Bu Yazılar da İlginizi Çekebilir!
- Başbakan Erdoğan’ı Siyasi Olarak Bitirecek Olan; Halk Hareketidir!
- Emperyalizm Türkiye'de Kaos Yaratmak İstiyor!
- 14 Aralık Operasyonu Nasıl Yorumlanmalıdır?
- Kumpas Kurbanı Tutsak Yurtseverlere Özgürlük!
- Başbakan Erdoğan’ın Siyasi Manevraları ve Türkiye’yi Bekleyen Tehlikeler
- Başbakan Erdoğan’ın Açmazının Faturasını Gençler Ödüyor!
- 5 Ağustos’ta Silivri, Özgürlük Kalesi Olmalıdır
- Bir 2014 Yerel Seçim Analizi
- Özel Yetkili Mahkemelerin Hukuki Konumu ve Siyasi İşlevi
- Önümüzdeki 2014 Mart Yerel Seçimlerin Siyasi Önemi
- “Gezi” Direnişinin Yıldönümünde Direnişin Bir Siyasi Yorumu
- Türkiye’nin İstihbarat Bağımsızlığı da Tehlikede!
- Sosyalist Enternasyonal, CHP ve Arap Baharı
- BOP Eş Başkanı Türkiye’ye (Cumhur) Başkan(ı) Oluyor!
- Mısır Devrimiyle Belirginleşen Erdoğan’ın Terkedilme Acısı
Bunalımlı Zamanlarda En Büyük İhtiyaç; Kafaların Net Olmasıdır!
Toplumsal yaşamda kriz anları; ortalığın toz duman olduğu, her kafadan bir sesin çıktığı, her kesin her gün yeni bir şeyler yaptığı, söylediği, olayların olayları takip ettiği, gündemin sürekli değiştiği, kısaca alışılmışın dışında olağanüstü kargaşanın egemen olduğu, anlardır. Olaylar çeşitli kaynaklardan öyle hızlı ve değişik biçimlerde tartışılır ki kimi olayları takip etmekte güçlük çeker, kimi söylenenlerin doğruluğundan şüphe eder, kimi hiç bilmediği sürprizlerle karşılaşır vs. Sonuçta birçoğumuzun kafası karışır; neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda emin olamayız. Kendimize yakışan siyasi pozisyonu birtürlü alamayız. Şaşkın şaşkın olup biteni dinler ve seyrederiz.
Bu durumda yapılması gereken en iyi şey; sakince gelişen olayların geçmişine bir daha geri giderek, olayların tekrar tarihsel köküne inmek, olayların kısa bir özetini yapmak, onları kafamızdan bir film şeridi gibi geçirmek, faydalı olacaktır; kanısındayım.
***
Emperyalizm; Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerindeki bütün İslam ülkelerini kendi çıkarlarına uygun olarak kendi denetimi altına almak için bu ülkelerde Büyük Ortadoğu Projesi(BOP) ve Genişletilmiş Kuzey Afrika projesini 2001 yılı sonundan itibaren uygulamaya koydu. Askeri olarak önce Afganistan'ın ve arkasından Irak’ın işgali ile başlayan bu uygulamalar, siyasi olarak ta Türkiye’de Erdoğan yönetimindeki AKP, 2002 yılında iktidara taşınarak devam etti.
Daha sonra adı geçen emperyalist projeler; “Arap Baharı” adı altında Tunus, Mısır, Libya, Bahreyn, Cezayir, Ürdün, Yemen ve Suriye gibi ülkelerde yani İslam coğrafyasında ve Ortadoğu’da 2010 yılından günümüze kadar uzanan bir süreçte çeşitli biçimlerde uygulanmıştır.
Emperyalizmin bu projelerle stratejik hedefi; dünya petrol ve doğal gaz rezervlerinin üçte ikisinin bulunduğu, Süveyş kanalı ve İran Körfezi gibi kıtalar arası deniz ticaret ve ulaşımın ana yollarının geçtiği, üç kıtanın kesiştiği, Türkiye ve İran gibi güçlü ve köklü ulus devletlerin bulunduğu bu bölgede tam kontrolü sağlamaktır!
Projelerin uygulandığı ülkeler, İslam ülkeleridir. Başta ABD olmak üzere Avrupa’nın emperyalist devletleri ise Hristiyan devletlerdir. Emperyalizm, bu projelerde dini bir araç olarak kullanmak istediğinden ve de Hristiyanlığı da İslam ülkelerinde kullanması da olanaksız olduğundan bu amaçla “Ilımlı İslam” modelini bu projelerde kullanılmak üzere tasarlamıştır.
Ülkemiz bağlamında da emperyalizm, bu projelerde Erdoğan’ı hem BOP eş başkanı olarak tayin ederek hem de AKP’nin Türkiye’de uyguladığı neoliberal ekonomi politika temelindeki “Ilımlı İslam” rejimini de bütün diğer İslam ülkelerine MODEL olarak seçerek, projelerini uygulamaya geçirmiştir.
Emperyalizm; projelerin uygulanmasında, sadece İslam dinini kullanmıyor; ayrıca proje uygulanacak ülkelerde çeşitli vakıf, doğayı koruma, sanat ve bilimle ilgili sivil toplum kuruluşları üzerinden, popüler siyasetçi, aydın ve bazı akademikerleri vs. de projeler için ayarlayarak kendisine ideolojik ve siyasi olarak bağlamaktadır. Bunun da ötesinde emperyalizm; projenin uygulandığı ülkelerin tarihi, sosyolojik ve kültürel yapılarından kaynaklanan bazı gruplaşma, çatışma ve örgütlenmeleri de bu projelerde bir silah veya araç olarak kullanmaktadır. Yine ülkemiz bağlamında bu grup ve örgütler; bölücü terörist PKK ve yandaş kuruluşları ve başta F. Gülen Cemaati olmak üzere dini cemaat ve tarikatlardır.
Emperyalizm; PKK’yı Türkiye’ye karşı, Türkiye’yi yıpratmak, ekonomik ve siyasi olarak kanatmak, zayıflatmak, gerekirse bölüp parçalamak amacıyla SSCB ve Varşova paktının yıkılıp Türkiye’nin güç ve istikrarının NATO, dolayısı ile emperyalizm açısından öneminin azalmasıyla 1991 yılından itibaren kullanmaktadır.
Emperyalizm; uzun zamandır takip ettiği, Kemalist Cumhuriyet rejimiyle başı dertte olan ortaçağ artığı, feodal kalıntısı F. Gülen cemaatini de resmen 1999 yılından itibaren kullanmaktadır. Bilindiği gibi Hoca Efendi, 1999 yılında Türkiye’de hakkında açılan bir soruşturmayı bahane ederek ABD de Pennsylvania’ya karargâhını kurmuştur. F. Cemaati, yine bilindiği gibi, sadece Türkiye de değil, birçok İslam ülkelerinde “Eğitim Hizmeti” perdesi altında örgütlüdür.
Ülkemizde son 30-35 yıl içinde Cemaatin “Eğitim” hizmetinden yararlanarak ona bağlanan ve ona mutlak anlamda biat eden bugün Vali, Kaymakam, Savcı, Yargıç, Genel Müdür, Emniyet Daire Başkanları, Polis memuru vs. gibi binlerce kadrolar Türkiye Cumhuriyeti devletinin birçok kurumlarına “sızmıştır”. “Sızmak” kavramı, bizzat Hoca Efendi’nin bu amaç için kullandığı bir kavramdır. Şimdi, bu sızmalarla etki altına alınan devlet kurumları, başta yargı ve emniyet teşkilatı olmak üzere büyük ölçüde cemaatin kontrolünde, cemaat ise ABD’de CIA’nın kontrolündedir!
Emperyalizmin İslam ülkelerinde ve özellikle Ortadoğu’da, bizzat Türkiye’de uygulamaya çalıştığı bu projelerde bir memur gibi gayri milli bir görev üstlenen Başbakan Erdoğan, 2003 yılında AKP hükümetinin başına geçince, önünde Türkiye’deki Atatürkçü rejimi tasfiye ederek, yerine “Ilımlı İslam” rejimini yerleştirmek gibi çetin ve aşılması çok zor bir misyon vardı.
Emperyalizmin ayrı ayrı birer kuklaları, maşaları olan Türkiye’deki bu çeşitli odaklar; emperyalizme ait bu projeleri uygulamak için kendi aralarında hem bir siyasi işbirliği yaptılar hem de siyasi iş bölümü yaptılar. Erdoğan ve AKP kadroları; devlette meclisi, hükümeti ve dolayı ile bütün siyasi yönetimi kontrolü altına alırken, cemaat ise polisi, jandarmayı ve özellikle de Özel Yetkili Mahkemelerdeki birçok yargı mensuplarını denetim altına aldılar.
İşbirliğine en güzel örnek olarak, Erdoğan hükümetinin 2004 yılında sözüm ona, AB ilerleme raporuna uyarak görünüşte eski Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin yerine, gerçekte onun bir çeşit devamı olarak Özel Yetkili Bölge Mahkemelerini kurmasını ve bu mahkemelerde de genellikle cemaatçi savcı ve yargıçların çöreklenmesini gösterebiliriz. Bu olay bile bize, Türkiye Cumhuriyeti’ne kumpas kurmakta her iki tarafın çok önceden işbirliği yaptığını açıkça göstermektedir.
Daha sonra “doğal yargıç” ilkesi bakımından evrensel hukuka aykırı olan bu mahkemeler üzerinden 2007 yılı sonundan itibaren Ergenekon, Balyoz vs. gibi adlar altında çeşitli soruşturma ve davalarla Türk Silahlı Kuvvetlerine ve Atatürkçü yurtseverlere karşı vicdansız ve acımasız bir cadı avı başlatılmıştır. Yüzlerce muvazzaf ve emekli subay, gazeteciler, aydınlar, siyasi parti başkanları vs. Başbakanın artık resmen itiraf ettiği gibi, bir Kumpas ile tutsak edilmiştir. Yani Başbakan ve cemaat, birlikte emperyalist projeleri uygulamak üzere Atatürkçü rejimi savunan güçleri kalleşçe içeri tıkarak pasifize etmeye çalışmışlardır.
Başbakan ve hükümet, bu cadı avının yarattığı avantajlı siyasi durumdan ve ortamdan fazlasıyla yararlanarak; PKK ile “Açılım” politikası adı altında ortaklık kurmuş; dinci ve gerici bir rejimi yerleştirmek için de adım adım Atatürk ilke ve devrimlerini tasfiye eden yasal düzenlemeler yapabilmiştir.
***
Ancak emperyalizmin evinde yaptığı hesapları çarşıda, Ortadoğu halkları bozmuştur. BOP, Suriye’de tıkanıp kaldığı gibi, Mısır’da da BOP Temmuz 2013 yılında bozguna uğratılmıştır. BOP ’un artık gerçekleşme şansının azalması üzerine emperyalizm; İslam ülkelerini “Ilımlı İslam Modeli” üzerinden kontrol etme sevdasından vaz geçmiş, bu bağlamda politikalarını değiştirmiş, hatta 35 yıllık düşmanı olan İran’la bile anlaşma yapmıştır.
Emperyalizmin iflas eden projeleri sonucunda değişen politikaları, Türkiye siyasetinde derin dalgalanmalara neden olmuştur. Özellikle de emperyalizm; Türkiye’de gittikçe yükselen halk hareketi neticesinde, tıpkı Mısır’ da olduğu gibi, Türkiye’yi de büsbütün kaybetme endişesiyle artık Erdoğan’ı kısa yoldan harcayıp, muhtemelen A. Gül’ün liderliğinde AKP ile yola devam etme düşüncesindedir.
Bilindiği gibi Türkiye’de halk hareketi; TGB ’nin öncülüğünde 19 Mayıs 2012 kutlamalarıyla başlamış, 29 Ekim 2012 ve 13 Aralık Silivri’de İP, CHP, HKP ve TGB, ADD vs. gibi parti ve derneklerin katılımıyla yükselmiş ve nihayet 2013 Mayıs ayı sonunda ve Haziran ayı başında “Gezi” direnişi ile zirveye ulaşmıştır. Haziran Direnişi, adeta bütün dünyayı sallamıştır!
Gezi Direnişinin verdiği güçle daha sonra da Atatürk’ün askerleri, vatanseverler, doğaseverler, özgürlük ve eşitlik sevdalıları vs. yine milyonların katılımıyla 29 Ekim 2013 kutlamalarında, 10 Kasım Anıt Kabir ziyaretinde AKP iktidarında yaşanan adaletsizliklere, baskılara ve gerici girişimlere karşı “Dur!” demeye devam etmişlerdir.
Siyasi olarak gelinen son noktada emperyalizm; Erdoğan’ı deliğe süpürmeye çalışırken, bunun için Türk yargısında ve polisinde yuvalanmış olan cemaati maşa olarak kullanmaktadır. Cemaat ise bu operasyonlarda bunca yıldır beraber çalıştıkları dönemde muhtemelen izledikleri Erdoğan’ın adı karışan yolsuzlukları, rüşvet veya kara para aklama olaylarını vs. Erdoğan’a karşı kullanmaktadır. Ortada kalan; Türk yargısı, Türk polisi ve Türk devletidir.
Erdoğan; kendi iktidarını korumak için bu kritik anda elindeki iktidar olanaklarını sonuna kadar kullanarak önce emniyet teşkilatındaki cemaat kadrolarını tasfiye etmekte ( 2 binin üzerinde emniyet görevlisinin görev yeri değiştirilmiş veya merkeze alınmıştır) ve şimdi de Anayasaya açıkça aykırı olan bir yasal düzenlemeyle de HSYK ’da yapısal değişikliğe gitmek istemektedir. Köşeye sıkışan kedi misali Başbakan Erdoğan, HSYK ’yı hükümetinin bir alt birimi haline getirerek kendisine yönelik rüşvet, yolsuzluk ve yasa dışı faaliyetlerle ilgili suçlama ve iddialarını veya başka bir deyimle operasyonları önlemeye çalışmaktadır.
Bu bağlamda Başbakanın önce baş danışmanı sonra bizzat kendisi; yurtseverlere ve TSK’ya kumpas kurulduğunu kamuoyuna açıklarken, elbette asıl derdi, kendi iktidarını ne pahasına olursa olsun korumaktır. Başbakanın yurtseverlere ve orduya kumpas kurulduğu itirafı; kendisine de yolsuzluk ve rüşvet konusunda kumpas kurulabileceği konusunda kamuoyunu ikna etmek çabasından başka bir şey değildir!
Yine bu bağlamda Başbakan Erdoğan’ın “yeniden yargılanma” amacıyla TBB Başkanı Sn. Fevzioğlu’ ile işbirliği yaparak kumpas sorununun hukuki çözümüne yanaşması, kamuoyunda yeni bir kafa karışıklığı, yeni bir tartışma ve hatta bazı AKP iktidarına muhalif çevrelerde endişe yaratmıştır. Muhalif çevrelerin endişelerini iki noktada formüle etmek mümkündür;
- “Yeniden Yargılama” dan terörist Öcalan ve PKK da yaralanabilecektir.
- Erdoğan’ın “Yeniden Yargılama” girişimi, kamuoyunun dikkatlerini “Rüşvet ve Yolsuzluk” konusundan saptırmak, gündem değiştirmektir.
TBB Başkanı M. Fevzioğlu’nun önerdiği “Yeniden Yargılanma” formülüne göre terörist Öcalan ve bazı PKK’lı teröristlerin bu imkândan yaralanması; doğru değildir! Çünkü bu Formül; zaten hükümet tarafından Temmuz 2012 de yasal düzenlemeyle tasfiye edilen fakat özel bir madde ile de ellerindeki davalara bakmaya devam eden Özel Yetkili Mahkemelerin, bu özel maddenin de kaldırılmasıyla bu tarihten itibaren bütün duruşma ve kararlarının geçersizliğini ön görmektedir.
Şimdi Sn. Fevzioğlu’nun bu çözüm önerisine göre, nasıl olurda 14 yıl önce yapılan Öcalan’ın davası yeniden yargılana bilir ki? Bu mantığı anlamakta ben şahsen zorlanıyorum!
Muhalefetin diğer endişe duyduğu hususa gelince; muhalefetin hükümeti kamuoyu nezdinde yıpratmak düşüncesiyle ”Rüşvet ve Yolsuzluk” konusunu sürekli olarak siyaset gündeminde tutmak istemesi, siyasi olarak anlaşılabilir bir durumdur.
Fakat gerçek demokratik bir anlayışta, ”Rüşvet ve Yolsuzluk” konusu; mahkeme kararlarıyla sabit olmadığı sürece, siyasetin değil, yargının bir konusudur. Yani mahkemeler , ”Rüşvet ve Yolsuzluk” sorunlarını incelerler ve bir sonuca bağlarlar. Bu aşamaya kadar siyasetin bu süreci kullanması, evrensel hukuka ve yasalarımıza aykırı olur. Fakat ispatlanmış, kanıtlanmış, mahkeme kararıyla onaylanmış her türlü rüşvet ve yolsuzluk suçu da mutlaka siyasi olarak ta mahkûm edilmelidir. Bu husus asla tartışılmaz.
Kaldı ki yurtseverlere ve TSK üyelerine kumpas kurulduğu artık bizzat Başbakan tarafından da resmi olarak itiraf edilmiştir. Yani korkunç bir iftira ve yargı skandalı ortadadır. İnsanlar bir kumpas uğruna özgürlüklerinden, ailelerinden, kariyerlerinden mahrum bırakılmıştır. Bu durumda demokratik siyasetin temel görevi, kumpasta adaletin bir an önce yeniden tesis edilmesi için gerekli girişimlerde bulunmaktır!
Geldiğimiz bu noktada; alçakça bir kumpasın mağduru olan yurtseverler için hem de “doğal yargıç” ilkesi doğrultusunda genel mahkemeler tarafından yeniden yargılanma yoluyla özgür olmaları, adaletin yeniden oluşması için tarihi bir fırsat doğmuştur.
Şu husus çok iyi bilinmeli ve üzerinde uzun uzun düşünülmelidir: İster iftiraya, kumpasa uğrayan yurtseverler bir yeni yargılamayla özgürlüklerine kavuşsunlar isterse kavuşmasınlar, Başbakan Erdoğan; bundan sonraki süreçte her vesile ile Cemaat tarafının kumpasçı olduğunu, siyasi olarak sonuna kadar kullanacaktır. Artık ok yaydan çıkmıştır. Onun için geri dönüş yoktur.
Fakat eğer çeşitli siyasi bahanelerle özgürlük için bu tarihi fırsat kaçırılırsa bunun vebali çok büyük olur. Bu nedenle içinde bulunduğumuz siyasi durumda, hapiste olmayan yurtseverlerin en büyük sorumluluğu, Sayın TBB Başkanı Sayın Fevzioğlu’nun çözüm önerisini destekleyerek özgürlük ve adalet için bu tarihi fırsatı kullanmaktır!
Yaşasın Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye!
Mehmet ÇAĞIRICI
mehmet.cagirici@politikadergisi.com
- Mehmet ÇAĞIRICI içeriği
- 10881 okunma
Yorumlar
Yeni yorum gönder