Bu Sarmalı Kırmalıyız!

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

Bugün ülkemiz, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı günlerdeki gibi karanlık günler yaşıyor. Hem ekonomisi yerle bir olmuş; hem de toplumsal bütünlüğü bozulmuş; geleceğini, kaderini kendi tayin edemeyen bir acizlik içinde. Etrafımız her yandan ABD - AB, tarafından kuşatılmış ama toplumun büyük bir kesimi bunun farkında değil.

 

 

  Niye fark edemiyoruz?
   İnsanların hayatını şekillendiren ve toplum tarafından doğru kabul edilen düşünceler bütününün, bir başka düşünce sistemi tarafından saf dışı bırakılması ve yerine yeni düşünce sisteminin geçmesine “Paradigma Kayması” denmektedir. Toplum psikolojisi üzerinden hâkimiyeti kurmak ve yönlendirmek amaçlı oluşturulan politik paradigmalar, şekil olarak bir kalıbı veya oluşturulmak istenen sistemlerin gerçek yapısı aleniyete dökülmeden ortaya atılan her yeni siyasi düşünce akımının, toplumlar tarafından bu akımların ideolojik bir görüşten ziyade, toplumsal kavramlar halinde kabul görmesi ve uygulaması ideolojik paradigmaları oluşturur. İdeolojik paradigmaların en önemli özelliği ise, topluma kabul ettirilmek istenilen yaşam modelinin, verilen siyasi mesajların içinde gizli tutulmasıdır. Toplumsal eğilimler paradigmaları yönlendirir. Tek kutuplu yeni dünya düzeni kurgulamaya çalışan güçler, bu eğilimleri kendi amaçlarına hizmet edecek şekilde yönlenmesi için, önce toplumları siyasetten uzaklaştırmış, sonra da topluma algılatılmak istenen yaşam modellerini toplumsal kavramlar üzerinden uygulamaya koymuşlardır. Bunu böyle yapmalarının sebebi, farklı ideolojilere sahip toplulukları yönetmenin çok kolay olmadığından, kavramsal algılamaların yönlendirilmesi sistemiyle insanlığın yönetimindeki hâkimiyetini sürdürebilmek çok daha kolay gerçekleştiriliyor olmasıdır. Çünkü apolitik insanlara, politik paradigmalar, ideolojilere nazaran daha esnek ve daha kolay şekil değiştirebilen yapısı itibariyle, etkileyiciliği ve uygulanabilirliği açısından daha basit ve daha anlaşılır geliyor ve farkında olmadan sisteme entegre olup, kendisinden istenileni yerine getiriyor. (Kapitalizmin toplumlara bir ideoloji şeklinde algılatılmaması, bunun en çarpıcı örneğidir.)
   Bu politikalar, bizde, 80 Darbesi’nden sonra gerçek anlamıyla devreye girmiştir. Darbe döneminde siyasi görüşe sahip olan insanlara uygulanan işkenceler, toplumun gözünü korkutup, yıldırmıştır ve toplum siyasetten uzak kalmayı tercih etmiştir. Arkasından gelen çok kültürlü liberalizm politikalarının yaşam biçimi olarak uygulamaya konulması ve bu politikaların toplumların “suni “olarak yaşam standardını yükselttiği görüşünün hâkim kılınması ve benimsetilmesi bizi bu günlere getirmiştir. (Yaşam standardının yükselmesi, sadece iktidar tarafında yer alanlar için geçerli olmuştur. Bu sebeple, aristokrasiden uzak, herhangi bir kesime ait olmayan cahil, görgüsüz burjuvalarla siyasi hâkimiyet oluşturulmuştur. İktidarlar değiştikçe bu çevreler de değişmektedir.)

 

   Aslında ideolojik anlamda tam olarak nerede durdukları belli olmayan 1950 model siyasetin, popüler ama içi boş politikaları ile ülkeyi kuşatma altına sokan liderler, her dönem ülkeyi kaosa götürerek ve bundan nemalanan dış güçleri de hayatımızın merkezinde tutarak, toplumu yokluk psikolojisi ile travmatik hale dönüştürmüştür. Değişik senaryolarla karşımıza çıkan ama sonu hep aynı biten, yani, çıkar savaşlarında ülke olarak sürekli mağlubiyetimizle sonlanan gerek kısa metrajlı, gerekse uzun metrajlı filmlerin baş aktörü olarak, kaybetmenin kaçınılmaz bir son olduğunu toplumun bilinçaltına yerleştirdiler. Bu yüzden de en ufak ülke menfaati için, karşılığında çok büyük tavizlerin verilmesi karşısında, sürekli kaybetmeye alıştırılmış toplumun hiçbir şekilde reaksiyon göstermemesi bundandır.

 

   Menderes ve Özal politikalarının devamcısı olan Tayyip Erdoğan da yeni bir senaryoyla demokratikleşme sürecini başlattı ve bundan dolayı da, ülke adına çıkar-menfaat ilişkisi netleştirilemediği için sonu nereye varacağı belli olmayan kaotik bir süreçten geçiyoruz.

 

   Baktığımız zaman, ortada gözle görülür somut bir saldırı yok. İnsanlar, kuşatma denilince, düşmanlar tarafından silahlarla topraklarına saldırılması şeklinde algılıyor. Aslında böyle bir tehdit olmadığı ve bu yüzden de bu tarz söylemlerin sadece komplo teorisi olduğu insanlara algılatılıyor. Özellikle de Başbakan bu konuya sıkça değiniyor. Dolayısı ile iyice kafası karışmış insanların içinde bulundukları sarmalı algılayabilmeleri mümkün olamıyor.

 

  Bu sarmal nedir?
   Gerçek olan şu ki, Türkiye yıllardır borçlandırılarak ve aldığı borcu geri ödeyebilmesi için, mevcut kaynaklarını kullanmasına izin verilmeyerek, aldığı  borca karşılık gizli anlaşmalarla Türkiye’nin hem idaresine, hem de gelir kaynaklarına el konulmaktadır. Hal böyle olunca da, Türkiye’ye silahla, orduyla girmeye gerek kalmamıştır. Zaten Türkiye, en kolay yol olan borç verme siyasetiyle teslim olmuştur. (Hatırlarsanız, aynı oyunları Osmanlı’ya da oynamışlardı.)
   Tarihteki olaylara baktığımız zaman, Osmanlı’nın dağılmasında büyük rolü olan, ülkeyi işgal eden o dönemin baş aktörlerinin istekleri ile bugün de aynı aktörlerin Türk Devleti’nden istedikleri arasında hiçbir değişiklik olmadığını, hatta isteklerinin şiddeti daha da arttığını ve yüzyıllardır aynı beklentiyle yaşıyor olmalarından kaynaklanan bir tahammülsüzlükle süreci hızlandırdıklarını görüyoruz. Tabi, bu sürecin adı, “Demokratikleşme Süreci”dir.

 

  AKP bu demokratikleşme sürecini nasıl başlatmış?
   Seçim kanununu değiştirmiş, barajları kaldırmış, kontenjanları kaldırmış, 70.000 kişiyi dinletmiş, ülkenin bütün gelir kaynaklarını yabancılara satmış, insanları laikçi-İslamcı şeklinde birbirine düşürmüş, PKK terörünü Kürt mücadelesi diye nitelendirmiş, devletin kimliğini yani, Türk milliyetçiliğini sorgulatmaya başlamış, toplumun milli değerlerini ortadan kaldırıcı politikalar uygulamış, yargı bağımsızlığını hiçe sayacak uygulamalarda bulunmuş, kendileri adına çıkan yargı kararlarını hiçe saymış, kendilerinin aleyhinde yapılan yayınlara sansür uygulamış, laik rejimi savunan ülke aydınlarını ve kendilerine muhalefet eden kesimleri hapse attırarak, kendilerine oy vermeyen halkı sindirmiş, sözde Ermeni soykırımını politik psikoloji yöntemiyle topluma kabul ettirmeye kalkmış gibi sayabileceğimiz bir sürü demokratik icraatları olduğunu görüyoruz. Bu demokrasinin adı olsa olsa, “İslamcı Hitler Demokrasisi” olur.

 

  Peki, AKP bütün bunları  kendi iradesiyle mi yapmıştır?
   Tabii ki, hayır!

 

   Bugün, AKP’yi iktidara taşıyan dinamiklerin, ülke yönetimini ele geçirmesiyle birlikte yıllardır hedefleneni gerçekleştirmek için, AKP’nin politikalarının belirlenmesinde ve mevcut sistemin bu dinamiklerin lehinde işlemesi yönünde ortaya koydukları performansın ülke idaresine yansıması bu şekilde gerçekleşiyor. Kısacası, uzaktan kumandalı bir yönetim şekline sahip olduğumuz gerçeğini kabul etmek durumundayız. Bu da, içinde bulunduğumuz sarmalın en acı gerçeği olarak karşımızda durmaktadır.

 

   Geçmişte yaşanmış bir sürü  olayın, yine aynı şekilde geliştiğini ve aynı kaosa sürüklendiğini görememek, biraz tarih bilgisi olan insanlar için hiç mümkün değildir. Ama okumayan, düşünmeyen ve sorgulamayan bir topluma bunları anlatmak veya bugün yaşananların geçmişte de bire bir aynı olduğunu insanlara gösterebilmek ne yazık ki, olanaksız haldedir.

 

  Bunun için ne yapmak lazım?
   Bu soruya cevap verebilmek hiç kolay değil. Çünkü toplum kendi içinde çok ciddi bir bölünmüşlük yaşıyor. İnsanların kavramsal algılamaları (paradigmaları) birbirleriyle çatışıyor. Bir tarafta Cumhuriyet rejimini ve Kemalist devrimleri savunan bir topluluk, diğer yanda hiçbir siyasi görüşe sahip olmayan, sadece kavramsal algılamaları dini doktrinler üzerinden şekillendirilmiş ve mevcut rejimin kendileri için doğru bir rejim olmadığına inandırılmış bir topluluk var. Bu sebeple insanların birbirlerine kendi görüşlerini kabul ettirmesi veya ortak bir noktada buluşabilmesi bu açıdan mümkün olamıyor.

 

  Ortak duygu ve düşünceleri nasıl oluştururuz?
   Irk, dil, din ayırt etmeksizin herkesin, öncelikle devletin (milletin) kimliği olan Türk kimliğini, kayıtsız  şartsız sahiplenmesi ve kendini bu devlete ve bu millete ait hissetmesi gerekmektedir. Bu toprakların, bu ülkede yaşayan herkes için  ortak kullanım alanları olduğunu ve üzerinde yüzyıllardır sahip olunan ortak bir geçmişle yaşanıldığı unutulmamalıdır. Yüzyıllardır iç içe yaşamış olmaktan oluşmuş ortak paydaları yok etmek isteyenlere karşı yeniden bir yapılanmaya gidilmelidir.

 

  Ortak paydaları din üzerinden mi yoksa milli açıdan mı, ya da ekonomik açıdan mı oluşturmak gerekiyor?
   Bunların toplamı üzerinden yola çıkarsak, insanları ortak bir platformda bir arada tutabilecek değerlere  sahip çıkıp, ortak menfaatlerde buluşturulması gerekmektedir.

 

  Ortak menfaatler nelerdir?
   Ortalaması yüksek eşit seviyede yaşam standartlarının oluşturulması ve birliktelik duygusunun yeniden yapılandırılması lazımdır. Ülke kaynaklarını yabancıların elinden kurtararak, milli gelir dağılımındaki adaletsizliği ortadan kaldırıp, daha eşit düzeyde dağılımın sağlanması gerekmektedir.

 

  Bunu kim yapacak?
   Evet. Bugün AKP’ye oy vermeyen büyük bir kesim bu sorunun cevabını arıyor. Bu kesim bu konuda ciddi bir arayış içinde ve başsız kalmış bir başıbozukluk içerisinde ne yapacağını bilmez bir halde bir kurtarıcının ortaya çıkmasını beklemektedir.

 

  Günümüzde böyle liderler var mıdır?
   Son 60 yıldır kişisel menfaatlerin ön planda tutulması zihniyetiyle yetiştirilen nesillerin, liderlik anlayışı da önce kendi hesabına çalışmak şeklinde gelişiyor. Bu yüzden insanların egosantrik mantıkları ve mevcut sistem, önceliği vatana ve millete hizmet edecek zihniyetin oluşmasına izin vermiyor.

 

  O zaman bizi kim kurtaracak?
   Şimdi bu sorunun cevabı aranıyor.

 

   Herkes birbirine bu soruyu sorup duruyor. Yine, Atatürk gibi birinin çıkıp, kendilerini kurtarmasını bekliyorlar. Hatta yıllarca masonlar tarafından vatan haini ilan edilen Enver Paşa’dan bile medet umuluyor. Kimileri İttihatçılığı yeniden gündeme getirerek, ülkeyi kurtaracak çare olarak düşünüyor. Kimileri de Tayyip Erdoğan’dan medet umuyor. Bir de bunların içinde, kendilerini kurtaracağına inandıkları Mehdi’nin gelmesini bekleyenler var.

 

  Böyle bir acizlik içinde, sizce bu sarmalın içinden çıkılması  mümkün mü?
   Tabii ki, mümkün değil.

 

   Uzun yıllardır yoksullukla savaşan toplumun genel yapısına baktığımız zaman, “Kimin arabasına binerse, onun türküsünü çağıran” bir toplumsal davranış biçiminin hâkim olduğu ve siyasetçiler de bunun üzerinden politikalar üretip, bu sistemi kalıcı kılmak adına, toplumu yoksulluk içinde tutup, “Para her kapıyı açar” sözünün sistematik bir şekilde hayata geçirilip uygulanması dâhilinde, insanların siyasi görüşleri “Allah, kitap” adı altında bu minvalde şekillendirilerek ve bunu da siyasi ideoloji olarak topluma kabul ettirmeye çalışarak, mevcut düşünce akımını kökten değiştirebilmenin çabası verilmektedir.

 

   Toplumun kabul ettiği doğruların sorgulanması ve bunun yerine kendi doğrularını devreye sokma çalışmalarının en bariz örneğini, son 10 Kasımda Atatürk’ü anma gününde ortaya koydukları davranış biçimleri ve söylemleri ile yarattıkları kaosla gördük.

 

   Başbakan yardımcısı Bülent Arınç’ın yaptığı açıklamada:

 

  “10 Kasımın kutsal bir gün olmadığı, bunun diğer günlerden bir farkı olmadığı ve bu sebeple bugünün özel bir gün olarak algılanmaması gerektiğini” ifade eden konuşması, 71 yıldır hem devlet tarafından hem de halk tarafından özel bir anma günü olarak kabul edilen 10 Kasım’ın, artık devletin bu toplumsal olguya eşlik etmeyeceği, halkın da  bu olgudan bir an önce kurtulmasını salık vermesi, şunu gösteriyor; yeni yetişen nesiller üzerinde Atatürk sevgisinin artık yaşatılmayacağı ve onun ilkelerine sadık kalınmayacağı bugünkü iktidar tarafından alenen ortaya konmuştur. Cumhuriyet rejiminin baş sembolü olan Atatürk’ü toplumun nezdinde sıradan bir insan haline dönüştürerek, zamanla mevcut rejimin bu toplum için uygun bir yönetim şekli olmadığı düşüncesini toplumun tamamına benimsetmeye çalışılarak algılarımızın ayarlarıyla oynanıyor.

 

   Artık bu durum yavaş yavaş insanlar tarafından anlaşılmaya başlandı. Ancak, kalelerimiz içeriden fethedildiğinden, direk bir saldırıya maruz kalmıyoruz. Bunun için de kendimizi savunacak ya da savaşacak bir platform bulamıyoruz. Bizler, meydana çıkıp cenk etmeye alışmış bir toplumuz. Böyle psikolojik savaşlarla nasıl baş edilir?  Bilmiyoruz. Bu yüzden de düşmanın ne yapmaya çalıştığını bilmemize rağmen, bu sarmalın içinden çıkabilecek bir strateji geliştiremiyoruz. Şu anda ölü ele geçirilmiş gibiyiz.

 

   Artık bu sarmalı kırmalıyız. Bunu da, çok geç kalmadan halkın birlik beraberlik içinde, erken seçime gitmek için hükümete baskı yapması ve bir an önce bu yönetime son verilmesi şeklinde, bir kararlılık içinde yola çıkması gerekmektedir. İnsanlar bu düşüncelerini korkmadan dile getirip, ciddi anlamda bir baskı oluşturabilirse, -halkın böyle bir gücünün var olduğunu biliyoruz- sivil toplum örgütleriyle birlikte hareket edilip, bir an önce bu gidişata son verilebilir. Aksi takdirde, her şey için çok geç kalınmış olacak.

 

 
Saadet.Toksoz@PolitikaDergisi.com
 
 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.