteye. Aşk olsun doğrusu, bu kadar uyumlu bir çift de olamazdı! Nasılsa Fazıl, yılda 120 konser verip, dünyanın dört bir yanına gidiyordu, seyahat kısmı tamamdı yani. Geriye, bir tek seks kısmı kalıyor ki, o da artık… Vay arkadaş diyesi geliyor insanın; vay arkadaş!.. Sen, yaşam felsefesi seks olan bir kadınla dakikada sevgili ol,  gez toz, dağıt, şımar ama yavşak olma; sevdiği kızı görünce eli ayağı titreyen, konuşamayan bir delikanlı akşam, “Bir kulunu çok sevdim/ O beni hiç sevmiyor” şarkısı eşliğinde ucuz şarap içtiği, geçici olarak hayata küstüğü için yavşak olsun! Ah, Ahmet Kaya yaşasaydı da, bir şarkıyla haddini bildirseydi, şu “sanat sevicileri”ne, Fazıl ve onu savunan bitlere!

 

(“Gam yemezdim sevgilim aşkın ile ölürsem/ Yine seni severdim şu dünyaya gelirsem/ Bir gün eğer gözlerinde başka hayal görürsem/ Ben o zaman sevgilim ben o zaman ben o zaman ölürüm”)

 

Evet, peşinen söyleyeyim, bu yazı, arabesk bir yazıdır! Zaten anlatmak istediğimiz de bu; biz derdimizi böyle dile getirir, böyle âşık oluruz, sevgiliyle böyle konuşuruz. Çağan Irmak’ın Issız Adam filmindeki karakterler değiliz ki biz! Devletin, hükümetin, okulun, polisin, yârin ettiklerine karşı kimimiz şikâyet eder, kimimiz isyan ederiz; ama, her halükarda, bu arabeskliği taşırız biz. Bundan asla utanmıyoruz. Hem düşünün, dünyanın neresinde, olaylı bir mitingde, eline geçirdiği taşı bir dükkâna atarken, “İşsizim ulan, Allahsız kapitalistler!” diyen eylemci bulabilirsiniz? Burası bizim, “yalnız ve güzel ülkemiz”, unutmayın!

 

(“Yılların günahı kaderde mi kalacak/ Elbet bir gün insanlık/ Sizden hesap soracak”)

 

Alper Erdik

7 Ağustos 2010

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.