Atatürkçü Cumhuriyet Rejimi; Neden Bu Hallere Düştü? (II)

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

Kemalizm veya Atatürkçülük; insanlık tarihinin emperyalizme karşı ilk başarılı milli (ulusal) isyanını örgütleyen, emperyalist batılı devletlerin yarı sömürgesi durumuna düşmüş olan, çağının çok gerisinde kalmış teokratik Osmanlı İmparatorluğu’nun külleri üzerinde modern, aydınlanmacı, laik, akla, bilime ve hukuka dayanan demokratik yeni bir bağımsız ulus devlet kuran devrimci bir toplumsal harekettir. Atatürkçülük; sade siyasi olarak değil, yine Osmanlı’dan kendisine miras kalan kapitülasyonları kaldırıp, onun borçlarını da tamamen ödeyerek ve de hiç yoktan bir milli sanayi inşa ederek ekonomik olarak ta tam bağımsız bir ulus devlet yaratmıştır.

Fakat makalemizin birinci bölümünde ayrıntılı bir biçimde saptadığımız gibi, Atatürk’ün ölümünden sonra, özellikle son 11 yıllık AKP iktidarı döneminde pratik olarak Kemalizm veya Atatürkçülük; ruhu ve temel felsefesi, halk içinde yaşasa da, giderek devlet katında artık uygulanmamakta, “Askeri vesayetten ve statükodan kurtulma” yalanı ile Türkiye Cumhuriyeti yönetiminden tamamen tasfiye edilmektedir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin yeniden emperyalizme bağımlı hale düşmesi, Türk demokrasisinin yozlaşarak tamamen deforme olmasının bence iki temel nedeni vardır:

Kemalist devrimlerin demokratik ve köklü bir Toprak Reformu ile tamamlanamaması ve

Türkiye Cumhuriyeti’nin toplumsal sistem olarak sosyalizme yönelememesidir.

Ülkemizde olup bitenleri çok iyi kavrayabilmemiz için insanlık tarihinin yetiştirdiği en büyük devrimcilerden biri olan Mustafa Kemal Atatürk’ü çok iyi anlamamız gerekiyor. Özellikle Türkiye Cumhuriyetinin korunmasını, yaşatılıp geliştirmesini ve ilerletilmesini Atatürk’ün emanet ettiği gençlerimiz, onu çok iyi anlamalıdırlar!

Belki birçoğumuz şaşıracak ama bence Mustafa Kemal Atatürk’ün ruhu ve temel felsefesi, demokrasidir! Gerçi Mustafa Kemal Atatürk, teorik olarak söylemlerinde “Demokrasi” kavramını pek kullanmamıştır ama pratik olarak onun bütün devrim ve reformları; demokrasinin ülkemizde yerleşmesi için yapılan uygulamalardır. Mustafa Kemal Atatürk; egoist, güçlü, saldırgan ve şımarık emperyalist devletlere karşı ve onlarında bulunduğu bu dünyada zayıf olan ulusların da pekâlâ bağımsız, özgür, onurlu, uygar ve demokratik bir tarzda yaşayabileceğini bütün insanlığa kanıtlayan devrimci bir liderdir.

Yukarıdaki ifadeyi kullanırken Atatürk’ün ruhu ve temel felsefesinin demokrasi olduğu konusuna birçoğumuzun şaşırabileceğine işaret etmemin nedeni, toplumumuzda Atatürk düşmanları ve karşıtları tarafından sürekli iddia ve provoke edilen “Atatürk Diktatördü”(!) tartışmasının yanında; bizzat Atatürk’ün partisi olan CHP’nin Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu’nun dahi bu görüşü, açıkça beyan etmese de, paylaşmış olmasıdır.

Sanırım 26 Kasım 2013 Salı günü TBM Meclisindeki grup toplantısında Sayın Kılıçdaroğlu, “1946 yılında kurulan demokrasimiz”  mealinde bir cümle kurdu. Bu ifade de gösteriyor ki Sayın Kılıçdaroğlu’na göre de ülkemizde demokrasinin miladı, 1946 yılında çok partili rejime geçiştir ve dolayısı ile cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında yani bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhurbaşkanı olarak ülkemizi yönettiği yıllarda Türkiye’de demokrasi yoktur, yani diktatörlük vardır(!)

Kısaca, Sayın Kılıçdaroğlu da Atatürk’ün “Diktatör”(!) olduğu görüşünü üstü kapalı olarak paylaşmaktadır.

Konu açılmışken Sayın Kılıçdaroğlu’un demokrasi anlayışı ile ilgili bir iki satır yazmak isterim. Elbette Sayın Kılıçdaroğlu, ülkemizdeki demokrasiyi eleştirirken çok haklıdır.  Çünkü o da demokrasimizin bugünkü çarpık ve sakat durumunun 12 Eylül 1980 askeri darbesinin bir mirası olduğu görüşündedir. Bu nedenle Kılıçdaroğlu da demokrasimizin önce onarılması ve sonra da ilerleyebilmesi için öncelikle % 10 seçim barajının kaldırılması, Siyasi Partiler ve Seçim Yasalarının demokratik olarak yeniden düzenlenmesi vb. gibi bir takım reformlardan yanadır.

Fakat buna rağmen benim görüşüme göre Kılıçdaroğlu’nun demokrasi konusunda iki temel yanılgısı var: Kılıçdaroğlu,

Genel anlamda demokrasiyi çok partili sisteme indirgemektedir ve

Özel olarak ta Türkiye’deki demokrasinin deforme olmasının nedenlerinin, büyük ölçüde ülkemizin yeniden emperyalizme bağımlı ve ekonomik olarak bir toprak sorunu olan fakat sosyolojik ve ideolojik olarak ta dinci gericilik olan toprak ağalığı, aşiretçilik, cemaat ve tarikatçılığın etkilerinden olduğunu görememektedir.

Nasıl demokrasi; sadece demokrasilerde halkın egemenlik ve yönetim vekâletini devretme işlevi olan seçimlere indirgenemezse, aynı biçimde de demokrasi, sadece birden fazla demokrasinin örgütsel unsurları olan siyasi partilerin varlığını ifade eden çok partili sisteme de indirgenemez!  Elbette siyasi partiler, demokrasiyi uygulamanın önemli birer ögeleri ve örgütleridir. Fakat bir demokratik rejimde siyasi partilerin tekliği veya çokluğu o demokrasinin gerçek kalitesini, niteliğini belirleyen temel etken değildir. Genel olarak demokrasinin kalitesini belirleyen; siyasi partilerin sayısı değil, 1789 Fransız devriminin bütün insanlığa öğrettiği gibi,

Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik gibi temel değerlerin ve

Hukukun Üstünlüğü, Kuvvetler Ayrılığı, Kontrol, Saydamlık, Azınlık Haklarına Saygı ve Hoşgörü gibi demokrasinin temel ilkelerinin uygulanabilme derecesidir.

Eğer tek partili bir rejim;

Parti içi demokrasiyi yaşatıyorsa,

Vatandaşlarına siyasi yaşamda ifade, basın, örgütlenme vs. gibi her türlü siyasi özgürlükleri tam olarak tanıyorsa,

Yurttaşlarına seçme ve seçilme gibi siyasi hak eşitliği sağlamışsa,

Tartışmalar uygar, hoş görülü bir kardeşlik ortamında yapılıyorsa,

Devlet organları yetkilerinde ve görevlerinde görece bağımsız(kuvvetler ayrılığı), fakat birbirlerine saygılı bir biçimde işbirliği içindeyseler,

Kamuyu ilgilendire kararlar kamuoyunca takip edilebilecek biçimde saydamsa ve nihayet

Yetkili devlet kurum ve organları hukuken ve siyaseten yargı ve basın tarafından denetlenebiliyorsa bu rejim pekâlâ sapına kadar demokratiktir!

Yani çok partililik; ne demokrasinin bir koşuludur ne de onun temel içeriğidir!

Bu bağlamda Atatürk’ün yaşadığı cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki yönetim biçimi; tek partili rejim de olsa bana göre sapına kadar gerçek bir demokrasidir. Kaldı ki o dönem dünyada ve Türkiye’de demokrasi için siyasi koşullar olağanüstü çok kötüdür!  Bilindiği gibi, uluslararası siyasi konjonktür bakımından Avrupa’da Hitler, Mussolini, Franco vs. gibi faşist veya Stalin gibi sosyalist diktatörlükler söz sahibi idiler; Türkiye’de ise aşağı yukarı bin yıldır dini referansla yönetilen, yarı sömürge, geri bıraktırılmış, savaş yorgunu bir toplumsal enkaz vardır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimleri; anayasaca güvence altına alınan her türlü özgürlük, Atatürk milliyetçiliği,  laiklik, Kadın-Erkek eşitliği gibi ilkelerin temelinde eşitlik ve kardeşlik, cumhuriyetin ilk döneminin yönetim biçiminin temelini oluşturmuşlardır.  O dönemin koşullarında tek partili devrimci yönetim; hukukun üstünlüğüne uymuş, kuvvetler ayrılığını kısmen uygulamıştır. Bunun neresi diktatörlüktür? Evet, Atatürk ve CHP’nin tek parti yönetimi; bu dönemde henüz genç ve devrimci olan Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanlarına, yani emperyalizme, irticaya ve isyankâr feodal Kürt ağa ve aşiretlerine karşı çok sert davranmıştır ki bu duruş genç cumhuriyetin korunması için objektif olarak zorunludur; ama aynı yönetim, halkına karşı oldukça demokratik kalmıştır.

Gerçekte yukarıda tanımlamaya çalıştığımız koşullar altında ülkemizde tek partili de olsa demokrasiyi inşa etmek, olağanüstü bir mucize sayılır. Mustafa Kemal Atatürk; işte bu mucizeyi başaran tarihin yetiştirdiği en büyük devrimcilerden biridir. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1924 Anayasası, vatandaşlarına ünlü 1789 Fransız devriminin tanıdığı bütün hak ve özgürlükleri ve herkese eşit seçme ve seçilme hakkını tanımıştır. “Ulusalcılık”, “Laiklik” ve “Kadın-Erkek Eşitliği” gibi eşitlikçi değerler, devrimci yasalarla birer birer yaşama geçirilirken denebilir ki Türkiye Cumhuriyeti; diktatörlükle suçlanan bu Atatürk döneminde uygarlığın beşiği sayılan Avrupa’ya örnek olabilecek derecede, hatta bugünkü çok partili Türk demokrasisine kıyasla çok daha kaliteli bir demokrasi örneği sunmuştur!

Bugün Atatürk’ün partisinin Genel Başkanlığını yapan Sn. Kılıçdaroğlu; demokrasimizi deforme eden 12 Eylül 1980 faşist darbeci generallere “Bizim çocuklar” diye sahip çıkarak bu faşist hareketin azmettiricisi olduğu tarihi olarak sabit olan ABD’den kendi iktidarı için icazet almaya çalışmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın ABD ve AB nezdinde gözden düşmesini fırsat bilen Kılıçdaroğlu; ABD’nin CFR gibi emperyalist teori ve plan geliştiren düşünce kuruluşlarının yanında Yahudi lobisi ve ABD emperyalizminin İslam ülkelerinde bir çeşit ajanlığını yapan, yine AKP ile 11 yıldır iktidar ortağı olan, demokrasi düşmanı, ortaçağ artığı cemaat ile de işbirliğinin yolunu aramaktadır. Yani Kılıçdaroğlu; demokrasimizi yozlaştıran ABD’den ve gerici cemaatten, demokrasimizi yeniden inşa etmek için, medet ummaktadır. Bu ne yaman çelişkidir Kılıçdaroğlu?

***

Türk demokrasisinin temel sorunu, büyük ölçüde ülkemizin emperyalizme bağımlı olmasından kaynaklanmaktadır. Buna ek olarak demokrasimizi melez yapan ve çarpıtan diğer bir unsur ise Türkiye Cumhuriyetinde henüz tam tasfiye edilemeyen ortaçağ artığı feodal koşullar ve zihniyettir.

Emperyalizme bağımlılık demokrasimizi çakma demokrasi yapmaktadır; çünkü bir ülke eğer bağımlı ise, o ülkenin iç işlerine bağımlı olduğun o güçler, o dinamikler sürekli karışırlar; o ülkenin içini de işbirlikçileri aracılığı ile sürekli karıştırırlar. Bu bağlamda NATO’nun etkisindeki generallerin 12 Mart Muhtırası ve özellikle 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle demokrasimizi bu hale getirdiklerini, arkasından Özal ve Erdoğanların onu kendi egoist iktidarları için kullanarak çeşitli kendi düzenlemeleriyle de daha da sakatladıkları, asla unutulmamalıdır!  

Siyaseti yakından izleyenler; 11 yıldır iktidarda olan AKP’nin nasıl kurulduğunu, - AKP’nin tüzük ve programı bizzat CFR ’in gönderdiği bir memorandum ile şekillenmiştir!-Başbakan Erdoğan’ın nasıl ABD düşünce kuruluş CFR uzmanları ve zamanın ABD Ankara Büyükelçisi Abramowitz tarafından nasıl keşfedilip desteklendiğini çok iyi bilirler. TBMM’nin son 13-14 yıllık tutanaklarına bir göz atanlar, Atatürk’ün meclisinin Avrupa Birliğinin ulusal çıkarlarımıza ve egemenliğimize aykırı talepleri ve müdahaleleri sonucu onlarca yasayı ve kararları çıkarıldıklarına tanık olacaklardır!

Bilindiği gibi, Mustafa Kemal Atatürk “Bağımsızlık benim karakterimdir!’ diye bağımsızlığa olağan üstü önem vermiştir. Çünkü bağımsızlık demek toplumsal özgürlük demektir. Toplumsal, yani ulus olarak özgür olmayan, şu veya bu biçimde bağımlı veya sömürge olan toplumların bireyleri de özgür olamazlar! Çünkü bağımlı veya sömürge ulusun vatandaşları olan bireyler ister istemez bu toplumsal bağımlılığın doğurduğu koşulları kabullenmek, dışardan dayatılan koşullarda yaşamak zorundadırlar. Eğer önemli ve yaşamsal konularda bir ülkenin iç işlerine sürekli dışardan karışılıyorsa, bu koşullarda alınan karar ve çıkan yasaların sonuçlarından ister istemez o ülkenin her bir vatandaşı da doğrudan etkilenecektir. Dolayısı ile bu anlamda ulusal bağımsızlık, gerçek eşit ve özgür iradeli yurttaş yaratacağından demokrasinin de temelidir.

Kısaca, bağımlı olan toplumlar, gerçek demokrasiyi inşa edemezler! Kendi iradeleriyle kendilerini yönetemez; kendi kaderlerini kendileri belirleyemezler!  İşte Mustafa Kemal Atatürk, genç yaşına rağmen acı dolu zengin deneyimleriyle, mücadeleci, kararlı, engin ve zeki görüşleriyle bu gerçeği çok erkenden fark etmiştir! Bu nedenle de  “Bağımsızlık benim karakterimdir!’ demiştir.

Makalemizin gelecek ve son bölümünde tamamlanamayan Atatürk devrimlerinden toprak reformunu ve ülkemizin yeniden emperyalizme bağımlılığının somut tarihi koşullarını inceleyeceğiz. 

 

Mehmet ÇAĞIRICI

mehmet.cagirici@politikadergisi.com

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.