Eleştiri, Özeleştiri ve Sol

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Mehmet Ali YAZICI

En az iki kişinin karşılıklı konuşma durumuna diyalog deniyor. Diyalog sözcüğü dilimize Yunancadan geçmiştir ve ortaya çıktığı dilde, tartışarak-konuşarak bir düşünceyi takip etmek, devamını getirmek anlamında kullanılıyor.

Diyalektik “diyalog” kavramından türemiştir ve “tartışma” anlamına da gelir. Olay ve olguların gerçek yüzlerini ortaya çıkartmak ve doğrulara ulaşmak için bilimin de kabul ettiği bir yöntemdir. Heraklitos´un, şartların değişimini ve hareketi tarif eden “aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz” sözü, diyalektiğin ilk açık tanımı olarak kabul edilir. En özlü tanımlamayı ise Engels yapmıştır. Diyalektik, “dış dünyada ve insan düşüncesindeki hareketin genel yasalarını inceleyen bilimdir”.

Diyalektik kavramı üzerine en çok kafa yoran Hegel’dir. Hegel’de mutlak bilgi, üç aşamalı bir süreçten geçilerek üretilir; tez-antitez-sentez. Bu üçlemi de diyalektik yöntem olarak tarif etmiştir. Hegel’de düşünce varlığa, varlık düşünceye özdeştir. Bu ikilinin gelişimi ve hareket hali ise diyalektik süreçtir.

Önce, herhangi bir konuda bir tez ileri sürülecek. Bu teze katılmayanlar antitezlerini ortaya koyacaklar. Ve bir tartışma süreci doğacak, yaşanacak ve sonuçlanacak. Bu sürecin sonunda bir sentez ortaya çıkacak. Bu, karşılıklı diyalogun bir sonucudur ve tanımlanmış şekliyle ortaya çıkan sonucun doğruluğu yaşam pratiğine uygulanarak test edilir. Eğer yaşam, bu ortaya çıkartılan sonucu doğrularsa, elde ettiğimiz bilgi yani sentez doğru demektir.

Hegel’in yolundan giden Marx, diyalektik yöntemi farklı tanımlar ve tabiri caizse, tersine çevirir. Diyalektiği maddeci bir temelde değerlendirir ve çelişki kavramını öne çıkarır. Diyalektiği çelişki, daha doğrusu karşıtların mücadelesi olarak açıklar. Marks’ta hareket, maddenin iç çelişki ve çatışmalarının ürünüdür. Düşüncedeki hareket ise, maddedeki hareketin bilince yansımasıdır. Marksistler, diyalektik yöntemi, diyalektik hareketin bilimi olarak kabul ederler.

Tartışma kavramı dışında, eleştiri ve özeleştiri kurumu da diyalektik yöntem dâhilinde değerlendirilmelidir. Şimdi, diyalektik yöntem çerçevesinde “Türkiye Solu”ndaki tartışma ve eleştirilere bir bakalım. Diyalektik ve tarihsel materyalizm üzerine yığınla yazı yazanlar ne yazık ki, otuz yıldır, yukarıda anlatılan şekliyle bir tartışma kültürü oluşturabilmiş değiller. Sol içinde ideolojik eğitimin önemli bir parçası olan teorik tartışmalarda kitlelere düzeyli tartışma örnekleri sunamadılar. Örgüt içi eğitimlerde, kendileri gibi düşünmeyenleri hedef alarak, devrimciler ve devrimci örgütler arasında uçurumlar yaratmayı başardılar.

Türkiye Solu, 12 Eylül sonrası eleştiri ve özeleştiri konularında, tartışmalarda, toplumsal olay ve olguların çözümlenmesi konularında ciddi bir kafa karışıklığı yaşamaktadır. Bu nedenle, uzun yıllardır gerilemenin ve daralmanın önüne geçilemiyor. Siyasal yapılar başkalarını acımasızca ve eleştiri kültüründen uzak kavramlarla yerden yere vururlarken, kendilerine karşı toleransı, “örgüt kültürü” haline getirmişlerdir. Özeleştiri kurumu işletilmeden başkalarından özeleştiri beklemişlerdir.

Lenin, "Bir siyasal partinin kendi yanılgıları karşısındaki tutumu bu partinin ciddi olup olmadığım, kendi sınıfına karşı ve emekçi yığınlara karşı görevlerini yerine gerçekten getirip getirmediğini saptayabilmemiz için en önemli ve en güvenilir ölçütlerden biridir. Yanılgısını içtenlikle kabul etmek, nedenlerim arayıp bulmak, bu yanılgıya yol açan koşulları tahlil etmek, yanılgıyı doğrultma yollarım dikkatle incelemek, işte ciddi bir partinin belirtileri bunlardır." diyordu.

Lenin, sola sirayet eden bu tür hastalıkları önceden tahmin ederek şunları söylemiştir: "Bugüne dek bütün devrimci partiler, kendilerin beğenmişlikleri, güçlerinin nerede olduğunu göremeyişleri ve eksikliklerini ortaya koymaktan korkmaları yüzünden yıkılıp gitmişlerdir. Ama biz yıkılmayacağız. Çünkü biz eksikliklerimizi ortaya koymaktan korkmuyoruz ve onları yenmeyi öğreneceğiz."

Bir düşünelim bakalım; kendilerini ML (Marksist-Leninist) tanımlayan parti, örgüt ve çevreler; bu değerlendirmelerin neresindeler? Kimse kimsenin burnundan kıl aldırmıyor. Kimse kimseyi beğenmiyor. Hatta bu beğenmeme fobisi çoğu zaman fiziksel çatışmalara bile dönüşebiliyor. Burjuva medyaya malzeme oluşturmada marifet gösterenler, bu marifetlerini toplumsal muhalefet ve mücadelenin geliştirilmesi alanında harcasalar bugün daha farklı noktalarda olurduk.

Türkiye’de devrimci tarzda siyaset yapmaya çalışanlar, başkalarını siyaseten beğenmeme, küçümseme, devrimcilere yakışan tartışma ve eleştiri kültürü dışına çıkma vb. özelliklerinden vazgeçmek zorundadırlar. Bu alanlara harcadıklarını enerjiyi halkın örgütlenmesine ayırmalıdırlar. Egemen cephe karşısında, aynı yelpazenin parçaları olarak hareket etmek ve bu bilinci kökleştirmek durumundayız. Türkiye Solunun içinde yer alan siyasi yapıların, farklı ideolojik, politik ve örgütsel duruşa sahip olanları “kendilerinden hissetme” mecburiyeti vardır. Çok geç olmadan bunun anlaşılması gerekir.

iletisim@politikadergisi.com

 

Yorumlar

15-16 haziran

Türkiye de devrimci güçler 12 Eylül Darbesinden sonra yıllar süren sistemli bir sindirme harekatından sonra bu noktaya gelebilmişlerdir...işin en acı tarafı bu devrimci partilerin ve örgütlenmelerin çoğu işçi sınıfının çıkarlarını savunma adına yola çıkmış , işçi sınıfı yolda bırakılarak yoldan çıkmışlardır...bugün bu partilerin kitleselleşememelerinin en önemli sebeplerinden biri ise işçiyi ve sınıfın çıkarlarını ve onun kültürünü yoksayıp lügat sosyalizmini şiar edinip kendi aralarında "bak biz ne kadar sosyalistiz?" kavgasına çevirmelerinden kaynaklanmaktadır...onun için Bu ülkenin işçi sınıfı kulağı küpeli uzun saçlı düşük bel pantolonlu lümpen proleterleri gördükçe kendi kavgasındanda soğumuştur....15- 16 Haziran 1970 lerde bu ülkenin işçi sınıfı tarafından gerçekleştirilen Büyük İşçi Eyleminde açılan "ordu millet elele" pankartlarını görmezden gelen işçi sınıfının yılmaz savunucuları (!)o günkü anlayışla ; bugün bunlar dile getirildiğinde o zamanın devrimci hareketinin cahil olduğunu söylemek küstahlığında bulunup 4 milyonluk istanbulda 500 000 emekçiyi taksim de toplayan mücadeleci ve devrimci zihniyeti kötüleyerek ; 15-20 milyonluk istanbul da 5000 kişinin Taksime girmesini başarı saymaktan bile çekinmemektedir...Toplum elbet bu gerçekleri görecektir...Bu elbette zor olacaktır fakat

Marks ında dediği gibi "Zor, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir..."

Yazara saygılar...

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.