Siyasette Düzen Sorunu 2

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Referans İçerik: 
Siyasette Düzen Sorunu

Siyasette düzen sorunu, bir boşluk sahasının sonucudur. Bir önceki bölümde model bir ülkenin nasıl olması gerektiği üzerine tartışmalarımızı yoğunlaştırırken, bu bölümde de siyasetin kavram tartışmaları ve sihirli işaret fişeklerine değinmeyi doğru buluyoruz.
Aşağıda yazımızın ikinci bölümü yer almaktadır.

ALT GRUPLARIN EN ÇOK TARTIŞILANI: LAİKLİK.
Köken itibarıyla Fransa’ da, Rönesans ve reform sonucu ortaya çıkan laiklik; bilinen anlamıyla Din işleri ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını ifade etmektedir. Sözcüksel olarak Eski Yunan’a dayanan laiklik, Machiavelli’nin yönetim anlayışı açısından konuyu değerlendirmesinden sonra insanlığın en çok kafasını karıştıran bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Laiklik; dinsel dogmaların bilim, sanat, felsefe ve siyaset üzerindeki baskılarını gerileten Rönesans ve Aydınlanma çağı düşüncesinden kaynaklandı; özellikle Katolik kilisesinin merkezi ve baskıcı yapısına karşı duyulan tepkiden doğdu.(1)

Kilisenin baskıcı anlayışı ve toplum üzerinde kurduğu katı disiplin kuralları sonucunda usçuluk akımı ve olguculuk doğdu. Laiklik de işte tam bu noktada bu iki akımın değerlerinden beslenerek kendine bir mecra buldu.
Batı toplumlarının ve devlet düzenlerinin laiklik doğrultusundaki evriminin özü, devletin belli bir dini temsil etmekten çıkarılması, din ve devlet ayrılığının sağlanması ve devletin her türlü inanç karşısında tarafsız ve eşit davranmasıdır.
Laik devlet düzenini; din ve ibadet, inanma ve inanmama özgürlüklerini de güvence altına alır. Kişilerin dinsel inançlarını seçmek, bunların gerektirdiği bireysel ve toplu ibadetleri yerine getirmek ya da hiçbir dinsel inanç beslememek ve bundan ötürü de kınanmamak konusunda mutlak dokunulmazlığı ve özgürlüğü vardır. ibadet özgürlüklerinin çerçevesi kamu düzeni anlayışıyla çizilmiştir.(2)

Türkiye de ise laiklik için birkaç tanım yapmakta fayda olduğu görüşündeyim. T. Ateş’e göre laiklik ilkesinin belirgin özelliği: egemenliğin kaynağının Tanrı değil Halk’ tır.(3) bu sayede halkın dini değerlerinin devlet yönetiminden soyutlanması gerektiği belirtilir.
Emre Kongar’a göre ise; laiklik kendi başına, dine karşı bir ilke değildi. Tam tersine, dinsel etkinlikleri, siyasal, toplumsal, kültürel ve hukuksal yaşamdan ayırarak, Türk toplumunun yeniden düzenlenmesi sırasında, İslam dininin Kemalistler tarafından ezilip yok edilmesini engellemişti (4)

Görüldüğü üzere laiklik; dini kurumların siyaset sahnesinden çekilerek, gerçek görevlerini yapması için bir itici güçtür. Doğal olarak laiklik birçok kez tartışmalara konu olmuştur. Çünkü her ülkenin laiklikten anladıkları aynı değildir. Aynı olamazda. Ülkelerin jeopolitik, demografik ve etnik kimlikleri ülkelere bağlı birer bağımlı değişken olduğu sürece laikliğin ülkelerde farklı olarak değerlendirilmesi olanağı ortadan kalkmaz. Bu konuyla ilgili son bir cümleyi sizlerle paylaşarak yeni alt başlığa geçmek istiyorum: Bugün Avrupa da sadece 3 ülke anayasasında laiklik kavramı yer alır bunlar; Fransa, Portekiz ve Türkiye’dir.
 
YÖNETİME MÜDAHİL OLANLAR veya YÖNETENLER…
a) Baskı grupları:

Baskı grupları tanım itibarıyla iktidar amacı taşımayan ancak iktidarın aldığı kararların kendi lehinde olması için iktidar sahiplerine; nüfuz, nüfus, mali kaynak, geleneksel etkinlik açısından yaptırım uygulayan zümreler olarak tanımlanabilir.
Özellikle demokratik yönetimlerde varlığını sıkça hissettiren baskı grupları; yönetimleri kendi çıkarları için kullanma çabası içerisine girişmişlerdir. Demokrasisi fazla gelişmemiş olan ülkelerde yönetime direkt olarak etki eden baskı grupları; siyasal iktidarları istediği gibi kullanabilir.
Parlamentonun çıkaracağı veya çıkarmaya çalışacağı bir kararı öncelikle inceleyip değerlendirmek isterler. Bilinen baskı grupları: işçi örgütleri, sendikalar, ticaret ve sanayi odaları, gençlik ve öğrenci örgütleri olarak kısaca özetlenebilir.
Ülkemiz için bakıldığında ilk akla gelen baskı grubu: patronlar kulübü olan TUSİAD' dır. TUSİAD; siyasal iktidarın karar alma mekanizmasına etki ederek, alınacak olan kararı kendi lehine çevirmeyi hedef alır. En önemli rolünü ise: çeşitli bültenler hazırlama, reklâm kampanyası yürütme, boykot ve borsadan hissedarlarının hisselerini çekmek suretiyle iktidarı tehdit ederek yaptırım gücünü kullanmakla gösterir.
Bu süreç içerisinde ordu’nun bir baskı grubu olduğunu söylemek güçtür. Ordu yerine göre baskı grubudur. Kendisini ilgilendiren konularda şüphesiz ki siyasal otoriteden talepte bulunacak veya siyasal otoriteye görüş bildirecektir.
b)silahsız savaşçılar: medya!
Bir iktidar ortağı medyayı kullanarak çok rahat bir şekilde iktidar olabilme hakkına sahiptir. Özellikle ülkemizde bu durumu iyi bir şekilde görebiliriz. Gerek görsel gerekse yazılı medya bir partinin iktidar yürüyüşünü rahatlıkla kuvvetlendirebilir veya baltalayabilir.
Bu durum bizlere aslında etik olmayan bir iç hesaplaşmayı ifade eder. Vatandaşların habercilerden talepleri doğru bilgilerin kendilerine ulaştırılması yönündedir. Oysaki haberciler bu isteği tam ters bir şekilde sağlayabilmektedir. Bu da bizde medyanın kalitesini objektifliğini gözler önüne sermektedir.
c) Oligarşik yapılar ve gizli örgütler:

İktidarı yöneten güçler arasında paylaşabileceğimiz son yapılanmalar oligarşik yapılar ve gizli örgütlerdir. Aslında oligarşik yapılarda bir bakıma baskı gruplarının içerisinde sıralanabilir. Aralarındaki fark bu yapıların sınırlı sayıda olması ve iktidar olabilme isteğine sahip olabilmesi kısmındadır. Belli bir sınıf
egemen yönetimine dayanan oligarşik yapılar; ülkelerin siyasi askeri kültürel birçok kararına istedikleri yön tayin edebilirler.
Gizli örgütler ise daha çok askeri ve dini anlamda bir iktidar kontrol arayışı içerisindedirler. Bu yapılar karar alma sürecinde gizli temsilcileri vasıtasıyla bulunmak isterler.
Robert MİCHELS’ in ünlü Oligarşinin Tunç Yasası çalışması bizler için çok sağlam bir kaynaktır. Michels’e göre: siyasal partiler ve işçi sendikaları kaçınılmaz biçimde bürokratlaşma, merkezileşme ve tutuculaşma eğilimindedir. Bir parti ya da sendikanın ideolojisi ve hedefleri başlangıçta ne kadar eşitlikçi ya da radikal olursa olsun, merkezinde mutlaka küçücük bir önderler grubu oluşacak, iktidarı etkin biçimde kullanarak görevliler aracılığıyla işleri yürütecek ve iç bölünme ya da muhalefetle karşılaşıldığında da örgütün varlığını sürdürebilmesini sağlayacak katı bir düzen ve ideoloji gerçekleştirecektir. (5)
Bu sistem mensupları ise: masonlar locası; çeşitli lobiler, tarikat ve cemaatler ve gizli haber alma servisleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
SİYASAL İKTİDAR KAVRAMI
VE EGEMENLİK OLGUSU
Çalışmamın başlangıç kısmında kısmen de olsa değindiğim siyasal iktidar kavramını bir başlık halinde tekrar değerlendirmek gerektiği inancındayım.
Egemenlik; kamu hukuku siyaset felsefesi ve klasik politika biliminde çok fazla yer işgal etmiş bir kavram olarak göze çarpmaktadır
Egemenliğin kaynağını, ortaçağ sonlarını ve yeniçağ başlarını kaplayan uzun bir zaman dilimi içerisinde cereyan eden tarihsel olaylarda aramak gerekir(6)
Egemenlik kavramının ilk defa tanımlamasını yapan ve teorileştiren Jean Bodin’dir. 16. yüzyılın sonlarına doğru yayımladığı Devlet’in Altı Kitabı adlı eserinde egemenliği; ülkede yaşayan bütün insanlar, bütün vatandaşlar ve tebaa üzerinde kanunla kısıtlanmayan en üstün iktidar olarak tanımlamaktadır. (7)
Klasik Egemenlik anlayışının, tek, mutlak üstün, sınırsız ve bölünmezlik kavramlarını Kapani eserinde şöyle özetlemektedir:
a) her şeyden önce Mutlak ve Sınırsız bir iktidar olarak anlaşılan egemenlik, zamanımızın, hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmaz. Çünkü hukuk devletlerinde en üstün egemenlik hukukun egemenliğidir. Eğer egemenlik, geleneksel olarak ileri sürüldüğü gibi, kendisinden üstün hiçbir güç tanımayan tam manasıyla bağımsız bir irade kudreti anlamına geliyorsa, bu anlamdaki üstün irade kudreti sınırlı iktidar anlayışı ile çatışma ve çelişme halinde demektir.
b) Klasik egemenlik anlayışı tek ve bölünemez olması açısından yeni problemleri de peşinde getirir. Bunların en önemlisi federalizm’dir.
c) Egemenlik teorisi kuvvetler ayrılığı ilkesiyle bağdaşmazlık ve çelişme gösterir. (8)
Buradan hareketle klasik egemenlik anlayışının toplumun yeni normlarına uymadığı sonucunu çıkarabiliriz. Klasik egemenlik anlayışı; belirli bir sistem dâhilinde dikta rejimlerinde geçerli olabilecek bir niteliğe sahip olarak karşımıza çıkmaktadır.
Egemenliğin mutlak ve devredilemez oluşu ve bu mutlaklığın Halka ait olduğu, egemenliği ancak halkın istediği zaman devri mümkünmüş gibi bir sonuç çıkarmakta mümkündür.
Gerçekten de Hitler Almanya’sı, Mussolini İtalya’sı, Franco İspanya’sında –ki bunlar dikta rejimleridir- klasik egemenlik anlayışının yaşayabildiğini görüyoruz.
Oysaki aynı dönemlerde kurulan Türkiye Cumhuriyetinde Atatürk’ün bu şekliyle egemenliği ele almadığını bariz bir şekilde görebiliriz. Çünkü Atatürk’ün düşüncelerine etki eden ünlü filozof J.J. Rousseau Toplum sözleşmesi adlı eseriyle Atatürk’ün kuracağı Cumhuriyet’e fikir babalığı etmiştir.
Rousseau Toplum Sözleşmesinde:
…kendini tek ve aynı bir münasebet altında olmaksızın düşünemeyen egemen, o zaman kendi kendisiyle sözleşme yapan özel bir kişi durumundadır; buradan da görülmektedir ki, kamusal gövde(egemen) için hiçbir türden zorlayıcı temel yasa, hatta toplum sözleşmesi yoktur bile yoktur ve de olamaz (9) diyerek klasik egemenlik anlayışının özgürlükleri kısıtlayıcı bir düşünce anlayışı olduğunu açıklamıştır.
MODERN DÜNYANIN SİYASİ YÜZÜ
Günümüz politik alanında, çok fazla kavram karmaşalarıyla örülü bir denge ve bu dengenin ortasında bilim üretmeye çalışan siyaset bilimciler kalmıştır. Ne yazık ki geçmiş siyaset bilimciler bıraktıkları tezlerin çalışmaların yanlış bir şekilde yorumlanabileceğini düşünememiştirler. M. Heidegeer, Duverger, Weber J.J. Rousseau, Marx… Gerçekleştirdikleri çalışmalarda toplumların değişim ve başkalaşma faktörlerini kısacası revizyonizmi göz önüne alamamışlardır. Örneğin Max Horkheimer Frankfurt Okulu’nu faaliyete geçerken Marx’ın bıraktığı bilimsel sosyalizm üzerine yeni yorumlar getirmek amacıyla hareket etmişti.
Aynı Horkheimer Sosyal araştırmalar dergisi’nin ilk sayısının önsözünde kuramsal çalışma ile siyaset arasında bir bağ olduğunu belirtirken, amaçlarının “ çeşitli bilimlerin yöntemlerini bugünün toplumunun çelişkilerine uygulamak ve toplumsal yaşamın(…) değişmesi açısından önem taşıyan bir kavramsallaşmaya ulaşmak” olarak tanımlıyordu.(10)
Bu bilgiler ışığında siyaset biliminde bir çok kavramın baştan yorumlanmaya başladığını, özellikle siyasal alana, siyasal olanda egemenlik kavramına ve politik kültüre yönelik bir çok bilgilerin baştan yorumlanmasıyla birlikte sorunun özünden uzaklaşılmış, gerçek teoriler üzerine çalışmak yerine teorilerin eleştirileri üzerine eserler kaleme alınmış ve bu durumda ikinci kez tekrar ettiğim üzere konunun özünden uzaklaşmayı beraberinde getirmiştir.
SONUÇ

21.yüzyılın ilk çeyreği geçmiş siyasal sistemler değerlendirmesi yerine, eleştiriler üzerine yoğunlaşmış; siyasal anlamda yönetim evreninde Kapitalizmin kurduğu dengeler ve bu sistemin doğal bir çıktısı olan Emperyalizmi tetiklemiş, ayrıca uluslaşma ve muhafazakârlık doktrinlerini de dünya gündemine tekrar tartışılmak üzere koymuştur. Bugün dünya üzerinde muhafazakâr düşünce ve ulusçu düşünceye dayalı devlet yönetim biçimleri şekillenmiş, birçok ülkede bu iki sistemi benimseyen iktidarlar ortaya çıkmıştır. Tabiatıyla diyalektik burada da devreye girmiş ve muhafazakârlık ile ulusçuluk arasında bir bileşim yaratılmaya çalışılmıştır. Özellikle kalkınmada geç kalmış, dünya değişim hızına yetişememiş ülkelerde muhafazakârlık ile ulusçuluk sentezi arayışlarını çıplak gözle incelenebilir bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kimi tarihçilere göre bir çağ kapatıp çağ açan gelişme olarak gösterilen 11 Eylül saldırıları, dünya üzerinde sistemlerin kurduğu demokrasi ve güvenlik kalkanlarının aslında ne derece güçsüz olduğunu bizlere göstermiştir. Bu durum şüphesiz ki Kapitalizmin geldiği son noktayı bize göstermiş bundan sonrası için din ekseninde karşılıklı gerilimlerin artışına da imkân tanımıştır.
Kim bilebilir belki de Huntington çalışmasında haklı da çıkabilir.
 
Yeni bir yazıda görüşmek dileğiyle…

SAYGILARIMLA

İlker EKİCİ
ilker.ekici@politikadergisi.com
 
Dip notlar ve Kaynakça
1) ANA BRITANNICA; 20. SAYI. SF:187; laiklik maddesi
2) A.g.e
3) Toktamış ATEŞ; DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE LAİKLİK; Ümit yayıncılık; Ankara sf:142;1994
4) Emre KONGAR; 21.y.y. da Türkiye; sf:121;remzi kitabevi 38.baskı Eylül 2006
5) ANA BRITANNICA;24. SAYI SF:174 Oligarşi Maddesi
6) Münci Kapani; Politika Bilimine Giriş; BİLGİ YAYINEVİ 17.BASKI Eylül 2005 Sf:55
7) A.g.e sf:57
8) A.g.e Sf:59–61
9) J.J.ROUSSEAU. Toplum Sözleşmesi; Paragraf Yayınevi
Çev: Turhan Ilgaz. 2005 Sf: 50
10)Frankfurt Okulu; Doğu- batı Yayınevi
Önsöz kaynakçası: zeitschrift für sozialforschung( sosyal araştırmalar dergisi 1932)

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.