Hayal Kırıklığı (Ian Craib)

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Ece ERDAĞ

     Ece ERDAĞ

 

   Sıcaktan nefes alamazken (biliyorum abartıyorum, tahammülüm düşük sıcağa, n’apabilirim!), derimin her bir gözeneğinden en iyi ısı kapasitörü olarak bildiğimiz “su” fışkırıyorken (peeh peeeh), hâlâ “Merkezi Sinir Sistemine Giriş” dersinden bütünlemeye kalıp kalmadığımı merak ediyorken (sevgili hocam Ertan Yurdakoş için gelsin bu kısım), her şeyi bir elimle itekleyip elimdeki kitaba gömülüyorum.

   Hayal kırıklıklarım geliyor aklıma. Aşağı yukarı bir ay önce depresyonun karanlık dehlizlerinde gezinip gelmişim (gelmiş miyim?). Dapdaracık tünellerde, iki büklüm ilerlemeye çalışmış, yarasalardan korunmak için kapanmışım kendime doğru. Yaşamımda da çoğu zaman aynı pozisyonu aldım. Annemin ilk azarında, babamın gözlerinden ateşlerin çıktığı o anda, arkadaşımla ilk kavgamda (ki hiç beceremem kavga etmeyi), ilkokuldaki “ben buraya çizgi çekmeye gelmedim!” isyanımda, öğretmenimin o gerzek çarpma işlemini yapamadığım gururumu incitmeye yeltendiği anda… Hayal kırıklıklarım, yaşamımı değiştiren koyu renkli bulutlarım, her daim tepemde yağmurlar yağdıran…

   “Umutlarımızdan, hayal kırıklığının her zaman ardından gelen umutsuzluk yüzünden değil de, yaşamda zorlukların kendini daha sık gösterdiği alanlardan bir anlamda sakınmak için vazgeçmeye çalışabiliriz. Her şeyden tamamen emin olamayacağımıza göre hiçbir şey doğru, iyi ya da güzel değildir deyip bunlarla ilgili ciddi düşüncelere harcayacağımız enerjiden tasarruf edebiliriz. O zaman içsel yaşamımız boşalır, dışsal yaşamımızda ise insanları ve olayları genellikle alçakgönüllü amaçlarımız doğrultusunda, kinik bir yaklaşımla manipüle eder hale geliriz.”

   Bilincim kendinde değil bu ara. Bilincim uçan şeylere takık. Uçan şeyleri severim; kuşlar, kelebekler, saçlar, düşünceler ve notalar... Bir de balonlar.. Bilincim havalarda… İnesi yok yeryüzüne, tutunmuş gökkuşağına, bir o yana bir bu yana sallanıp duruyor turuncuyla kırmızı arasında…

   Sartre, insan bilincini bir “hiçlik” olarak, nesnesinden her zaman ayrılmış olarak tarif etmiştir; sahip olmaya çalıştığımız şeyi her zaman, önceden kaybetmişizdir. Eninde sonunda gerçekleşecek olan kendi ölümümüzden duyduğumuz güçlü korku değildir sadece bizi rahatsız eden; sevilen birinin kaybının sadece diğer tüm kayıpları değil, aynı zamanda kaybetmenin kaçınılmazlığını, isteyebileceğimiz her şeyi sahip olmadan önce kaybetmiş olduğumuzu bize hatırlatmasıdır.

   Sahi, bir de kaybettiklerim vardı değil mi? En yakın zamanda dayı, biraz daha evvel Türkan Saylan (ki idealizmine vurgunumdur oldum olası), biraz daha açarsam arayı Aziz Nesin. Kesin unuttuğum bir sürü insan var sevdiğim. Ölüm ne garip şey. Gayya kuyusu gibi ölüm.

   İrlandalı yazar C.S Lewis, çok sevdiği eşinin ölümünün ardından şöyle der “A Grief Observed”de:

   “Bu kayıt, toptan çöküşe karşı bir savunma, bir emniyet subapı olduğu derecede faydalı oldu. Ortaya çıktı ki aklımdaki diğer amaç, bir yanlış anlamaymış. Bu durumu tarif edebileceğimi düşündüm; hüznün bir haritasını çıkarabileceğimi. Ancak hüzün bir durum değil, bir süreçmiş. Ona bir harita değil, bir tarih lazımmış. O tarihi yazmayı keyfi bir noktada bırakmazsam, durmam için başka sebep yok. Her gün tarihe kaydedilecek yeni bir şey var. Keder, uzun bir vadi gibi; herhangi bir kıvrımı yepyeni bir manzarayı açığa vurabilecek dolambaçlı bir vadi. Ama dediğim gibi, herhangi bir kıvrımda; her kıvrımda değil… Bazen sürpriz bunun tersindedir; kilometrelerce geride bıraktığınızı düşündüğünüz kırın aynısıyla karşılaşırsınız. İşte o zaman merak edersiniz, yoksa daire şeklinde bir hendek mi bu, diye. Değildir… Kısmî yinelemeler vardır, ama diziliş yinelenmez.”

   Keder kadar kişisel bir şeyle karşılaştığımı sanmıyorum ve çoğu zaman keder karşısında benimsenebilecek tek tutumun saygı olduğunu düşünüyorum. İçimde her sabah uyandırdığım ekstra peynirli bir keder var. Uzadıkça uzuyor. Tadı enfes, müthiş yaratıcı. Ama bir o kadar da bağlıyor beni sağa sola. Kimi zaman “yersiz” uzamaları oluyor kederin. Sezen Aksu şarkılarını sevmeyen biri olarak hep şu satırlarda patlıyor keder mesela (gözyaşları eşliğinde):

 

Gel de eğ, eğ şu asi başını
Kaçırma gel şu
olgun
yaşımı
Anladım korkunu telaşını
Görünce çakmak çakmak yeşillerini

Seni pamuklara sarmalar sararım

Ne sitemle güzel
kalbini yorarım
Sakınma tatlı dillerini
Ne bedel isterim ne hesap sorarım

 

   Oysa nasıl da sözü “getirmiyorum” kalp kırıklarıma. Ah, yine bir kırığım var benim. Hem de en güzelinden. En özgür ruhlusundan, en “kaçıngan”ından… Kimin kimden kaçtığı kısmı girift olmuş. Ailenin tek çocuğu olmamdan mütevellit bağlanma sorunlarım var, biliyorum. “Heey! Yakışıklı” diyesim var sana. Ve minik bir öpücük kondursam dudağının kenarına… Bu kez öyle bir iki günlük saçma salak bir ilgi değil içimdeki, gerçekten merak ediyorum karşımdakini, içindeki müzikleri, midesindeki yemeği, aklındaki fikri, makinesindeki fotoğraflarını, uykusunu, rüyalarını…

   Aşktaki hayal kırıklığının bir kısmi, kelimeler iki farklı insanın farklı deneyimleri ve anlayışlarını iletmek için ciddiyetle söylendiğinde idealin bir kez daha kaybedilmesidir. İnsanların aşka niçin âşık olduklarını anlamak zor değildir. Nasıl bazıları âşık olmaya bağımlı halde geliyorsa, bazıları da âşık olmaktan veba gibi kaçınırlar ve elbette aşktan kaçınma yollarımızdan biri de kelimelerdir.

   Sahi, bir de bedenlerimiz var hayal kırıklıkları arasında… Ki, içlerinde en katlanılabilir olanı belki de…

   “Bedenlerimizle ilişkilerimiz bir hayli karmaşık ve meşakkatlidir, bu ilişkinin bir kısmı bedenlerimiz tarafından sınırlandırılmış olmamızı içermektedir. Sonlu olan hayvani varoluşumuz ile görünüşe göre sonsuz olan simgesel varoluşumuz arasında acı verici bir şekilde bölünmüş insanlarız. Bedenlerimiz sadece bizi bazı şeyleri yapmaktan alıkoymakla kalmaz, aynı zamanda bedenlerimizin sonsuza dek var olmayacağını da biliriz; bedenler büyür, bozulur ve ölürler. Ancak kafamızın içinde, sonsuza dek yaşayabilecek fikirler düşünebiliriz; dilimizle, yani söyleyebildiğimiz şeylerle ilgili olarak, ortadan kaybolacakları anlamına gelen hiçbir şey yoktur.” Olmak istediğimiz şey bir yana dursun, fiziksel olarak, psikolojik açıdan olduğumuz şey bile olmayabiliriz.

   Özetle;

   Delilik, sana katlanabilecek kimse bulamamaktır… Ve sanırım bu, aşkın tanımına da denk geliyor…

 

iletisim@politikadergisi.com

 

 

 

 

[Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 16’da yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 16’yı indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.