Bu Yazılar da İlginizi Çekebilir!
- Basın Özgürdür (!)
- Padişahın Fermanı!
- Yüksek bilinç(!)
- Pes !
- "Utanıyorum!"
- Bu Sorulara Cevap Arıyorum
- Şen Ola Sandık, Şen Kıla
- Toplum, Tepkisiz Olmaya Görsün
- Ba(*)baya Mektup
- Referandumdan AKP’ye Güven Teyidi!
- Gerçek Sorumlu Kimdir?
- Benim Demokrasim, Senin Demokrasin, Onun Demokrasisi
- BDP Kendi Çalıp Kendi Oynuyor Ama...
- Em/ Ce/ Kare = Yaşam
- Bir Tarih Kitabı
Kemal'in Genç Neferlerine Bir Avuç Kıvılcım
Saygıdeğer sanatçı aynı zamanda kardeşi olan Çolpan İLHAN, onun hakkında şu sözleri söylemişti :
''Bir ağabey olarak , ‘O ‘An gelir Attila İlhan gider' demişti, bir tanecik abim. O anın geleceğine de inanmıyordum.
Attila İlhan öldü mü, ölür mü, onu sizler, bu toplum gösterecek. Buna sizler karar vereceksiniz ''
Yani ihtilal'in yakın sonrası, inkılâbın ortası.
İlkokulun ilk yıllarında ne hafta tatili değişmişti, ne soyadı kanunu çıkmıştı.
Tanzimat yozlaşmasından cumhuriyet'in ulusallaşmasına henüz geçiyorduk.
Kendinden ve geleceğinden emin, tam bağımsız bir nesil.
Dünya ve sanat idrak’imiz, başka türlü olamazdı ki !
Beş büyük hececinin en aşık şairi, Faruk Nafiz bey bile Osmanlının hükümetini
''ağalar hükümeti'' diyerek yermemiş midir?
Başka bir şiirinde ise ''nur topu ihtilaller'' den bahsediyordu.
Halk egemenliğine dayalı, laik ve demokratik, ulusal devletçilik, enflasyonsuz
dış borçsuz, rekor düzeyindeki ekonomik büyüme; son on yılda her yaştan yaratılmış
on beş milyon genç! Onlardan biriside benim.
Anadolu ihtilalinin inkılâbının bilincine ulaşacağım sırada gazinin ufulünü yaşayıp
sonra 40 karanlığında kaybolan, şiire meraklı çocuk!
hissedilen o sulfato acılığını, o hüzünlü ama daima geleceğinden emin, toplumsal ulusallığımızı anlarsınız.
Çünkü biçimci alafrangalık, teceddüt edebiyatına-yani Tanzimat’a dönmek demekti o ise batmak!
Elbette batmayacağız epeydir değişim örtüsü altında teceddüt prova ediliyor.
Yani Tanzimat’tan Sevres Antlaşmasına uzanan süreç!
Dağ taş kemal'in genç neferleri ile dolu iken, böyle bir şey ne mümkün?
Anadolu ihtilali'nin yüreğinden kopmuş, şu bir avuç kıvılcım, işte bu yüzden onlara sunuluyor!
Üstelik çelik gibi pırıltılı, Kuva-i Milliye mavisi!
Tren, tren.
Rıhtımlara döküldüm saçıldım
gelmedin.
En gizli rüzgarları dinliyorum.
Bir yerde benden konuşuluyor
biliyorum
Hırsızlama konuşuluyor gece yarısı
kayıp cigaraların korkak aydınlığında.
Cesetlere oturulmuş konuşuluyor
belki Barselona’da savaş sonrası.
Kim bilir belkide
ağır bir kar kalabalığına durmuş,
alman sosyal demokratlarının
En gizli rüzgârları dinliyorum.
Paris’teki ''tiryaki köpek'' kahvesinde Chesterfiled cigaralarının düşmanı soğuk gözlü bir kadın.
Ellerimden tutan bir kadın her on beş dakikada bir
Bütün Yahudiler gibi Yahudi
Yurdundan uğramışlar gibi yabancı bütün benden konuşuyor.
Otuz sekiz senesinde biliyorum.
İzmir’in işgal edildiği gün
ıslıksız dudaklarımdan alıp götürdüğün.
Hangi sırılsıklam marşandiz kanalıyla kim bilir.
Hangi İngiliz devriyesinden kaçırarak,
Kuva-i milliye çetelerine götürdüğün o nihavent şarkıyı bekliyorum.
Biraz şuh.
Biraz mahzun.
Biraz çıplak.
Benden konuşuyor o şarkı biliyorum.
Akşamları dağılan sonbahar bulutları götürüyor..
Bedevi sonbahar bulutları alıp götürüyor.
İki yorgun yaprak diye gözlerimi.
Karanlığı karşılamak
sulanmış toprak bir avluda
Pembe ve mor.
Ve bir genç kız yüzü kadar dinlendirici
gecesefalarıyla beraber karanlığı sensiz karşılamak.
Açık deniz uğultuları çocuk şiirleri ve mahpushane türküleriyle
dolduruyor içimi.
Yıldızların pırıltılı ağırlığı altında,
kerpiç duvarları çatlarken, yalnız olmak sensiz olmak.
Tadına bir kavak gibi tek başına varıp gökyüzünün.
Tek başına dokunmak kelebek kanatlarına
beni senden alıp dağıtıyor.
Senden alıp başkalarına dağıtıyor beni büsbütün.
Badajoz'da buluyorlar beni; İspanya’da.
Damarlarım açılmış gözlerim birbirinden uzak.
Kendimi hep Milano’da hesaplıyorum.
Islak duvarlarında bütün
bütün yorgun duvarlarında Milano’nun.
Uykularıma giren bir afiş balta ve mızrak.
En gizli kulaklarımda İtalyanca bir türkü var;
''..mia bambina dolce mia bambina ''
Yenik Badajoz'da bir kaç kere ölü son bahar.
En kullanılmadık bulut gölgelerinin altında
ümitlerini düğmeleyip eğilmiş Toledolu milisler.
Kızgın namlularını rüzgâra tutup yine benden konuşuyorlar.
Yakın ve fevkalade iyimser
bir yağmur halinde giriyorum uykularına.
Eflatun bir karanlık çektiler üstüme.
Kilitlediler dişlerim ayrılmıyor birbirinden.
Dilsiz bir gestapo hücresindeyim.
On beş dakika sonra yirmi dört saat olacak.
Ben ''erna baumgartner'' değil miyim, Heilderberg üniversitesinden ?
Sesi daima bir parça dumanlı
dudakları daima bir parça ıslak.
İki demirci çocuk Hitlerci Gençler Birliği'nden,
ele vermediler mi beni?
Hani boksör Schmeling'e hayran otomobil markalarına meraklı )
Üniversitenin büyük kapısında yağmur yağıyor.
Onlar meydanda toplanmış Heine'yi yakıyorlar.
Ben trençkot'umu unutmuşum
otobüs durağına koşuyorum.
Budapeşte'de durgun soğumuş gözlerimle unutulmuşum.
En uzak içlerime bir rüzgâr dağılıyor.
Bu bir bakıma kahrolmuşluğum
bir bakıma boydan boya kırılmış şarkılar.
Budapeşte radyosu susmuş.
Fabrikaların isli duvarlarında Petöfi'nin mısraları sımsıcak.
Ufacık kan gülüşmeleri duyuluyor, yenik bir sessizliğin arkasından.
Tankların o küstah öksürükleri.
En uzak içlerime Tuna'nın aydınlığı vurmuş.
fakülteli kızlar
savrularak.
Bir ihtiyar sosyalist sendikacı
sorgusu biter bitmez geceleyin kuruşuna diziliyor.
Gülümsemesi açık bir yara gibi utandırıcı.
Hürriyet gibi gözünde, pırıl pırıl hala çatlamış gözlükleri.
en kilitli kapılarım açılacak.
Yalnızlığımdan çıkıp gideceğim.
Ne sensiz kalırsam korkusu.
Ne kitaplarda okuyup altını çizdiklerim.
Ne alkol tutabilecek beni,
ne ölüm telaşı.
Bir gece sabaha karşı.
Kırık bir kuş çırpıntısı yaprakların üstünde,
en küçük su,
dört bir taraflara yelkenler halinde açılmış en büyük sedalar.
Bir vakit pariste jean jaures'in kürsüsünde,
bir vakit makina başında kuvayı milliye telgrafçısı.
Bir akşamüstü Sofya'da Çervenkov tarafından asılmış
sosyal demokrat bulvar gazetecisi.
Bir değil ben artık bir kaç kişiyim.
Belki Juarez'im, Meksikada güneş tuzunu yalıyorum,
Belki de Namık Kemal. Osmanlı sürgününde.
Habib Burbiga diye bir limanda yakalanıyorum. Bükreşte matbaa'mı dağıtıyor demir muhafızlar.
Kalküta'da kongre partisi sekreteriyim.
Hürriyet sokağında isimsiz bir mezar.
dehşetini birden kaybedecek gelmeyişin.
Islığımın tadında bir değişme.
İç tartışmalarımda büsbütün başka bir tutum, büsbütün başka kıvılcımlar.
VE EN PADİŞAH KORKULAR'A DİRENEBİLEN
YEPYENİ BİR MUSTAFA KEMAL DAVRANIŞ'I
üzümler memleketi, tütünler memleketi,
Türkiye, Türkiye çok gülmüş, çok ağlamış,
sabırlı, bağrı yanık insanlar memleketi.
Bulut gibi köpürmüş topraktan bereketi,
pehlivan dağlarında şafaklar büyümüş
ve o nehirler delirip gür gür gelirler
bir şarkı gibi dağdan denize yürümüş.
İnsanların, insanların, ah senin insanların,
morca gözlerinden öpsem, namuslu gözlerinden,
Asiyem işveli, Hatice fistanı dal işlemeli,
sen kırk köyün içinde şanlı Zeynebim.
Şabanı vurdular yirmi yaşında, köprübaşında
gel yılmaz Mahmudum, gel Bilaloğlan.
Arabamın atları, deh deh deh aman da,
ha burası Karadeniz, gemiler yatar limanda,
deryalar aslanı şems-i bahrî Kamil Reis,
bu insanlar senden gelir, sana gider,
tarlaya savrulmuş buğday gibi Türkiye.
Omzumda mavzer, koynumda çevresin
ve kıl heybemde taze lor peyniri.
Gök rengi süt, karanfil rengi şarap,
batan güneş gibi bakır taşkömürü
ve rüzgâra vermiş saçlarını nefti ormanlar
ve köylere karşı sarışın harmanlar.
Ferik elması, kavun, karpuz, dut ve kayısı,
fındık da sende, ceviz de sende, badem de sende,
alnımın teri, gözlerimin nuru Türkiye.
O senin çifte çarşılı harp görmüş şehirlerin,
sahilde Mersin, yayla türküsü Konya.
Adana'nın yolları taştan, yola çıkıp Maraş'tan
ezanla birlikte vardık bir akşam Urfa'ya.
Bursa'nın, ya Bursa'nın ufak tefek taşları,
Uçan yıldızı dondurur Ardahan'ın kışları.
Erzincan'da bir kuş var kanadı gümüş pul pul
ve göğe kılıç gibi çekmiş minarelerini
şehirler padişahı canım İstanbul.
sen Mehmet’sin omuzların Anadolu yaylası,
Aladağlar, Toros'lar dev gibi gövden,
Sen şehit oğlu, şehit babası,
sana selam olsun dünya'dan, hürriyet'ten...
Bir fabrika gibi soluklu yerinde duramayan.
Kaç kulaç boş varsa bu denizde üstünde ben varım,
bir şubat vapuru gibi puslu duman duman.
Eylül ocaklarından simsiyah ben çıkarım.
İktisat fakültesindeki akşam aydınlığıyım,
yağmurlu camlardan saygıyla kitaplara vuran.
Ne kadar Mehmet varsa kuşkusuz benim adım.
Yunus Emre’den bu yana Mehmet sıra dağlarıyım.
Davullar dağıttı göklerle savaşlardan dönmezliğimi.
Dünkü bol kurşun yedim besmeleyle vuruldum.
Bilirse düşman bilir öyle kolay ölmezliğimi.
Bir Mehmet kalktımsa ayağa bin Mehmet oturdum.
Asya’dan aldım türkü Avrupa’ya getirdim.
Yanardağlar kıskanır böyle ateş sönmezliğimi.
Emperyalizme karşı her süngü benim adım.
Mustafa Kemalden bu yana Mehmet sıra dağlarıyım.
Bir yerde bana bağlayan kanlı kelepçeler.
Karanlık tarlaların başı dönmüştür fabrika acıkmıştır.
Ceza evi avlularına bakar nedense son pencereler.
Fakat kapılar açılmıştır zincirler kırılmıştır.
Kalabalıkları kaldırır en heybetli düşünceler.
Özgür bir sosyalizme doğru her adım benim adım.
Nazım hikmetten bu yana Mehmet sıra dağlarıyım.
Yorumlar
Neden yoksun
Sayın İrfan Değirmenci, Atilla İlhan sizin narınızda mühim bir insansa, Atilla İlhan'ın hatırasına münhasıran kurulmuş, "seyir defteri Atilla İlhan" sitesini neden ziyaret etmiyorsunuz. Orada neden yoksunuz? merak ediyorum. Bekleriz efenedim.
Yeni yorum gönder