Darbe Paradoksu

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

AKP hükümeti, iktidara geldikleri günden beri anayasada yapmak istedikleri değişiklikler ve toplumu Kemalist çizginin dışına çıkarmak için uyguladıkları politikalar yüzünden her an hükümetin düşürüleceği korkusuyla yaşıyorlar. Nitekim de, Anayasa Mahkemesi tarafından laikliğe aykırı davranışların odağı olma suçundan cezalandırılması, bu korkularının da çok yersiz olmadığı, yaptıkları uygulamaların anayasaya aykırı olduğunun bilinciyle önlerine çıkabilecek engelleri Ergenekon adı altında bertaraf etmeye çalışıyorlar. Önümüze çok komik bir senaryo koydular. Bu senaryonun temelleri iktidara gelir gelmez oluşturulmaya başlanmıştı. Çünkü onlar, politik psikoloji taktikleriyle bir karşı darbe operasyonu hazırlamazlarsa, hiçbir zaman emellerine nail olamayacaklarını çok iyi biliyorlardı.

 

Bu sebeple, 2003 yılında Başbakan, “Elimizde çok önemli bilgiler var. Çok kişinin başı yanacak.” şeklindeki açıklamaları, bize bu senaryonun ilk ipuçlarını vermişti. Ancak Başbakan’ın ne demek istediği, kamuoyu tarafından pek anlaşılamamıştı. Daha doğrusu gözdağı verilerek hedeflenen kitlenin kimler olduğu anlaşılamamıştı. Çünkü, milli görüş gömleğini çıkardıklarını ve laik düzene karşı olmadıklarını savunuyorlardı.

Ergenekon davası toplumu yapay bir gündemle oyalamak için ortaya atılmış bir olgu olmasa da sonuçta hemen her kesimin dâhil olduğu bir tartışma başlatmış ve bu, toplum içinde sınıfsal bakış açısının zayıflığı oranında hem yanlış saflaşmaların hem de bir çeşit hegemonya kurmanın aracı olmuştur. Bu, aynı zamanda toplumu yönlendirme yöntem ve araçlarının gelişkenliğinin ve bu araçların sistem tarafından ne denli başarıyla kullanılabildiğinin göstergesidir.

AKP sayesinde birçok ilklere imza atıldı. Örneğin, milletvekili adaylığı şaibeli bir şekilde özel izinlerle seçimlere katılan ve hakkında bir sürü yolsuzluk davaları açılan bir Başbakanımız oldu. Göreve gelir gelmez ilk yapılan iş, laikliğin korunması ilkesini anayasadan çıkardılar. Bunun üzerine Başbakan, “Türkiye’de irtica tehlikesi yoktur, bu sebeple anayasada böyle bir maddeye gerek yoktur” dedi.  Bir müddet önce de Başbakan şöyle bir açıklamada bulunmuştu. “Bu ülkede yaşayan insanların %99’u Müslüman’dır. Hem laik, hem de Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın ya da laik” diyerek toplumun kendi içinde Müslüman ve laik diye ikiye bölünmesine sebep oldu. Halk arasında kutuplaşmanın temelleri atıldı.

Bu ülkede hiç kimsenin irticai faaliyetlerde bulunmasına gerek yoktur. Başbakanın söylemleri yetiyor zaten.

Sonra dolandırıcılık suçundan yargılanan ve yargılanması esnasında bu ülkede Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı yapan, daha sonra yargılanması sona eren bir Cumhurbaşkanımız oldu. Bütün bunlar olurken Cumhurbaşkanımızın eşi, ülkemizi AİHM’e şikayet ederek Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden davacı oldu. Şu anda Çankaya Köşkü’nde, Cumhurbaşkanı eşi olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni temsil ediyor. Yalnız, türbanın kamu alanında giyilmesi, anayasamızda kılık kıyafet kanununa göre hala suç saylıyor ama bu yasa bu hükümetin eşlerini kapsamıyor.

Nasıl oluyor da, anayasada belirtilen bu maddeye rağmen, Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanının eşi, resmi devlet protokollerinde başındaki türbanıyla katılım gösteriyor ve bu suç ihlaline karşı devletin yargı mekanizması işlemiyor? O zaman okumak isteyen türbanlı kızları üniversitelere niye almıyorlar?

Çankaya Köşkü’ne türbanla girmek serbest ise, o zaman Köşkün bahçesine bir üniversite açsınlar ve bütün türbanlı kızları okutsunlar. Bu daha adil olmaz mı?

Yargı tarafından dolandırıcılık suçu kesinleşmiş olan Erbakan’ı Cumhurbaşkanımız, kıyamadı, affetti. (İkisi de aynı suçtan yargılanıyorlardı.) İç edilen trilyonların akıbeti bilinmiyor. Bu arada suçunun ne olduğu dahi açıklanmayan laik rejimi savunan insanlar, Ergenekon soruşturması adı altında 2 yıldan fazla bir süredir hapiste yatmaktadırlar. Suçlu olup olmadıklarını anlamak için, davanın gidişatına göre daha birkaç yıl içerde yatacak gibi görünüyorlar. Peki, bu insanlar dava sonunda suçsuz bulunurlarsa o zaman ne olacak? Toplum nezdinde terörist ilan edilen bu insanların beraat etmeleri halinde kırılan onurları ve kaybedilen prestijlerini, eskilerin deyimiyle iade-i itibarı nasıl kazanacaklar? Suçlu olmadığı bir konuda beraat etmek, o kadar zaman hapiste çekilen sıkıntıların bedeli olarak ödül mü olacak?

Tam bu esnada, bu sorular içinde boğulurken, Anayasa Mahkemesi Başkanımız Haşim Kılıç’ın açıklamaları geldi.

Anayasa başkanımız açıklamalarında şöyle diyordu:

İSTEDİĞİMİ YAPARIM OLMAZ.

Demokrasilerde elbette egemenlik halka aittir, ama egemenliği kullanan siyasi otorite sınırsız değildir. Anayasa mahkemeleri, halk iradesi sonucu ortaya çıkan yasama ve yürütme organlarını sınırlandırmak için kurulmuştur. Bu mahkemelerin meşruiyeti de temel hak ve özgürlükleri korumak amacıyla çoğunluk iktidarını sınırlandırma işlevinden kaynaklanır.

Burada başkana sormak gerekiyor. Hal böyleyse, o zaman insanların temel hak ve özgürlükleri hiçe sayılarak, insanları dinleme kararları çıkarılırken neredeydiniz?

TÜRBANDA YANLIŞ YAPTINIZ.

Demokratik anlayışın zorunlu kıldığı ‘karşı dengelerin sağlanması’ toplumsal uzlaşmayı, dolayısıyla sorunların çözümünü kolaylaştırır. Nitekim sayısal çoğunluğun bağlı olarak her toplumsal sorunu, karşı dengeleri gözetmeden anayasal norm bazında çözme girişimleri, yakın zamanda onarılması çok zor tarihi hataların yapılması sonucunu doğurmuştur.

Bu nasıl bir yaman çelişkidir ki, AKP’nin kapatılma davasında mahkeme üyelerinin çoğu AKP’yi suçlu bulurken mahkemenin başkanı olarak bu düşünceleri doğrultusunda hareket etmemiş ve boş oy kullanmıştır? O zaman durumun farkında değildi de yeni mi idrak ettiler?

ERGENEKON’DA SUÇ İŞLENİYOR.

Yargı kararı olmadan suçlu ilan edilen insanların onurları yok edilmektedir. Bu bir insanlık suçudur. Yasaları uygulama aşamasındaki özensizlikler, onarılması güç yaralar açmaktadır. Açıkça suç olmasına rağmen yargıyı etkileme ve yönlendirme çabaları halen devam etmektedir. Savcılarımızın işlenen bu suça karşı hareketsizliği ise düşündürücü ve üzücüdür.

Asıl düşündürücü ve üzücü olan, hukuksuzluğu, adaletsizliği kendine düstur edinmiş Adalet ve Kalkınma Partisi’nin icraatları karşısında hukuksal sistemin işletilemediğini en yetkili ağızdan duymak, toplumu ciddi olarak ümitsizliğe düşürmektedir. Artık sosyal adaletin ortadan kalktığını, diktatörlük rejiminin hakim olduğu ve kendilerinden olmayanlara yaşama hakkı tanımayan bir zihniyetle yönetiliyor oluşumuz ve bunun karşısında hiçbir şey yapılamıyor oluşu, artık Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşadığı çaresizliği, biz de Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak yaşadığımızın en bariz göstergesidir. Bununla beraber, bütün bunları yaparken her an darbe olacak paranoyasıyla askeri yıpratma ve toplumun gözünde prestij kaybetmesi için sürekli asılsız darbe planları, belgeleri kamuoyuna sunulup, Hitler mantığı güdüp, polis-devlet gücünün oluşturulmasına çalışılıyor. Askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasını öngören düzenlemenin ardından topluma, artık güvendiğiniz dağlara kar yağacak, mesajını veriyorlar. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni ortadan kaldırmaya çalışanlar, bu cumhuriyeti, canları pahasına “koruyup, kollamaya” çalışan askerleri terörist diye yargılayıp, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un da söylediği gibi iç mihraklar tarafından sürdürülen psikolojik savaş ile askere olan güvenin sarsılması için mücadele veriyorlar.

 

 

TÜRK HALKINA SORUYORUM

Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni içten ve dıştan gelecek olan tehditlere karşı savunma vazifesini üstlenmiş olan silahlı devlet kuvvetidir. Yaptırım gücünü Türkiye Cumhuriyeti Anayasasından alır.

Merak ediyorum!

Dıştan gelecek saldırılar bellidir. İçten gelecek tehditler nelerdir?

Farz edelim siyasiler ülkeyi bölünmeye, parçalanmaya götürürse, (demokrasi çerçevesi içinde) buna kim dur der ve engel olur?

Anayasa Mahkemesi tarafından yargılanıp, laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu kararı çıkmış ve bunun sonucunda cezaya çarptırılmış bir partinin iktidarındaki hükümet, laik bir rejimle yönetilen bir devleti layığı ile yönetebilir mi?

Türk ordusu için, terör ve irticai eylemler devletin ve milletin bütünlüğü için tehdit oluştururken, iktidardaki hükümet için tehdit oluşturmuyor ise; devletin bütünlüğüne yapılmış saldırıları bertaraf etmeye çalışan askerlerimiz hükümet tarafından vatan hainliği şeklinde nitelendiriliyor ise; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni koruyup ve kollamakla görevli olan TSK, içerde oluşan bu tehditlere karşı bu devleti nasıl koruyacak?

Ayrıca AKP iktidarındaki bu hükümet niye sürekli askerin kendilerine darbe yapacağı endişesi içindeler? Bundan önceki hükümetlerin böyle bariz bir şekilde ortaya çıkmış endişeleri olmuş muydu?

Her şeyden önce Türk halkının bu sorulara cevap araması lazımdır.

Aslında gerçekleri görmek isteyenler için bu soruların cevabı gün gibi ortadır.

Darbelerin temel nedeni, emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin ihtiyaçları dahilinde sistemin yeniden düzenlenmesi ve egemen sınıf ilişkilerini tehdit edebilecek toplumsal mücadelenin bertaraf edilmesidir.

Peki! Bugün mevcut düzeni değiştirmek isteyenler kimlerdir? Daha doğrusu gerçekte darbe yapmak isteyenler kimlerdir?

Laik rejimi korumaya çalışan asker mi darbe yapmak istiyor? Yoksa laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmuş iktidar partinin hükümeti mi darbe yapmak istiyor?

1980’lerden sonra ABD, askeri diktatörlüklere karşı gelişen halk tepkisi nedeniyle kendisine bağımlı ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de bir darbeyi ihtiyaç olmaktan çıkaracak düzenlemelere gitti. O tarihlerde burjuvazi el değiştirdi. 12 Eylül öncesindeki tekelci burjuvazi bir kesimine kadar daralınca, onun dışında kalan kesimler de alabildiğine genişleyip, güçlendi.1990’lara gelindiğinde Türkiye’de tekelci burjuvazi daha önceki konumuna göre çok daha fazla güçlenmiş, toplumu tepeden tırnağa biçimlendirecek hale gelmiş ve AKP’ye hareket alanı sağlamıştır. Artık o konjonktürde tekelci burjuvazinin her tıkandığında önünü darbelerle açma şansı/ihtiyacı büyük oranda ortadan kalkmıştır. Çünkü artık devleti tamamen idaresi altına almış, çok daha geniş bir yelpazede varlık gösteren siyasete hâkim burjuva katmanlar var.

AKP ve onun arkasındaki egemen sınıflar Cumhuriyet Mitinglerinin hazırlık sürecinde boş durmamış, bu hareketi etkisizleştirebilmek için kapsamlı bir hazırlık yapmış ve uygun bir konjonktürde Ergenekon Davası’nı devreye sokmuştur. Ergenekon, sanıkların nitelikleri itibariyle homojen bir dava değildir. Burada iki temel amaçtan söz edilebilir; birincisi, kendi duruşunu ve emperyalizmle ilişkilerini meşru kılıp, arkasına kitleleri toplamak; ikincisi, davayı çatıştığı sermaye kesiminin temsilcilerinin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallayarak onları dize getirmek. Diğer bir ifadeyle AKP, bir kötülüğü tasfiye etmekten çok, o kötülüğü tasfiye ediyor gibi görünmenin meşruiyetini arkasına alarak, en antidemokratik duruşuna rağmen kitleleri yedeklemeyi amaçlıyor.

Amaç, belirtildiği gibi gerçekten bugüne kadar kimsenin üzerine gidemediği çeteleri çökertmek olsaydı, Susurluk dosyasının raftan indirilerek ciddi bir yargılamadan geçirilmesi bile ciddi bir ihtiyacı belirli oranda karşılardı. AKP ise, tam aksini yaptı; işin içine 1 milyon kişinin dinlenmesine dayalı telefon kayıtları, yarım milyon sayfa belge vb. girince konu aydınlanmış değil, tam aksine boğulmuş ve hedef dağıtılmış oldu. Dava öyle bir hale getirildi ki, AKP’ye muhalefet eden herkese Ergenekoncu şüphesi düşürüldü. Sonuçta öyle depolitize bir ortam yaratıldı ki, herkes gölgesinden korkar oldu.

Sistem artık fiziki imha yöntemlerinden çok, algıyı yönlendirerek kişiyi taraf kılma, kazanma yöntemine başvuruyor. Bu şekilde solda duran veya aydın kimliği ile duran pek çok kişi farkında olmadan sisteme yedeklenmiş ve sistemin hizmetine girmiş hale getirilebiliyor. Böylece sınıfsal bakış açısı dağıtılabildiği oranda, gerçekte sınırları belli olmayan bir hedef, Don Kişot’un yeldeğirmenleriyle mücadelesi gibi soyut bir düşman yaratılarak bunun etrafında taraflar üstü, sınıfsallık dışı bir buluşma gerçekleştiriliyor.

Şimdi bu niyetler artık o kadar bariz bir şekilde ortaya çıktı ki, Avrupa Parlamentosu Şubat ayında hazırladıklar Türkiye raporunda Ergenekon davasında hukuka aykırı bir şekilde yürütülen soruşturmalar için şöyle diyor:

“Avrupa Parlamentosu, kapsamı çok geniş tutulan Ergenekon davasını kaygıyla izlemektedir. Parlamento, hükümetin ve yargının hukukun tüm süreçlerine uygun davranmasını, zanlıların haklarına saygı gösterilmesini bekler. Demokrasinin ve hukukun üstünlüğünün güçlendirilerek işletilmesinde, bu davanın bir fırsat olarak kullanılmasını teşvik eder. Parlamento, hükümetten bu davayı kendini eleştiren gazeteci, akademisyen ve politikacılara karşı baskı aracı olarak kullanmamasını bekler.” (Gazeteci Yazar Yalçın Doğan’ın 20 Şubat 2010 tarihli yazısından alıntıdır)

Anladığım kadarı ile bu raporu hazırlayan parlamento üyelerinin, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nden ve o projeye başkanlık yapanlardan haberleri yok. Yoksa, olmayan bir şeyi varmış gibi gösterip ve bunu hukuki yollardan çözümlemeye çalışmanın, hukuka aykırı davranmadan olabilmesinin mümkün olamayacağını bilirlerdi.

2 yıldır hükümete darbe yapılmak istendiğini ve bunun ülke geleceği için çok büyük bir tehdit olduğunu söyleyen hükümete karşı Deniz Baykal’ın, “Sanki Türkiye işgal edildi. Sanki, Türkiye’de bir darbe yapıldı da haberimiz yok. Bir yabancı ülke Türkiye’de iktidara el koydu. Devletin saygın insanlarına, kurumlarına karşı yıldırma harekatı yapıyorlar ve doğrultuda çalışıyor.”  şeklindeki açıklamaları ile, milleti böyle ciddi bir paradoksun içine soktular.

Hangisi doğru? Millet kime inanıyor?

Sanırım bunu, seçim zamanı sandıktan çıkacak sonuç gösterecek.

 

Not: Bu yazının özgün hâli Politika Dergisi Sayı 17’de yayımlanmıştır; fakat şu an okumuş olduğunuz, o yazının Saadet Toksöz tarafından güncellenmiş içeriğidir.

 

Yorumlar

sayın toksöz bunlara hiç

sayın toksöz bunlara hiç gerek yok... her şey ayan beyan ortada...

Nerede bu GENELKURMAY.....

Bende herkes gibi ilk ERGENEKON OLAYI patlak verdiğinde,bunun AKP'ye karşı çıkanların SİNDİRİLMESİ planının bir parçası olduğunu algıladım.Hala da bazen böyle düşünüyorum ama......İşte bu AMA çok önemli.Şöyle düşünelim;biz GARİBAN VATANDAŞLAR cezaevlerine düştüğümüzde,yeterli savunmamız yapılmadığından belki suçsuz olmamıza rağmen yıllarca cezaevlerinde çürüyoruz.Ancak bu davaya maruz kalanlara bakacak olursak,içlerinde en GARİBAN'ları yine GAZETECİLER...Her biri ŞEREFLİ TÜRK ORDU'suna yıllarca emek vermiş üst düzey komutanlar,Türkiye'nin tanıdığı yetmezmiş gibi,tüm dünya TIP'ının da yakinen tanıdığı bir DOKTOR,ülkemizin sayılı iş adamları,Sendikacıları ve Parti Başkanları......
Normal şartlarda herhangi bir şahıs bir suçla itham edildiğin de,eğer o şahsın yakın arkadaşları ve dostları onu korumak veya suçsuzluğunu ispat edebilmek amacı ile bir şey yapmıyorlar ise,demek ki onlar da şahsın suçsuzluğuna inanmıyorlar demektir.Gazetecileri,Sendikacıları,İş Adamlarını,Doktorları,Parti başkanlarını ve Emekli Subayları hadi AVUKAT'ları müdafaa ediyorlar diyelim.Peki ya hala görevde olan KOMUTAN'ları kim savunacak? Lütfen onları da AVUKAT'lar diye düşünmeyin.Zira suçlanan hala aktif görev yapan Komutanların bir çoğu eminim ki,Askeriyede birçok gizli operasyonlardan sorumludurlar.Veya çok önemli ve aynı zamanda DEVLET SIRRI taşıyan görevlerde iştigal ediyorlardır.Şimdi bu şahıslar suçsuzluklarını ispat etmek için de olsalar,bu görevlerini ve isnat edilen suçlamalar esnasında nerede ve ne yapıyor olduklarını isteseler de anlatamazlar.Acaba diyorum,koskoca ŞEREFLİ TÜRK ORDU'sun da bu şahısları SAVUNACAK bir ALLAH'ın Kul'u yok mu? Nerede bu GENELKURMAY BAŞKANI......Sanırım o Belçika'da kayıt edilen dinlemeleri yalanlama peşinde....Ben sıradan bir vatandaş olarak,demin verdiğim HERHANGİ BİR ŞAHIS örneğinde olduğu gibi,şöyle düşünmek zorunda bırakılıyorum.Demek ki bu aktif görevde olan KOMUTANLAR suçlular ki;KOSKOCA GENELKURMAY BAŞKANI bile lehlerine tek kelime etmiyor.Tamam o zaman,suçlularsa cezalarını fazlası ile çeksinler...Ama eğer değillerse ne olacak? Yarın öbür gün bu şahısların suçsuzluğu ispat edilirse,o GENELKURMAY BAŞKANI bu şahısların karşısına ne yüzle çıkacak? Bu Komutanlar o saatten sonra o şahsı GENELKURMAY BAŞKANI olarak tanırlar mı? Hiç sanmam....Bir lafım da İktidar da olan şahıslara.Madem bu ORDU'nun içi bu kadar kirlenmiş ve hali hazırda görevde olan GENELKURMAY BAŞKANI bunlara mani olamadığı gibi,gün yüzüne de çıkaramamış,o zaman ne tutuyorsun bu şahsı o görevde? Derhal GÖREVİNE SON VER.İstifa etme niyeti bile varsa,sakın kabul etme;bizzat GÖREVİNE SEN SON VER.....Belki ondan sonra gelecek olan GENELKURMAY BAŞKANI daha akıllı ve daha uyanık davranabilir....Saygılar.....

Ben yaptım olmaz!

Anayasa Mahkemesi Başkanı'nın aylar önce yaptığı uyarıyı, Hürriyet gazetesi, arka sayfalarda haber yapmıştı. Bugünse, aynı haberi birinci sayfadan manşet halinde vermişler.
Bu hükümet başa geldiği günden beri, Hürriyet gazetesi, bu hükümeti destekleyen bir politika izlemiş, yıllarca da yapılan yanlışların hiç üstüne gitmeyip, Ertuğrul Özkök ve diğer liberal yazarlar bu hükümet sayesinde ülkeye demokrasi geleceğinden dem vurdular.Halkı yanlış bilgilendirip, yönlendirdiler.
Bugün ne oldu da,180 derece değişip,hükümet aleyhine döndüler?
Gazetecilik, kendi menfaatlari doğrultusunda hareket edip, sonra da menfaatlar kaybolunca doğruları ortaya çıkarmak mıdır?

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.