Çağdaşlığa Giden Yol

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Nihat ATAR

   Toplumlar için en ideal hedef, hiç şüphesiz ki çağdaşlaşmaktır. Toplumları bu hedefe götürecek yolu seçmeden önce çağdaşlıktan ne anladığımıza bakalım. Çağdaşlık; yaşamımızı, içinde yaşanılan zaman dilimine uydurmak; en son ve en iyi yaşam biçimine, insan hak ve özgürlüklerinin tamamına sahip olmak; doğanın, bilimin, teknolojinin ve uygarlığın tüm ürünlerinden ve birikiminden yararlanıyor olabilmektir. Hümanist düşünce, bu tanımlamayı;  “yaşamı daha iyi hâle getirmek, kendinden sonra geleceklere daha iyi yaşanabilir bir dünya bırakmak” olarak yapmaktadır.<?xml:namespace prefix = o />

   Çağdaşlık, canlılar içinde sadece birey ve toplum olarak insanlar için geçerli olan bir kavramdır. İnsana yakışan, insanın hak ettiği bir yaşam ve davranış biçimidir. Çağdaşlık, birey ve toplum yaşamının eğitimden sağlığa, üretimden ticarete, güvenlikten ekonomiye, savunmadan kültüre kadar tüm alanlarını içerir. Toplumların çağdaş sayılabilmesi ve kendi içlerinde huzuru tesis edebilmeleri için de çağdaşlığın toplumun tüm kesimleri için geçerli kılınması zorunluluğu vardır.

   İnsan, öteki canlılardan farklı olarak, doğasından gelen akıl, mantık, kolay öğrenme, sorgulama, gerçeği, daha iyiyi ve yeniyi arama, yaratma, üretme gibi yetilere sahiptir. Bu yetileri sayesindedir ki çağdaşlaşmaya uygun ve her zaman hazır bir canlıdır. Bu yetilerini geliştirip kullanabilmesi, ailesinden başlayarak; içinde yaşadığı toplumun koyduğu kurallara ve içinde yaşadığı ortama bağlıdır.

   Çağdaşlaşmaya giden yolun başında bilimsellik vardır. Bilimsellik, öncelikle insana doğuştan getirdiği akıl, mantık, kolay öğrenme, bilgi ve deneyimi kullanabilme, sorgulama, gerçeği, yeniyi ve daha iyiyi arama, üretme, yaratıcılık gibi yetilerini geliştirip kullanabilmesini sağlar. Bu sayede, insan yaşamı her gün daha iyi hâle gelir. Sorunlar daha kolay çözülür. Bireyler sosyalleşir. Toplumlarda barış, dayanışma ve huzur oluşur. Gelecek nesillere daha yaşanabilir bir dünya devredilmiş olur. Bir önceki neslin kendisine bıraktığı dünyaya karşı, kendisi de sonradan gelecek nesillere devraldığından daha iyi yaşanabilir bir dünya bırakarak insanlık görevini yerine getirmiş olur.

   Bilimsellik, insan aklının kendisi için ürettiği ve en değerli olan ürünüdür. Toplumların kalkınması, uygarlaşması, yaşamını daha iyi hâle getirmesi; ancak bilimsellikle gerçekleşebilir. Kalkınabilmiş toplumların bireyleri, temel gereksinimleri en iyi biçimde karşılayabilme şansına sahiptir. Eğitimleri, sağlıkları ve sosyal güvenceleri devlet garantisindedir. Bu garantiler birey ve toplumlar için özgürleşme, gelişme, üretme ve çağdaşlaşma için en uygun ortamları yaratır. Sevgi, saygı, hoşgörü, özveri, dayanışma gibi insani değerler böyle ortamlarda kolay yeşerir. Barışı, huzuru ve demokrasiyi tesis etmek daha kolay olur.

   Bilimsellikten uzaklaştırılmış, mahrum edilmiş toplum ve bireyler, zaman içinde doğuştan gelen tüm yetilerini kaybetmeye başlarlar. Kendilerine ve değerlerine yabancılaşırlar. Başkaları tarafından kolay yönlendirilebilir hâle gelirler. Üreticiliğini, yaratıcılığını yitirirler. Bu tür bireylerin yaşam için mücadele güçleri zayıflar. Bu bireyler, başkalarına ve yardımlara bağımlı hâle gelirler. Tepki ve davranışlarında içgüdüleriyle hareket eder, karnını doyurmak gibi bedensel gereksinimlerini gidermekle yetinirler. İnsan olma bilincini ve özgürlüğünü yitirerek, köleleşirler. Aklın, mantığın yerini inançlar, hurafeler, tabular, korkular ve töreler alır. Birey; kendine olan güvenini, sağduyusunu ve onurunu yitirir. Sevgi, saygı, hoşgörü, özveri kaybolur. Birer sosyal varlık olmaktan çıkıp bencilleşir. Toplumda saldırganlık, gasp, kin ve öfke, farklılıklar arası çatışmalar artar. Yaşamlarında oluşan tüm boşlukları, tek dayanakları olarak kalan inançlarla doldurulmaya çalışır. O yüzden de inançlar konusunda çok katıdırlar.

   Çağdaşlığın ve bilimselliğin; coğrafyası, ırkı ve dini yoktur. Belki bu söyleme itiraz edecekler vardır. “Yoksulluk daha çok İslam ülkelerinde görülüyor, bu ülkelerden çok bilim adamı yetişmiyor”, “terör denince akla hep İslami terör örgütleri geliyor, teknoloji hep belli ülkelerde gelişiyor, tek Tanrılı dinler hep belli iklim ve coğrafyalarda başlayıp yayılmış, inançların en çok sorun olduğu ülkeler İslam ülkeleri” gibi örnekler de verilebilir.  Biraz hafızalarımızı yoklayalım. Bilimselliğin geçerli olmadığı toplumlarda çağdaşlaşmanın gerçekleşemediğini, çağdaşlaşamamış toplumlarda kalkınmanın, refahın, mutluluğun, huzurun, sevginin ve demokrasinin yaşama geçirilemediğini hemen görebiliyoruz. Çağdaşlaşmanın önünde de daima iki engel göze çarpıyor. Görünen engel; o toplumlardaki yöneticiler. Kendisini hep o noktada tutmak isteyen, o noktada kaldığı sürece sorun yaşamak istemeyen yöneticiler. Kendilerini bu şekilde topluma kabul ettirmiş, arkalarına toplumun karşı çıkamayacağı, tartışamayacağı inançları koymuş yöneticiler.

   Peki, bu tavrı sergileyen sadece İslam ülkelerindeki yöneticiler mi olmuş; hayır. Geçmişte Hristiyan âleminde daha ağır vakalar yaşanmış. Ama yaşanan “Rönesans ve Reform” hareketlerinden sonra artık bu tavır o âlemde taraftar bulamıyor. Museviler de benzeri süreci yaşayıp rahatlamışlar. İslam âlemi hala bu süreci tamamlayamamış olmanın sıkıntılarını yaşıyor. Ya Türk toplumu? 1923 - 1946 tarihleri arasında çağdaşlaşma sürecini başlattık. Ne yazık ki tamamlayamadan geri dönüşe geçtik. Ama hiç değilse, o kısa dönem içinde bile çağdaşlaşmanın, bilimselleşmenin toplumumuza neler kazandırdığını, daha neler kazandırabileceğini net olarak görebildik.

   Gelelim çağdaşlaşmanın ve bilimselleşmenin önündeki görünmeyen -ki artık günümüzde pek kendini saklama gereği duymuyor- ikinci engele. İkinci engel; küreselleşme, dünya ile entegre olma gibi isimler altında karşımıza çıkan, toplumların ve emeğin sömürülmesi, yani emperyalizmdir. Bugün kulağımıza hoş gelen NATO, BM, AB, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların arkasında hep bu insanlık ve barış düşmanı kurum var. Önce toplumların yönetimlerini denetimine alıyor. Kendi ülkelerinde hiç akıllarına getirmedikleri “Ilımlı İslam” modelini uygulatarak, adım adım toplumu bilimsellikten ve çağdaşlıktan uzaklaştırarak sömürülmeye ve parçalanmaya hazır hale getiriyorlar. Bizim için ideal diye gösterdikleri bu projeyi kendi ülkelerinde neden uygulamıyorlar, dünyanın bütün ülkelerinde yetişen din adamlarını değil de neden bilim adamlarını bir şekilde kendi ülkelerine ithal ediyorlar dersiniz?

   23 gün süren kısa bir aradan sonra tekrar başlatılan Gazze katliamının suçlusu ve günahkârı bu iki engeli oluşturanlardır. Gazze’yi bombalayan İsrail kadar, onun arkasındaki emperyalist ülkeler, onların güdümünde oluşturulan uluslararası kuruluşlar da suçludur. Kendi halkının kalkınmasını, bilimselleşmesini, çağdaşlaşmasını engelleyen, halkını dinî baskı altında tutan, emperyalistlerin oyuncağı olduğunun farkına varamayan terör örgütü Hamas da aynı derecede suçlu ve günahkârdır. Bu örgüt gerçekten halkı için çalışıyorsa, halkını seviyor, ona iyilik etmek istiyorsa, öncelikle terörü bırakmalı. Halkı ve devleti ile bütünleşip çağdaşlaşmaya yönelmeli. Silah yerine bilime sarılmalı. Bu ülkeye yardım etmek isteyenler, önce bu toplumun çağdaşlıkla, bilimsellikle tanışmasını sağlasın.

   Kalıcı ve gerçek yardım budur. Bu yardıma bireyler ve toplum olarak bizlerin de gereksinimimiz olduğunu düşünüyor, emperyalizmin tasfiye edilebildiği bir dünya umudumu herkesle paylaşmak istiyorum.

 

iletisim@politikadergisi.com

 

 

 [Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 12’de yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 12’yi indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.