Öcalan’ın Paltosu

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Alper ERDİK
Yazının Yazıldığı Tarih: 
1 Aralık 2011

12 Haziran seçimleri öncesinde gerçekleştirilen, yıllardır her daim gündemde olan, daha doğrusu gündem edilen ve Kürt hareketi ile sosyalistlerin birlikteliği olarak kamuoyuna sunulan “ittifak”, ilgili öznelerin irade ve isteği ile, yakın tarihte, benzer amaçlarla ve farklı bir formla yenilendi. 

“Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku” ismi ile yola çıkan, Türkiye solunun çok çeşitli gruplarını temsil eden ve başlarını BDP’nin çektiği örgütler, 15-16 Ekim tarihlerinde yaptıkları kurultay sonucunda, “Halkların Demokratik Kongresi”nin (HDK) bileşenleri olarak, yola devam etmeye karar verdiler.

Konu ile ilgili olarak, tartışacak, pek çok başlık var. Kongre’nin ideolojik-politik yapısı, örgütlenme şekli, amaçları, mücadele biçimi, nasıl ve neden oluşturulduğu, geçmişi ve geleceği; bunlardan sadece birkaçı. Bunlara ek ve çok önemli, Abdullah Öcalan’ın süreçteki rolü de üzerinde durulması elzem bir mesele. Bunları irdelemenin, bizim açımızdan gereğine gelince; Şu bir gerçektir ki, yakın dönem Türkiye siyasetindeki, en ciddi, olumlu veya olumsuz bir anlam yüklemeden söylüyorum, en önemli girişimlerden bir tanesini, sosyalist sıfatı ile es geçmek, HDK’ye dair tarihe şerh düşmemek, güncel ve teorik politika açısından aymazlıktır, bunu en başta ve önemle belirtmiş olalım.  

İmralı’dan “çatı partisi” isteği

Öcalan, 19 Mart 2010 tarihli görüşme notlarında, AKP’nin o dönem yoğunlaşan baskılarına değiniyor ve çözüm olarak da AKP’ye direnebilecek bir beraberlikten, daha da somut olarak, “çatı partisi” isteğinden bahsediyordu: “Tehlike büyük, bunu herkese anlatmak gerek. Daha önce bir saatte yapılanlar, şimdi bir dakikada, bir haftada yapılanlar bir günde yapılmalı. Mustafa Kemal neden acele etti, oyunu gördü, şimdi de böyle, şimdi de oyun var. Öyle beklemekle olmaz. Ben eminim ki iyi anlatılırsa Türk halkının yüzde doksanı bu sürece gelir. Zannedersem altı-yedi parti var, EMEP, ÖDP de var herhalde. Bunlar hızla bir araya gelebilir, bir çatı olur. Şimdi EDP de var. Gerekirse çatının çatısı gibi EDP’yi de içine alan bir oluşuma gidilir. Hatta bütün demokratlara gidilebilir. AKP içinde, CHP içinde de demokratlar var. Bunlarla da görüşülür. Bu oluşum daha da genişletilebilir. Genişlemeye göre yeni modeller de bulunabilir. Bu çalışmalar hızlandırılmalıdır.”

Önemli gördüğüm için, eklemekte fayda var; aynı notlarda, Öcalan, Türkiye soluna akıl vermeyi de ihmal etmiyordu: “Sol hakkında şunu söyleyebilirim; bu işler öyle lafla falan olmaz. Pratik gerekir. Siyaset ciddi iştir, halkın işleri ciddi işlerdir. Sorumluluk alınmalıdır.” Tabii, iki alıntıyı bir araya getirdiğimizde göreceğimiz şey, İmralı’nın ve dolayısı ile Kürt siyasetinin algısı, solun, hâlihazırda güçsüz olduğu; ancak, bu hali ile bile, işbirliğine layık bulunduğu tezidir. Azımsanamayacak bir kitle desteğine sahip PKK ve onun yasal organlarına mensup herkesin bilinçaltında bu küçümseyici, bir o kadar da kompleksli düşünce mevcut.

Devam etmeden, sola dışarıdan bakış ve solun dışarıdan görünüşüne dair, birkaç söz söyleme zorundayım. Sol, her şeye ve her şeye rağmen, bu ülkede bir gerçekliktir ve herkes, istemese de bu “realite”yi tanımak zorundadır! 12 Eylül faşist darbesi bile bunu değiştirememiş; onur, namus, adalet, vicdan gibi pozitif anlam yüklü sözcükleri, solla birlikte anılır olmaktan kurtaramamıştır. Bu yüzden işte, Tayyip Erdoğan, referandum zaferinin akşamında, adının içinde sol sözcüğü bulunan bir partiye milyonların önünde teşekkür etmiştir. Yaptıklarını, bu sayede meşru kılmaya çalışmıştır. Öcalan’ın ve Kürt hareketinin durumu da hiç farklı değildir. Türkiye’nin sosyalistlerince olumlanmak, onları fazlasıyla onurlandırmakta, özgüven sahibi kılmaktadır.  Bu noktalar, bir anlamda, yazının da şifreleridir.

“Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku”

Birkaç yıldır, bazı sol yapılar arasında süren, çeşitli birlik, ittifak çalışmaları, ağır aksak ilerlerken ve öznelerce, bu çalışmaların amacı, Türk işçileri ile Kürt halkını yan yana getirmek olarak açıklanırken, 12 Haziran seçimleri geldi ve bu kısır tartışmalar, BDP’nin yardımı ile başka bir sürece evrildi. Abdullah Öcalan’ın isteği, sayıca az olmayan gruplarca yanıtlandı ve Selahattin Demirtaş tarafından, 6 Nisan 2011 tarihinde, kamuoyuna müjdelendi: “Emek, demokrasi ve özgürlük güçleri olarak ‘dinci ve milliyetçi blok’ ve ‘ulusalcı blok’ karşısında demokrasi özlemi duyanlarla, özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik ve sosyal bir anayasa için mücadele edenlerle yan yanayız.”

Blok, dikkatleri çekmiştir, ilk olarak ve o günler itibari ile sadece, Radikal gazetesi yazıcı ve okurlarında heyecan yarattı. Sırrı Süreyya Önder ve onun kadar değilse bile bir başka “popüler” isim Ertuğrul Kürkçü’nün vekil adaylığı söylentileri, burjuva medyasının coşku ve ilgi ile gördükleri haberler oldu. Türkiye sosyalistlerinin bir araya gelişleri, acaba neden patronların cephesindekileri ilgilendirir; bunu da cevabı bilinen bir “teorik bilmece” olarak kaydetmiş olalım.

Tabii, Blok girişimi ile beraber, tartışılması gereken birçok konu da, önümüze adeta yığılmıştı. PKK/BDP’nin öncülüğünde bir araya gelen örgütlerin hangileri olduğu başka bir konu; ancak, DSİP ve EDP gibi, AKP’nin “sol”dan payandalığını yapan, devrimci önderlerimize, evet doğru tabir, küfretme cüretini gösterebilen kişilerin içinde yer aldığı partiler de orada idi. PKK/BDP çizgisinin arasının pek de hoş olmadığı katışıksız Kürt milliyetçisi HAK-PAR’ı, Altan Tan gibi dinci gericileri, liberalleri, kendisini sosyalist olarak tarif edenleri, hep beraber ve “eşit” şartlarda içine alan Blok, aslında bir “siyasi çöplük” olarak karşımızda duruyordu.

Blok’un seçim bildirgesi, “Demokratikleşme”, “Ekonomi, eğitim ve sağlık”, “Çevre, doğa ve ekoloji”, “Gençlik”, “Kent”, “Engelliler”, “Dış politika” ve “Kadın” olarak, 8 başlıktan oluşuyordu. Bunların anlamını ve kapsamını tartışmayı sonraya bırakıyoruz ve asıl önemli “tespit”e geliyoruz. Demirtaş, özetle, az evvel de alıntıladığımız üzere, Türkiye siyasetinin, “İslamcılar ve milliyetçiler” ile “ulusalcılar” arasındaki bir “dalaş”tan ibaret bulunduğunu; bu cephelere mahkûm olunmadığını ve de bunlara karşı ve bunlara aynı mesafe ile savaşacak bir odağın teşkilinin zorunlu olduğunu söylüyordu.

Bunların önemi şuradan geliyor, bugün, Türkiye solunun büyük bölümü, en geneli ile, ülkemizdeki gelişmeleri bu çözümleme ile izliyor ve buna dayanarak politika üretmeye çalışıyor. Bu, yani başından sonuna hatalı olan bu analiz ise, solu hem kısırlaştırıyor hem köreltiyor hem de yerinde saymak ne kelime, geriye götürüyor. Ne yazık ki bu komik duruma itiraz edemeyenler, samimi solcular da var bu grupta, Ergenekon, yeni anayasa, Kürt sorunu gibi başlıklarda, AKP’nin yanına düşüyorlar.

Oysa ki, bu denli büyük bir acziyeti yaratan ve liberal tahakküm ile oluşan siyasi atmosferden sıyrılmak ve geçmişi ve geleceği “nesnel” biçimde ele almak, herkesi doğru hedefe götürecektir, bu, o kadar da zor olmasa gerek, hele ki, solumuz açısından! Peki, 2002’den bu yana süregelen olayları nasıl okumalıyız? Yavuz Alogan’ın, henüz 2008’de, yani, kafaların karışık olduğu günlerde, harikulade tarif ettiği üzere, evet, bugün ülkemizde savaşan veya savaşması gereken iki cephe var; ancak bu iki cephe, PKK/BDP ve onların peşindeki solcuların söyledikleri değil: Yani şu aşamada, bir yanda olası bir darbeye karşı mücadele etmekte olan demokrasi güçleri; öte yanda, Kemalist bir darbe yapmak için fırsat kollayan bir TSK yok. Peki, ne var? Bir yanda ABD ve onun resmi ve sivil işbirlikçileri, liberaller ve tarikat erbabı; öte yanda, resmi ve sivil ulusalcılar ve anti-emperyalist sosyalistler var.”

Meseleye böyle bakmayanların en büyük “başarı”sı, Öcalan’ın iltifatlarına mazhar olmaktır ki, maalesef, bunun hayali ile yaşayan ve sayıca pek çok olan “solcu” için de bu işte hiç sorun yoktur!

Bu bahsi noktalamadan yine soralım, kim vardı bu Blok’ta; İslamcı Kürtler, liberal Kürtler, Türk soluna koyun diyenler, Mahir’e sövenler, AB’ciler, en önemli sorun Kürt sorunudur, diyen sosyalistler… Gayet güzel, amaçları ne imiş peki; “dinci ve milliyetçi blok” ve “ulusalcı blok” karşısında, demokrasi özlemi duyanlarla birlikte mücadele vermek! Yukarıdaki öznelere bakınca, yani bu Blok’u oluşturanların olası bir iktidarını düşününce, insan bir fena oluyor doğrusu! Düşünsenize, Mahir posteri taşıyanlar Ergenekonculuktan, Deniz anmasına katılanlar derin devletçilikten yargılanıyor! Sosyalizm diyenler, tam bağımsızlık diyenler, geri kafalılıkla suçlanıyor!..

Öcalan fikir değiştirdi: Çatı değil, Kongre

12 Haziran seçimlerinden, kabul etmek gerekir ki, Kürt hareketi büyük bir başarı ile çıktı. 36 vekil ile Meclis’e giren BDP, sonrasında vekilliği iptal edilen ve tahliyesine müsaade edilmeyenler bir yana, artık çalışmalarını, ülkemizin batısına da taşımak istiyor, PKK’nin, legal oluşumları üzerinden, her zaman düşünse de hiçbir zaman başaramadığı şeyi, “Türkiye partisi” olma hedefini, sosyalistler üzerinden gerçekleştirmeye çalışıyordu. Süreç farklılaşıyor ve de ciddileşiyordu.

Abdullah Öcalan’ın 8 Temmuz’da basına yansıyan sözleri, geçtiğimiz ay, Ekim’de yaşananları, o günden bize bildiriyordu: “Daha önce bu Çatı Partisi için Demokratik Topluluklar Partisi ismini önermiştim. Ancak bugün ilk defa daha uygun bulduğum bir isim öneriyorum: Demokratik Ulus Kongre-Partisi. Araya tire koymamın sebebi ne tam Kongre ne de tam parti olmasındandır. Yarı Kongre şeklinde olabilir. Aynı zamanda yasal mevzuata göre hukuken var olabilmesi için ve hukuki varlığının kabullenilmesi için de Demokratik Ulus Kongre-Partisi şeklinde parti olarak kurulabilir. Bu şekilde hukuken varlığı da olur. Gerçi anayasa ve diğer yasalar da değişecektir. Ancak şimdilik bu şekilde hukuken de var olur.”

Bunlar ve söylendikleri tarih önemlidir, zira, HDK’nin örgütlendiği kurultay öncesi ve sonrasında, bileşenlerden bazı sol gruplar, çatı partisinden Kongre’ye nasıl gelindiğini, kendi itirazları üzerinden açıklamaya çalıştılar. Birlikteliğin bu halini, kendilerinin yarattığını iddia ettiler. Hal böyle ve her şey ortada iken, kendilerine sadece gülünebilir.

Kongre’nin sonuç bildirgesi de, yine, Blok’unkinde gördüğümüz üzere, toplumun her kesimini ilgilendirecek biçimde hazırlanmış. Aynı şey, kurultay öncesinde hazırlanan çerçeve tartışma metni için de geçerli. Yukarıda, yazıya aldığımız sekiz başlık ve benzerleri, Türkiye siyasetinin tüm bileşenlerinin, zaten üzerinde konuştuğu, konuşması gereken şeyler; ancak, bizi ilgilendiren, bunların vurgulanma maksadı. Buna dair birazcık konuşma gereği hissediyorum.

Yeni sağın bütünleyeni: Yeni sol

12 Eylül faşist darbesi, ülkemiz özelinde bir kırılma noktasıdır; fakat bu, 24 Ocak kararları, Ordu denetimindeki neo-liberal ANAP hükümetinin icraatları ile beraber düşünüldüğünde, böyledir. Tüm bunları daha anlaşılır kılacak olansa, o dönemde, dünya emperyalizminin durumu ve de acil ihtiyaçlarıdır. Küresel kapitalizmin yıllar öncesinde yaşadığı kriz, sistemin “teorisyen”lerince ele alınmış ve buna, bir de “çözüm” üretilmiştir. Yeni sağ dediğimiz ve dincilikle piyasacılığı, muhafazakârlıkla liberalizmi “barıştırmış”, bunu da, kabul etmek lazım ki, başarı ile yapmış siyasi akım, gelişmesine müsaade edilmeyen devletlere bir meta gibi ihraç edilmiştir. İhraç süreci, emperyalistler için kolay olmamış, anti-emperyalistler için acı olmuştur, ayrı konu.

Tüm bu saldırı sürecine eşlik eden ve bizce en çok, siyasi alanda etkili olan post-modernizm ise, yapmaya çalıştığımız analizin, yine önemli bir unsurudur. Aslına bakılırsa, hiçbir alanda, hiçbir şekilde, hakkında olumlu bir şey söylenemeyecek bu “felsefe”, ulus-devletlerin çözülüşüne, bir anlamda “teorik referans” olarak sunulmuştur. Siyasi ve ekonomik bir birliktelik olarak tarih sahnesine çıkan ulus kavramı, post-modernistlerce, etnik ve dini farklılıkların, çeşitliliklerin düşmanı olarak addedilmiş ve parça-bütün karşıtlığında parçanın önceliğini içeren tutarsız görüş ile, yok sayılmıştır.

Yani, yeni sağ, ki bu akımın vurucu güçlüğünü ANAP’tan sonra AKP üstlenmiştir, siyaseti, ekonomi politikası, “felsefe”si, kültür anlayışı, dayattığı yaşam tarzları, ılımlı İslam’ı ile, egemenlerce başımıza bela edilmiş; tarihsel anlamda bile olumluluk arz eden ulus, ulus-devlet, sol, devrim sözcükleri sözlükten çıkarılmaya çalışılmış, bunların karşıladığı anlam ve içeriklere savaş açılmıştır. Savaşın seyri, yoğunluğu, aşamaları konumuz dışında kalıyor. Geldiğimiz nokta ise şudur: Bayramı bile yasaklanan, sadece adı kalan bir Cumhuriyet, bununla beraber tarihe gömülmek istenen yaralı bir sol ve kimliksiz, kimsesiz bir halk!

Cumhuriyet’i ayakta tutacak, halkı yaşatacak olan sol ise, bu süreçte en büyük saldırının muhatabı da solculardır. Ne yazık, Türkiye solunun büyük bölümü, bunu idrak etmekte, dolayısı ile buna direnmekte aciz kaldı, kalıyor. Belirttiğimiz üzere, başta ulus kavramı ve ulus-devlet olmak üzere, modernizmin, modern siyasetin en ileri birliktelik ve siyasi eşiklerini tasfiye eden yeni sağ; etnik, dini, kültürel, cinsel farklılıkları, “taktik gereği”, siyasetin asli unsuru haline getirirken; normal olan, devrimcilerin, sosyalistlerin buna itiraz etmesi idi. Oysa ki bunun tam tersi oldu.

12 Eylül ve sonrasında, yenilgi ve ezilme psikolojisi, çok ama çok sağlıksız biçimde, ülkemiz sol öznelerinin kafasında bir komplekse dönüştü. Başarısızlığın nedenleri aranırken, temel ilkeler, yani solu sol yapan şeyler, sorgulanmaya başlandı. Öyle ya, 8 Mart’a, Kürtlere, Ermenilere, çevre mevzularına yeteri kadar önem verilseydi, kesinkes devrim olacaktı! Sakatlık, ayan beyan ortadadır. Ancak eklemek gerekir, adı geçen konular ve bunlara dair sorunlar, asla yok sayılmayı hak etmiyorlar. Dahası, sol, bunlara ivedilikle ve de önemle eğilmeli; ancak, dikkat edilmesi gereken şey, bu esnada,” temel çelişki”lerin bunların gerisine itilmesidir! Solu bitiren budur, bunun adı da yeni solculuktur!

Türkiye solu, tekrarla, içindekilerin çoğunun iyi niyetinden şüphe etmemeli; ancak, bileşenlerinin yaptıkları ile değişiyor, her geçen gün yenileşiyor. Üzülerek, vernellenmiş, yumuşacık olmuş; sınıf siyasetinden çark etmiş bir sol anlayış, bugün egemen hale geldi. Bu konuyu kapatmadan, mutlaka aktarmalıyız, dünyanın her yanında faaliyet yürüten, vurguncu, turuncu devrimci George Soros’un vakıfları da, Açık Toplum kitabı referansımız, yoğunlukla şu konularla ilgileniyor: “Yüksek öğretim ve genel eğitim, gençlik, hukuk düzeni, hukuki ve yasal uygulamalar, hapishaneler, sanat ve kültür kurumları, kütüphaneler, yayım ve internet, medya, zihinsel özürlüler gibi kolay incinebilen nüfus, azınlıklar, Çingeneler için özel önem, kamu sağlığı, alkol ve ilaç bağımlılığı vs.’’

Dikkat edilsin, az evvel de değindik, başlıkların hepsi, solun ilgi alanına giren, girmesi gereken şeyler. Ancak, yeni sağcılık, bunları evvela soldan aldı, gerici içerikler ve yöntemler ile, tekrar sola sundu. Solun görevi, evvela bu tuzağa düşmemek, sonra da bunları yeni sağdan geri alıp devrimci içeriklerle mücadele alanına dâhil etmektir.

Sekiz başlık, neden var ve bizi nereye götürür; sorunun yanıtı, sanıyorum ki açıktır.

PKK’nin asıl hedefi: “Demokratik özerklik”

Biz, her ne kadar, HDK’ye dâhil sol grupların, ölü siyasetlerini ve olmayan geleceklerini, teorik ve politik iflaslarını tartışsak da, mevzu, aslında, başka türlü bir hal almış durumda. Kürt hareketi, seçimlerden çok önce de açıkladığı üzere, artık önüne, “demokratik özerklik” dedikleri hedefi koydu ve bundan geriye, asla dönmeyecek. Üstelik, bu bir Türkiye projesi. Selahattin Demirtaş’ın ağzından pek çok kez duyduk, PKK/BDP, sadece Kürt coğrafyasında değil, ülkemizin her yerinde, özerk yapılar görmek istiyor. Son dönemde, PKK saldırıların artmasının sebebi de, halkımızda bir yılgınlık yaratma, bu yılgınlıktan yararlanıp amaca ulaşma çabasıdır.

Peki ya, tüm illegal ve legal yapılanmaları ile, Kürt hareketinin temel maksadı bu ise, sosyalistler neden HDK’deler?

Önceki bölüm, bir anlamda bunun tartışmasıdır; ama, ekleyelim, Türkiye solunun, artık devrimden ve sosyalizmden ümidini kesen, işçi sınıfı iktidarı mücadelesini gözü yemeyen örgütleri, kendilerini o yapıya atarak ve de “varlıklarını Kürt [PKK] varlığına armağan ederek”, birazcık daha yaşama telaşındalar. Yine değiniriz, bunun başka bir açıklaması olamaz ve zaten yok.

Pekâlâ, özerklik, kime, ne getirecek? Ya da birine bir şey getirecek mi? Son dönemde, ekonomik ve siyasi bir yapılanma modeli olarak hayli “popüler” bulunan özerklik, her devlet örgütlenmesinde farklı bir niteliğe sahip oluyor. Pek çokları da, bunu görmezden gelerek, sosyalist idaredeki yerel yapılanmaları, konuyla ilgili örneklerde ele alıyor.

Gerçek şudur ki, AB tipi ve neo-liberalizmin öngördüğü bir model olan özerklik, geçtiğimiz yıllarda da, AKP’nin bir hedefi olarak, kamuoyunda tartışılmıştı. Yerelleşme, yerinden yönetim kavramları ile tartışılan özerklik, içinde bulunduğumuz koşullarda, Fatih Yaşlı’nın 17 Eylül 2009 tarihli yazısında söylediği gibi, bırakın ülkemizi, Kürtlere dahi faydalı olamayacaktır: “Küreselleşme ile birlikte üretim süreci büyük ölçekli fabrikalardan küçük üretim atölyelerine kaydırılmış ve taşeronlaştırılarak işçi sınıfının kitlesel örgütlenmelerinin önüne geçilmişse, yerelleşme ile murat edilen de budur: Bölgeler arası rekabet, yabancı sermaye teşviklerini ve ucuz ve güvencesiz çalışan köleleştirilmiş yığınların yaratılmasını gerektirecek, toplumsal yaşamla hukuki ve idari yapı da bu köleleştirmeye uygun bir şekilde düzenlenecektir.”

Buna bir ek, AKP’nin en son ve en tehlikeli saldırılarından biri olan, Ulusal İstihdam Stratejisi de, PKK’ninkine benzer bir içerikle, yeni bir çalışma ve ekonomi modeli öngörüyor. Z. Ruhsar Şenoğlu’nun, Aydınlık’taki 19 Temmuz 2011 tarihli haber-analizinde şöyle deniyor: “‘Ulusal’ Strateji belgesine göre, merkezi hükümet, asgari ücretin alt ve üst sınırlarını belirleyecek, asıl asgari ücreti ise, ‘yerel aktörler’. Sistem, kalkınma ajansları ile teşvik sistemi gibi 26 bölge üzerine inşa edilecek. Belgede, işverenlerin bölgesel asgari ücrete ‘gönüllü olarak uyabileceği’ yönünde de bir ifade var. ‘Yerel aktörler’, yıllardır süren uygulamaların da bize gösterdiği gibi, yerel yapının en güçlüleri; tarikatlar ve sermaye sahipleridir. 26 bölge temelinde kurulan ‘Kalkınma Ajansları’nın, Fethullahçılara kaynak aktarma mekanizmasına dönüştüğünü hatırlatalım” Ve son, “Sistem hayata geçirilebilirse, her işçi kendi bölgesinde mücadele edecek, Türkiye çapında mücadele zemini ortadan kalkacak.”

Özerkliğin, uzun vadede bölünme getirip getirmeyeceği vs. konumuz değil; ancak, PKK ve AKP’nin, tabii ki çok farklı amaçlarla da olsa, aynı “proje”ye sahip olması, üzerinde asıl durulması gereken şeydir. Daha fazla söze gerek yok, alıntının son kısmı açıktır, kendisine sosyalist diyen herhangi birinin, neo-liberal tahakküm püskürtülmeden özerklik, yerelleşme lafı etmesi, affedilecek bir hata değil. Zaten, etnik ve dinsel sorunlar nedeni ile, bölük pörçük olmuş Türkiye işçi sınıfı, bu “proje”lerin sonucunda tamamen parçalanacak, proleterlerin birliği hepten hayal olacak ve sol da, devrimden iyice uzaklaşacaktır. Bu yüzden, yapılması gereken, özerkliğe şiddetle karşı çıkmaktır. Tabii bu, devrim ve sosyalizm gibi bir derdi olanların sorunudur!

HDK’nin koltuk değnekleri

Blok’un bileşenlerini şöyle sıralamıştık, yineleyelim: İslamcı Kürtler, liberal Kürtler, Türk soluna koyun diyenler, Mahir’e sövenler, AB’ciler, en önemli sorun Kürt sorunudur, diyen sosyalistler… Şimdi, bunların neden, nedenini geçelim, nasıl bir araya geldiği, tam bir muammadır; tabii, buraya kadar anlattıklarımızı görmezden gelirsek!.. Söylemek istediğim, teorik-politik çizgisi ne kadar tahrifatlı olursa olsun, hiçbir solcu, Altan Tan’la aynı çizgide olamaz, bugüne dek de olmadı. Fakat, Kürt hareketi deyince, kendileri için, akan suların durduğu bazı sol yapılar, büyük bir acizlikle, günde beş vakit kendilerine sövenlerle bile yan yana geliyor, ne yazık!

Altan Tan’ı, Şerafettin Elçi’yi falan bir kenara bırakalım, bu isimler zira, Kürt hareketinin, yeni dönemde en çok kullanacağı isimlerdir. Giderek milliyetçileşen, dört ülkede yaşayan, bölgedeki tüm Kürtlere hamilik yapmayı bile düşünen bir PKK için, artık sempatizanlarının dinci, liberal olması, önem arz etmekten çıkıyor. Ülkemizin Kürt coğrafyasında dahi, ne kadar çok oy alsa da, Kürt hareketinin marjinalleşiyor olduğu, bir politik gerçektir. Bunu tersine çevirecek de, AKP’ye daha yakışacak kişilerin bile, PKK’nin alanına dâhil edilmesidir ki, bunda da, onlar açısından bir tuhaflık bulunmuyor.

Fakat işte, bazı sosyalistler, Öcalan’ı kıramamış, Blok’ta bu iki isme dahi itiraz etmemişlerdir. Hadi bunu da geçelim, 12 Eylül referandumunda, “evet”çi olan EDP ve DSİP, ki, burada örgütlü olan kişiler, Zaman gazetesi ile bile, diğer sol yapılardan daha samimidir, nasıl olur da Türkiye solunun bir unsuru olarak,  diğerlerince kabul görebilir? HDK içinde, kendisine Mahir Çayan’ı, Deniz Gezmiş’i önder belleyenler, bu büyük devrimcilere küfreden Ronilerle, Ufuklarla nasıl olur da yan yana yürüyebilir? Bu iş, öyle teori falan değil, doğrudan onur ve haysiyet işidir! Bunun vebalini, HDK bileşeni tüm sol yapılar, bir gün mutlaka ödeyeceklerdir!

Ödeyeceklerdir elbette; ancak, bu ayıplarını savunanlar, meşrulaştırmaya kalkanlar, şimdilik gayet rahatlar. Kürt hareketinin güvenli kollarında sarhoşluk içindeki Levent Tüzel’in partisi örneğin, PKK kuyrukçuluğunu, hiçbir zaman kimseye kaptırmayan EMEP; bırakın bir özeleştiri yapmayı falan, üstüne bir de, bu durumu eleştirenleri eleştiriyor! Yarınlar dergisinin Ekim 2011 tarihli sayısındaki röportajda, bu minvalde bir soruya, adı geçen partinin GYK Üyesi Fevzi Ayber, şöyle diyor: “Solculuk, sosyalistlik, devrimcilik kıstasları koymak ayrıştırıcı olabilir. Zaten ezilen halkların, kitlesel taleplerine kayıtsız ve ilgisiz kalanların, birlik çağrılarına cevap vermeyenlerin başarılı olma şansı yoktur.”

Sormak lazım, hangi kitle, hangi ezilen halk, EMEP’i göreve çağırmış? Bu kadar komik bir şey olamaz, yüz yıl sonra bile, hiçbir Kürt yurttaş, bu kafadaki bir partiyi, hiçbir yere çağırmaz. Bunu geçelim, Ayber, solun başarı şartını tanımlamış; neymiş, solculuk, sosyalistlik, devrimcilik vurgulanmayacak!.. Öcalan’ın istekleri, şeriatçı, liberal sıfatlı, solcu düşmanı kişilerle yan yana gelmek pahasına, karşılanacak!.. Bunun adı peki, solculuk mudur; sanmıyorum, buna olsa olsa, intihar denebilir; açacağız.

“Çatı”ya sosyalist başkan hayalleri

Haziran ayında, Blok’un Meclis’e girmesinin ardından, çatının yapısı hızla tartışılmaya başlanmış, çeşitli öngörüler, belki de nabız yoklamak için, kamuoyuna sunulmuştu. O günlerde, Blok’a dâhil solcuların yayın organlarında, Abdullah Öcalan’ın çatı partisine, eş başkanlardan biri olarak, Levent Tüzel’i işaret ettiği yazılmış, söylenmişti. Aslında, HDK’nin vurgusunun sosyalizm değil, toplumculuk, demokrasi olduğunu belirten ve BirGün gazetesindeki, 7 Ekim 2011 tarihli mülakatında,  “Bu oluşturmaya çalıştığımız hareketin içinde antiemperyalizm ve antikapitalizm içsel bir olgu olarak zaten yer alıyor.  Bunu yazıya çiziye dökelim tartışmasına gerek görmüyoruz.” diyerek, kendini gülünçleştirmekten başka bir şey yapmayan Tüzel, o “makam”a gerçekten yakışırdı. Ama olmadı ve zaten de olma ihtimali yoktu. Nedenine gelince…

Bu yazının asıl yazılma amacı, anlaşılacağı üzere, Kürt hareketini eleştirmekten ziyade, sosyalistlerin acizliğidir. Şu bir gerçek ki, örgütler açısından, siyasette ittifak için ilk şart, güçlerde eşitliktir. Eşit güçte olmayanlar, ittifak yapamazlar. Oysa ki, HDK içindeki sol yapılar, bunu görmüyorlar değil, görmezden geliyorlar, kendilerini kandırıyorlar ve işin kötüsü, bunu da bile isteye yapıyorlar. Dışarıdan değil, içeriden bir analiz, söylediklerimizi daha da somutlaştıracaktır.

Bilindiği üzere, Devrimci İşçi Partisi (DİP) de, Blok bileşenlerinden biri iken, seçimlerden evvel, Blok’tan ayrılmış ve gerekçelerini sol kamuoyu ile paylaşmıştı. Bu yazıdaki tezlerimizi desteklemesi açısından, ilgili yazının bir bölümünü buraya alıyorum: “Blok’un kuruluşunda BDP ile sosyalist parti ve odaklar arasında kurulan ilişki tarzı, gelecekte bir cephenin sağlıklı işlemesi için gerekli asgari koşullara aykırı bir yola girmiştir. BDP’nin politik ve sosyal ağırlığının sosyalistlerden katbekat üstün olduğu tartışma götürmez. Ama bu, bütün kararların yek yanlı olarak verildiği bir ilişkiyi haklı gösteremez. Farklı siyasi görüşlere sahip siyasi odakların birlikte seçime girmesi anlamına gelen bir seçim bloğunun bildirgesinin, bütün bileşenlerin ağırlığı eşit olmasa da, asgari düzeyde demokratik bir tartışma süreci içinde hazırlanması gerekir. Oysa bildirge cephe bileşenlerinin çoğunluğuna sadece onay için gönderilmiştir. Yani sosyalist odakların çoğunun bildirgenin içeriği üzerinde herhangi bir etkisi olmamıştır. Bugün benimsenmiş olan bildirgenin tek siyasi odak noktası Kürt sorunudur. Bunun anlamı, metinde başka siyasi veya sosyal sorunlardan söz edilmediği değildir. Bunun anlamı, başka her şeyin ulusal sorunla ilişkilendirildiği ölçüde ve o sorunun belirli bir tarzda çözümüne hizmet ettiği ölçüde metinde yer bulabildiğidir… Esasen bildirgede sınıf bakış açısı hiç ama hiç yoktur. Ekonomik sorunlara değinilmesi, sınıf bakış açısı benimseniyor anlamına gelmez. Metin ekonomik alandaki sorunların, burjuvazinin çıkarları ve politikaları ile işçi ve emekçilerin ihtiyaçları arasında var olan bir çatışma üzerinde yükseldiği mantığından bütünüyle uzaktır. Yeni bir anayasa yapılması projesi, önümüzdeki dönemin kilit politik meselesi olarak ele alınmakta, her şey buna göre biçimlendirilmektedir. Devrimci İşçi Partisi bu yaklaşımın gerek Kürt hareketini, gerek işçi hareketini, gerekse sosyalistleri, burjuvazinin belirli kanatlarıyla, en başta da TÜSİAD ile işbirliğine sürükleyeceği kanaatindedir. 12 Eylül referandumunda ‘yetmez ama evet’ çizgisi ile AKP’ye ikirciksiz bir destek vermiş olan partilerin bugün seçim bloğunda yer alması ilke olarak karşı olunacak bir şey değildir elbette. İş ki onlar burjuvazinin iki cephesinden bağımsız bir konuma gelmiş olsunlar, referandumda boykot taraftarı olanlar eski konumlarını koruyor olsunlar. Ama onların katılımı böyle olmamıştır. Onlar, Blok’un ‘sivil anayasa’ yolunda bir çabayı siyasi bakımdan omurgası yapmış olmasından, TÜSİAD ile aynı doğrultuda yürümenin işçi sınıfı odaklı bir politikaya tercih edilmesinden dolayı burada yer alabilmektedir.”

DİP, konu ile ilgili yaptığı bu açıklaması ile, kol kırılır yen içinde kalır, dememiş, tarihe çok önemli bir şerh düşmüştür. Blok ve BDP’ye yapılan eleştiriler, gayet yerindedir. Dikkat çekici olan şeyse, gerek Blok bileşeni sol yapıların gerekse de BDP’nin konuya dair sessiz kalmasıdır. Bu kesimden birileri, muhakkak çıkıp, HDK kurultayında, sosyalistlerin savundukları şeylerin de programa alındığını söyleyecektir, oysaki yukarıda da işlenmiş, ekonominin kötülüğünden dem vurmak, anında anti-kapitalist, füze kalkanına karşı çıkmak, derhal anti-emperyalist yapmıyor kimseyi.

Solun ülkemize ve kendine ihaneti

Buraya kadar söylediklerimiz sonucunda, nereye varıyoruz? Vardığımız yer, maalesef, iyi bir yer değil. Türkiye solunun büyük bölümü, teorik-politik açıdan iflas etmiş, devrimden ümidini kesmiş, sosyalizm umudunu çöpe atmış ve Kürt hareketine, apaçık söylüyorum, “iltihak” etmiştir. Bu, tarihsel ve politik açıdan, hâlihazırdaki en ilerici siyasi hattın sahiplerini, yani tüm solcuları da olumsuz etkileyecektir.

Ancak, bu bir ayrışma dönemidir, solculuğunu kendi elleri ile tasfiye edenler, bir süre sonra, HDK içinde, varlıklarını da hiçleştirecekler; biz ise, bunu şimdilik, sadece teşhir edebiliyoruz ve ilgilileri uyarıyoruz. Ayrışma dediğim budur. Bir müddet sonra, DİP misali, aklı başına gelenler, mutlaka olacaktır. Ancak, o saatten sonra, dönüş pek de mümkün görünmüyor. Dönüş olsa bile, dönecek yer olmayacak. Bu da, bizim tarihsel tezimiz olsun.

Blok ve HDK dışında kalan sol örgütlere de değinmek, bunlar içinde de ÖDP, Halkevleri ve TKP’ye dokunmak gerekli. Adı geçenler, doğru bir kararla, Kürt hareketinin kuyruğuna takılmadılar. Bununla beraber, bunu neden yapmadıklarını doğru biçimde açıklayamadılar. Açıklayamazlar da, zira, politik duruşları buna müsaade etmiyor.

Seçim öncesi, Beşinci Boyut programında, TKP dışında, adı geçen iki kurumun sözcülerine, konu ile ilgili düşüncelerimi, Merdan Yanardağ aracılığı ile ilettim. Biliniyor, hem ÖDP hem de Halkevleri, seçimlerde, Blok’un sosyalist adaylarını destekleyeceklerini söylemişlerdi. Örneğin Ertuğrul Kürkçü, Kürtlere yanaşmadıkları gerekçesi ile, kendilerini çeşitli olumsuz sıfatlarla itham ediyorken, onlar neden Kürkçü’yü destekleme zorunluluğu duyuyordu? İlknur Birol ve Alper Taş’ın söyledikleri, izleyenler varsa hatırlayacaktır, konuya dair net hiçbir cevap içermiyordu. Çıkan sonuç, bence, zaruriyettir! Blok’ta yer almamanın bir “bedel”i mutlaka olacaktır ve bu yapılar, bu “bedel”i hafifletmek açısından, en azından adayların birkaçını desteklemek mecburiyetindeler.

Bugün de değişen hiçbir şey yok. Halkevleri ve ÖDP, HDK’ye katılmamalarının nedenini, mantıklı bir gerekçe ile açıklayamadılar. Kendi siyasi projelerini sürekli tekrarlayıp Kürt hareketine bu yüzden yanaşmadıklarını söylemeleri yeterli değildir. Bu da ayrıca cesaret istiyor tabii, işleri zor yani!.. TKP’ye gelirsek, TKP, diğerlerine nazaran daha sağlıklı ve mantıklı bir konumda; ancak, bu da yeterli değil elbette. “Sosyalistlerin Meclisi” adı altında yeni bir örgütlenme peşinde olan Parti, geçmişten bu yana süregelen ve kronikleşen seçkinci yönünü yine göstermekte ve “büyük çaresizliğini” çaresizce sergilemektedir.

Türkiye’ye ve sola yeni alternatif

Ülkemizin bir devrim sürecinde olduğu barizdir. Bu ise, devrimin çok yaklaştığı anlamına, kesinlikle gelmiyor. Devrim, halkın kitlesel, öncünün, yani sol-devrimci öznenin iradi müdahalesini gerektiriyor. Ekonomik-politik durum ve gidişatın, doğru düzgün bir analizi ise, her şeyin başı oluyor. Yapılması gereken ve yapmaya çalıştığımız budur.

Genel hatları ile irdelemeye çalıştığımız HDK ve önümüzdeki süreçte alacağı yeni form, parti, hareket her ne ise artık, sakat doğmuş bir “proje” olarak, görmek isteyen herkesin önünde duruyor. Nitekim, Merdan Yanardağ, konu ile ilgili yazdığı yazılardan birinde çok doğru bir biçimde, şöyle diyor: “Acil bir görev ve tarihsel bir sorumluluk olarak gerici-faşizan polis devleti hamlesini yenilgiye uğratmayı hedeflemeyen herhangi bir girişim, tam tersine, öznel niyet ne olursa olsun nesnel olarak, AKP-Cemaat diktatörlüğünün inşa sürecine katkıda bulunacaktır.”

Ve sonuca ilişkin de şunları kaydediyor: “Türkiye’nin ilerici birikimiyle buluşmayan (bu birikim ne kadarsa), kendisini tarihsel olarak bu devrimci birikimin parçası olarak örmeyen bir hareketin, yeni bir başarısızlık örneği sunmaktan başka sonuç yaratması neredeyse imkânsızdır. Bu durum ise yeni bir moral yıkım demektir. Oysa solun önünde, Kürt sorununun da adil ve onurlu bir zeminde çözülmesi de dâhil tarihsel sonuçlar yaratacak bir hamle yapma fırsatı vardır.”

Bu tespitten de yola çıkarak, konuyu biraz açalım. Bugün, düzenden rahatsız olan herkesin yapması lazım gelen ilk şey, düzeni ve düzenin sahiplerini çözümleyebilmektir. Alıntıda da var, bugün düşman, açık, AKP ve Cemaat’tir. Bunlara iktidarı veren küresel ve yerli-işbirlikçi kapitalistlerdir. Bunları ideolojik-politik olarak besleyen ise, yeni sağın teorisi; yani dincilik ve piyasacılıktır.

O halde, düşman ve nitelikleri bunlar ise, bizim mücadele alan ve başlıklarımız ne olmalı?.. Aydınlanma ve bunun felsefi, siyasi, kültürel kazanımlarını korumak için “laiklik”, neo-liberal sömürü düzenine maruz kalan, alnının teri ile geçinen, emeği ile yaşayan onurlu insanların tek değeri olan “emek”, ve sınırları içerisinde, ABD’nin sözünün geçtiği, böylece halkımız için bir açık hava hapishanesine dönüşen ülkemizi özgürleştirmek için elzem “bağımsızlık”; bunlar bizim siyasi hattımızı belirleyecek başlıklardır.

Daha önce ele aldık, yineliyoruz, ileride daha kapsamlı bir şekilde, umuyorum işleyebiliriz; bugün bizi kurtaracak, kesinkes devrim ise, devrime götürecek olan da “emek, laiklik ve bağımsızlık” mücadelesi verecek, toplumun siyasi, kültürel anlamda bütün ilerici kesimlerini bir araya getirecek bir “cephe”dir! Kürtlerin, Alevilerin, kadınların, işçilerin, emekçilerin, köylülerin, kent yoksullarının haklarını gerçekten, samimi biçimde savunacakların yeri, yeni sol ve Kürt milliyetçiliği soslu kongreler, çatılar, damlar değildir!

Yeniden Deniz olma zamanı!

Burada, dikkat edilirse, Dev-Genç’in mirasını kırk yıldır yiyen, bunu da henüz bitiremeyen, o kadar bereketli ki, foncu Ertuğrul Kürkçü ve dincilerin kanallarında, patronların gazetelerinde ünlenen, Said Nursi hayranı, kabadayı Sırrı Süreyya Önder’den pek bahsetmedik. Önemsiz değildirler; ancak önemleri de her geçen gün yitmektedir. Şehit haberleri geldikçe, ortadadır, her ikisi de, ne diyeceklerini bilmediklerinden, kaçacak yer arıyorlar. PKK/BDP hattında, siyasi kariyerlerine tavan yaptırıyorlar. Verdikleri saçma demeçler, utanılası beyanlar tarihe geçiyor, bunlar ileride çok başlarını ağrıtacak, bunu da iyi biliyorlar.

Her ne ise, kendilerinden, sonda da olsa, yazıda ikinci kez bahsetme gereği duydum, zira, bunu yapmazsam, içimde kalacak; utancımı paylaşmak belki beni yatıştıracak. 12 Haziran öncesinde, her iki vekil adayı, pek çok açılışa katıldı, irili ufaklı mitinglerde yer aldı. İki sahne hiç gözümün önünden gitmiyor. Birinde, Kürkçü konuşurken, kitle PKK lehine sloganlar atıyor; şahıs, insanlara kendini dinletemediğinden utanmak yerine, sloganlardan derin bir haz duyuyor, mutlu oluyor.

Diğeri çok daha fena. Sırrı Süreyya, seçim bürosu önünde, kendisini dinleyenler, Kürtçe bir şeyler bağırırken, Öcalan’a övgüde bulunurken, bizimki soruyor: “Selam yok mu selam?” Sonrasında, kalabalık daha da coşuyor ve İmralı’ya çok çok selam gönderiliyor. Önder’in olay anındaki gülümsemesi, bir Türk sosyalisti olarak, beni tarifsiz hüzünlere ve acıya gark ediyor.

İşte burada artık, söylenecek hiçbir şey kalmıyor. İdeolojik sorgulama falan yersizleşiyor, her şey basitleşiyor. AKP ve PKK arasında sıkışmış Türkiye siyaseti, bize nefes aldırmıyor. Yine de umudumuz yitmiyor, aydınlık bir ülke hayalimiz, silkinip tekrar kendimize gelmemizi sağlıyor.

Dostoyevski, pek edebi ve de veciz bir cümle ile, “Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık,” diyerek, Rus edebiyatının “öz”ünü insanlara anlatıyor. Bugün, solcu olduğunu iddia edenlerin çoğu da, pire misali, Öcalan’ın paltosunun cebinde kendine yer bulmak için, zıp zıp zıplıyor.

Türkiye’nin onurlu devrimcilerine, sosyalistlerine ise, yeniden ve bu kez her zamankinden daha umutlu, cesur biçimde, Deniz Gezmiş’in parkasını giymek düşüyor.

Tam bağımsız ve sosyalist Türkiye için, görev başına!

Alper ERDİK

iletisim@politikadergisi.com

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.