Seçilmişleri Seçerek Yönetilme Ezberiyle; Sınıfsal Tabakalaşmanın Ezikliğinde Yaşamaya Mecbur muyuz?

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Burhan İŞCAN
Yazının Yazıldığı Tarih: 
11.05.2012

Bilinçlendirilmemiş toplumlar, sürü zihniyeti etkisi altında illüzyonistlere tabi olarak onların emelleri için yaşarlar. En sefil hayat başkalarının arzusuna göre yaşamaktır

       Tarih ders alınıp, düzgün hareket edilmediği müddetçe tekerrürden ibarettir. Tarihin tekerrürünün söz konusu olacağı zamanlar için; “perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.”   diye söylenmiştir. Bu durumlarda ön görülü olmak, “yoğurdu üfleyerek yemek” demektir.

        “Siyasete katılmayan aydınlar cahiller tarafından yönetilmeye mahkumdur.” demiş Plato.

        İleri çoğulcu katılımcı demokrasinin ilk uygulayıcılarından Perikles ise; “Devlet işlerine karışmayanlara; kendi iş ve sorunlarının güçlüğü ile uğraşan sessiz yurttaş değil, hiçbir işe yaramayan gözü ile bakıyoruz. Bir politikayı ancak birkaç kişi ortaya koyabilir; ama hepimiz, onu yargılayacak yeteneklere sahip olmalıyız. Biz tartışmaya siyasal eylemin önüne dikilen bir engel değil, bilgece davranmanın ön hazırlığı olarak bakarız” demiştir.

       Yeni Anayasa tartışmaları ile birlikte yönetim şekli olarak Başkanlık sistemi tartışmaları da başladı. Görülüp izlendiği gibi, bu tartışmaların ana teması  “egemenlik” tir.

       Egemenlik halkın iradesinde mi olacaktır, temcilcilerin iradesinde mi olacaktır yoksa sınıfsal tabakalaşmada üstün aristokrat zümresinin iradesinde mi olacaktır; eğer halkın iradesinde olacaksa, halkın iradesini kimin, kimlerin ve nasıl  kullanacağıdır tartışılan ve ülke sorunlarının ana kaynağı sorun.

       Çoğunlukcu demokrasiler; bilinçsiz ve köleleşmiş toplumlarda, egemenlik iradesinin, sürü zihniyeti eşliğinde toplumu temsil edecek  yöneticilere devredilmesidir.

       Çoğulcu katılımcı demokrasilerde ise irade; toplum yine temsilciler vasıtasıyla yönetilirken, toplumu oluşturan bireylerin yönetimde söz sahibi  olmasıyla oluşur.

       Kozmopolit demokrasi, ulus devletlerin sürmekte olan öneminin tanınmasına dayanmakta; bu arada ulusalcılığın azınlıklar üzerinde baskıcılığına da sınırlama getirecek toplumsal uzlaşmacı yönetim çözümleri araştırmaktadır. Devletler sistemiyle birlikte var olacak,  ancak açıkca tanımlanmış faaliyet alanlarında devletleri aşacak yeni kozmopolit kuruluşların oluşturulması önerilmiştir. Bu bağlamda demokrasi kavramı yalnızca yeni demokratik kuruluşların biçimsel inşaatı değil; aynı zamanda egemen karar verme gücünün bölgesel ve küresel alanda yeniden dağılımına geniş bir sivil katılımın sağlanması olanağını da içermektedir.

       21 Kasım 1990 Tarihinde Paris’te Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’na (AGİK) katılan devletlerin, devlet veya hükümet başkanları  ülkelerinin demokratik toplumlar olması için işbirliği anlaşmasına imza atmışlardır. “Yeni bir Avrupa” için “Paris Şartı” adı ile anılan sözleşme ; yeni bir demokrasi, barış ve birlik çağının başlangıç startı mahiyetindedir. Paris Şartı demokrasiyi şu şekilde tanımlar; “İnsan Hakları ve temel özgürlüklere her insan doğduğu anda sahip olur, bunlardan feragat edilemez ve hukukun güvencesi altındadır. Devletin birincil sorumluluğu bunları korumak ve geliştirmektir. Bunlara saygı, aşırı güçlü bir devlete karşı asli bir güvencedir. Bunlara uyulması ve eksiksiz işlerlik kazandırılması özgürlük, adalet ve barışın temelidir. Demokratik yönetim, düzenli aralıklarla yapılan özgür ve adil seçimlerle ifadesini bulan halk iradesine dayalıdır. Demokrasinin temeli, insanın

kişiliğine saygı ve hukukun üstünlüğüne dayanır. Demokrasi, ifade özgürlüğünün, toplumdaki bütün kesimlere hoşgörü gösterilmesinin ve her fert için fırsat eşitliğinin en iyi güvencesidir.  Demokrasi, temsili ve çoğulcu karakteri ile  seçmene karşı sorumluluğu, kamu makamlarının hukuka riayet etmesi ve adaletin yansız bir  şekilde dağıtılmasını da zorunlu kılar. Kimse yasaların üstünde olamaz.”

       Perikles’ten günümüze gelinceye kadar “demokrasi anlayışı” nın geçirdiği bu evrim ve buna bağlı değişik anlayışın sebebi; dünya nüfusunun artması ile enerji kaynaklarının kısıtlılığı zaruretinden doğan  kapitalist emperyalizmin yayılımcılığını oluşturacak yönetim şekline kılıf hazırlamak, haklılığına mazeret bulmaktır. Bir bakıma da demokrasinin genleriyle oynamaktır bu durum.  Demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasının ana sebebi, enerji kaynakları üzerinde egemen yönetim tekelciliği oluşturmaktır. Bu sebeple, özgürlükleri kısıtlayacak, butlansal hakları meşru hak olarak algılatacak  olan vahşi kapitalizmin kuralsızlıklarını meşru gösteren; butlan hukuku yasaları türeten yolsuzluk ekonomisi politikaları ve politikacıları oluşturulmuştur. Butlan hukuku, aynı zamanda; yasal boşluklar oluşturulup faydalanılan geçiş dönemleri hukuku anlamındadır.

       Bu politikacılar sayesinde, toplumların egemenlikleri; küresel tekelleşmenin yöneticilerinin emri altına girmektedir. Bu politikacılar; küresel yönetim seçkinleri tarafından seçilmişlerin, “seçilmişi seçtirmek” dayatmalarıyla kullandırılan temsili irade yapısı içinde iktidar seçkini olarak atanması için seçilenlerdir. Bugün geldiğimiz noktada  demokratik devletler çoğunlukla otokratik, güce dayalı bir uluslararası ortamda işlev görüyor. Bu durumda akla şu soru geliyor; "Demokratikleşmemiş bir dünyada bir devlet tamamen demokratik olabilir mi?''  Yapılan araştırmalar tarihsel olarak demokrasilerin hiçbir zaman otokrasilerden daha barışçı olmadığını gösteriyor. Demokrasiler dış politikalarını otokrasilerden daha barışçı yürütmüyorlar. ABD'nin gelişmiş bir demokrasi olarak küresel düzeyde tahakkümcü bir güç olarak hiçbir demokratik ilkeye ve hukuka uymaması, imparatorluk hukukunu bir güç olarak kabul ettirmeye çalışması bunun örneğidir. Demokrasinin ve parlamentarizmin beşiği olan Britanya'nın ABD ile uyum içindeki politikası da bunu doğruluyor. Demokratik kriterler oluşturan AB'nin ise otokratik uluslararası alandaki yetersizliği ve zaman zaman tahakkümcü güce eklemlenmesi bu görüşü doğruluyor. Gerçekten demokratikleşmemiş bir dünyada, bir devletin tamamen demokratik olması olanaklı değildir. Nitekim gerek ABD’de gerekse Britanya'da demokrasi ve insan hakları, demokratik olduğu varsayılan devlet tarafından tehdit altına alındı. Bu tarihi bir çelişkidir. Bu nedenle küresel düzeyde demokrasiye ulaşılması bir iç politika sorunu olmayıp devletler arası ilişkiler alanında da uzlaşmaya çalışılması gereken bir hedeftir. Dünya düzeni daha demokratik olmazsa, ülkelerdeki demokrasi daima kısıtlı olacaktır.

İtalyan Ulusal Araştırma Kliniği'nde araştırmacı olarak görev yapan Daniel Archibugi, kozmopolit demokrasinin esas amacının dünya toplumunda yurttaşların, kurumsal planda devletlere paralel bir ses çıkarmalarını sağlamak olduğunu söylüyor. Kozmopolit terimi yurttaşların, nerede yaşarlarsa yaşasınlar hem kendi hükümetleriyle paralel olarak hem de onlardan bağımsız biçimde seslerini içeren, uluslararası olaylara müdahil oldukları ve siyasal olarak temsil edildikleri bir siyasal örgütlenme modelini işaret ediyor. Bu tanıma göre demokrasi, rehber kuralların yanı sıra siyasal süreçlere halk katılımını yaygınlaştırmayı içeren demokratik değerlerin izlenmesidir.

       Soğuk savaş döneminde ABD ve SSCB uluslararası olayları belirlerken, çoğu devlet gözlemci durumuna itildi. Bu dönem bittikten sonra oluşan yeni durumda ABD tahakkümcü güç olarak, BM'yi istediği doğrultuda kullandı, hatta Irak'ın işgalinde devre dışı bıraktı. Ulusal egemenlikler güçlü olanlarca sınırlandı. Kozmopolit demokraside ise ulusal egemenlik demokratik kamuoyunun doğrudan müdahalesiyle sınırlanacaktır. Kozmopolit demokrasi demek çoğulcu katılımcılık demektir. Bu da başka  bir anlamda, çoğunlukların azınlıklara tahakkümünün önlenmesi, azınlıkların demokratik haklarının korunması demektir.

       Ülkemizde yolsuzluk ekonomisi  politikacılarından oluşmuş TBMM toplum iradesini, egemenliğini temsil edemez hale gelmiştir ve ülkemiz parlamenterlerin dayatmaları kabulü ile müstemleke ülkesi durumundadır.

       Eski batık bankalarımız içinde Osmanlı Bankasının bir sloganı vardı hani; “aslında yok birbirimizden farkımız, ama biz Osmanlı Bankasıyız.” Diye. TBMM içindeki hiçbir partinin de bir diğerinden farkı yoktur aslında. Seçilmişlerin, seçim kandırmacasıyla yönetime atanmasıyla; azınlıkların çoğunluklara tahakkümünü oluşturmaktadır TBMM.

        Seçilerek atanmışların uyguladıkları yolsuzluk ekonomisi politikalarının oluşturdukları butlan hukuku; kendi iş ve gücü, kendi dertleri sorunları yüzünden, azınlıkların tahakküm dayatmalarını eziklikle sessizce kabullenecek çaresiz  bireylerden oluşan ezilenler toplumları oluşturmak içindir. Küresel seçkinlerin, iktidar seçkini olmak için seçtikleri seçilmişlerin, atanmalarının teyidi sözde seçimler yoluyla yapılırken; bu teyidi yaptırmak için verilen vaatlerin hepsi sonradan havada kalır. Çünkü yolsuzluk ekonomisi politikacıları sorunların bitirilmesinden değil, sürmesinden nemalanır. Ezberlerin tabularla korunduğu ortamda, politikacıların sorun çözücü politikalar üretmesi istenmez; çünkü köleler sınıfının yok olması sistemin işine gelmez.

       Sistem, demokrasi ve laiklik bilincine erememiş ülkemizde; bundan nemalanarak “parçala, böl ve yönet” politikasının gereklerini de oluşturmaktadır.

En sefil hayat, başkalarının arzuları emrinde yaşamaktır. Hiç kimse görmek istemeyenden daha kör, duymak istemeyenden daha sağır değildir. Bu millet aristokratların(Harbiyeliler) ruhbanlarla yaptığı üstünlük savaşını demokrasi savaşı sanmaktadır. Darbe nedir, darbeci kimdir kavram kamaşası içinde süren savaşın galibi; her zaman ülke yönetimi üzerinde baskıcı söz sahibi olmuştur.

Bu ülke yüzyıla yakın bir süreç içersinde, demokrasi aldatmacasında;  işte bu kast sistemi sınıfsal tabakalaşması üstün sınıfın yöneticiliğinde yönetilmeye mecbur bırakılmıştır. Bu kast sistemini oluşturan sınıfsal tabakalaşmada egemenlik; kah harbiyelilerden oluşan aristokrat zümreye, kah ruhbanların-belamların emrindeki siyasilere geçmiştir. Sonuçta bir demokrasi aldatmacası ve nitelikli dolandırıcılığın eşliğinde sınıfsal tabakalaşmanın üstünleri yönetimi oluşmuştur. Vatanın her karış toprağını satmaya kararlı Amerikancı illüzyonistler arasında şimdi de ÜLEŞ kavgası başlamıştır. Bu kavganın sebebi; küresel egemenler yönetiminin yeni dünya düzeni oluşturma  girişiminden pay almaktır.

       Yolsuzluk ekonomisi politikalarının beyni belamlar (ruhbanlar), kalbi bankalardır. Bankalar, borç denilen sahte parayla sahtekarlar türetirken, belamlar bunları kutsar. Egemenlik de, bu paraya bağlı olarak tabakalaşmış sınıfların üstünleri arasında  kutsanmış  kazananda olmaktadır. Bu yüzden, bu ortamda oluşan hukuka egemenlerin-üstünlerin hukuku veya paranın hukuku adı verilmektedir.

       Şimdi gelinen noktada istem; üstünlerin egemenliğinin tescili olarak, başkanlık sisteminin oluşmasına bağlanmasıdır . Bu illüzyonistlerin, sorunları hallediyoruz diye; yanlışı başka bir yanlışla telafi etme cihetine gitmesinde gelinen son noktadır. Bunun sebebi sorunların sürmesinden nemalanmak amacıdır. Zira sorunlar sürdükce; kast sistemi sınıfsal tabakalaşmasında birbirlerini öcü olarak gösterenlerden  üstünü, ülke yönetiminde daima söz sahibi olacaktır.

       Bilgi en değerli hazinedir. Bu hazine paylaşıldıkca büyür. Bilgi paylaşımı ile bilinçlenmenin  önüne geçenler, insanlığı hazinelerden mahrum eden hırsızlardır. Onlar kainatın en rezil hırsızlarıdır. Çünkü onlar önce güveni çaldılar.

       Bağımsız uygar devlet olarak ilerlemenin  ilk şartı; vatandaşların güveneceği devletin  politikasını  ve bu politikanın gelişerek sürdürülmesini temin edecek ortamı oluşturmaktır. Devletimizin bu gün en temel sorunu bu ortamın olmamasıdır. Bu ortam, milli iradenin; hesap verilir, ve her an müdahele edilebilir bir şekilde temsilciler tarafından kullandırılması ortamıdır. Öngörülebilecek çözüm; devlet yönetimine, toplumsal menfaatlere yönelik bir anlayış getirerek, halkımızın maddi ve manevi yönden tatmin ve ikna edilmesi suretiyle, geniş bir ''toplumsal uzlaşma ve uyumu'' sağlamak ve buradan alınacak ''güç ve irade'' ile çok daha ''kişilikli bir dış politika'' yürüterek ''ulusal ve toplumsal çıkarları'' ön plana çıkarmak ve gerçekleştirmektir.

       Türkiye Cumhuriyeti  Kurucusu Atatürk’e göre; "Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan; beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatta samimi olan; ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden vücuda gelen cemiyete millet" denir . Ona göre bir devletin dayandığı esaslar; "bağımsızlığı tam" ve "kayıtsız şartsız millî egemenlikten ibarettir

        Bilindiği üzere egemenliğin hukukta iki görünümü vardır: Dış görünüşü ile millî egemenlik, milletin özgür ve bağımsız yaşamasını, dışa karşı millet birliğini ve bütünlüğünü belirtir. İç görünüşü itibariyle milî egemenlik, demokratik rejimi yani egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu ifade eder. Devletin ülke sınırları içinde en üstün ve yüksek, hiçbir kurumla paylaşılamayan, devredilemeyen, aslî, kayıtsız ve şartsız, iktidarını ifade eder. Ancak bu iktidar keyfi değildir; hukuk kurallarıyla ve en başta anayasanın hükümleriyle kayıtlıdır. Devlet iktidarının kaynağını izah bakımından tarihen öne sürülmüş temel görüşler arasında, yeni Türk Devletinin dayandığı esas, millî egemenlik olmuştur.

       Millî Egemenliğin çok kısa olarak anlamı ise şudur: Egemenliğin tek, meşru kaynağı ve sahibi millettir. Yöneticiler ancak egemenliği kullanmak yetkisine sahip olabilirler. Böyle olunca da egemenliği ancak milletin temsilcileri marifetiyle kullanabilirler. Böylece millî egemenlik, millî temsil ilkesiyle birleşmiş olur.

       Millet iradesi, fertlerin diğer deyimle bireylerin iradelerinin bir araya gelmesinden, kaynaşmasından, sentezinden oluşmaktadır. Millî egemenlik milletleşme olayına bağlı olarak, milletin ve vatandaş toplumunun bölünmez iradesidir.

       Devletin sahip olduğu kuvveti ifade ederken, bu kuvveti kendine özgü diye niteliyoruz. Gerçekten devleti oluşturan milletin bağrında egemen olan kuvvet, bireysel olarak hiç kimse tarafından verilmiş değildir. Siyasal egemenlik, devlet kavramında kendiliğinden mevcuttur ve devlet, onu halk üzerinde uygulamak ve milleti dıştan öteki milletlere karşı savunmak yetkisine sahiptir.

       Madem ki devlet, bir buyruk, bir egemenliğe sahiptir, onu ifade ve yerine getirmek için birtakım vasıtalara ihtiyacı vardır. Bu vasıtaları kapsayan devlet teşkilâtında yasama, yürütme ve yargı organlarının yanı sıra kuvvetli denetleme organı olması şarttır. Devlet, bir hukuksal kavramdır. Gerçekte yönetenler, egemenliği kullanırlar. O hâlde, devlette yönetenler kimler olmalıdır? Siyasal kuvvetin geçerli ve doğru olabilmesi için, devletin soyut egemenliği, gerçekten kime verilmelidir? İşte bu sorulara cevap veren; demokrasi prensibidir.

       Bu bakımdan egemenlik birdir, parçalara ayrılamaz ve egemenliğin ifade ettiği ortak irade, onun sahibi olan ortak kişilik olan millet tarafından, hiçbir vakit, başkasına devredilip bırakılamaz

       Bugün gelinen nokta, Cumhuriyet güçlerinin, Kuvâ-yı Milliye ruhuyla Müdafaa-i Hukuk ilkesini yeniden düşünmeye başladığı bir noktadır. Bu nokta, belki de ulus devletimizin emperyalizmle mücadelesinin son raundu, Türkiye Cumhuriyeti'nin ülkesiyle, milletiyle bölünmez bir bütün olduğunun ve asla parçalanamayacağının son kez hatırlatılması olacaktır. Türkiye'ye Sevr koşullarının yeniden dayatılmak istendiği düşüncesine katılmamak mümkün müdür? Sevr, bir sürecin sonuçlandırılmamış sonucudur.

       Atatürk, vatan toprakları üstünde "TÜRKÜM" diyen her insanın ayrıcalıksız ve sınıfsız kaynaşmış kozmopolit bir  Türk ulusunu temsil ettiğini ve ulusa "TÜRK ULUSU" denileceğini ısrarla bıkmadan, usanmadan tekrarlamıştır. "EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ ULUSUN OLACAKTIR." Ulusun elinden hiçbir güç, hiçbir iç ve dış kuvvet bu hakkı alamayacaktır. Ulus öylesine eğitilecektir ki, bu kutsal varlığı büyük bir titizlik ile gereğinde canı pahasına koruyacaktır. Bugün ulus ya da millî devlet dediğimiz zaman, ''Kuruluş bakımından, ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün teşkil eden, dünya görüşü yönünden de milliyetçiliği (ulusçuluğu) esas bilen, yani başka milletlerin varlığına saygı gösteren ve kendi varlığına saygı isteyen, emperyalizmi reddeden devlet'' akla gelmektedir.

       Türkiye Cumhuriyeti, bir ''ulus devlet'' tir. Çünkü, sınırları ''ulusal sınırlar'' dır. Bu sınırlar, 1918 yıkıntısı sonucunda, ''gerçekçi'' ve ''milli'' liderinin ''Misâk-ı Milli'' ile tespit ettiği ''anavatan''ın, ''fiili'' ve ''doğal'' sınırlarıdır. Özellikle ve önemle belirtilmesi gereken bir diğer konu da şudur: ''Ulusal devlet'' in vazgeçilmez ve birbirini bütünleyen iki ana ilkesi, ''antiemperyalizm'' ve ''tam bağımsızlık'' tır.

       Bu bağlamda, sınırların artık önemini yitirdiği, daha çok mikro milliyetçiliğin, etnik ve dinsel kimliğin ortaya çıkarılmasının gerektiği, gerek mikro milliyetçiliğin, gerek kökten dinciliğin ülkemizde alevlendirilmek istendiği gerçekleri, ''ulus devlet'' in yukarıda belirtilen ana unsurları karşısında, bu ve benzeri faaliyetlerin niyet ve maksatlarını ortaya koymaktadır. Böylece, ''ulusal sınırlar'' ın değişmezliği unutturularak, ''ulusal devlet'' in bölünmez bütünlüğü yok edilecektir. Mikro milliyetçilik ile; emperyalizmin parçala böl ve yönet politik ilkesi gereğinde ''ulusal nüfus'' dağıtılacaktır. Böylece, etnik ve dinsel kimliğin ortaya çıkarılması ile ''ulusal kimlik'' silinecektir. Böylece, kökten dincilik alevlendirilerek, ''ulusal egemenlik'' ortadan kaldırılacaktır. Açıklıkla görülmektedir ki, niyet ve maksat ''ulus devlet'' yapısını yıkmaktır.

        Ulu Önder Atatürk, ulusçuluğu; Ulusal Ant (Misâk-ı Milli) sınırlarının belirlediği Türk vatanında, aynı uzun ve ortak geçmişin ortak dil, ülkü ve kültür birlikteliğinin oluşturduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran kozmopolit Türkiye halklarının, tam bağımsız ve onurlu yaşamı, ana öğe olarak algılayan birlikteliği olarak açıklamıştır. Atatürk ulusçuluğunun özü içeriye karşı, eşitlikçi, özgür bir Türkiye, dışa karşı, tam bağımsız bir Türkiye'dir. Tam bağımsızlıktan amaç siyasal, tutumsal, toplumsal ve kültürel bağımsızlıktır.

       O'nun, ulusçuluk anlayışı, ülke içinde etnik ayrımcılığa izin vermeyen, Anadolu kültür mozaiğini, bir bütün olarak kucaklayan görüşü yansıtmakta, öte yandan, ırkçılığı, Panislamizm ya da Pantürkizmi, eş anlatımla, ümmetçiliği ve kafatasçılığı kesinlikle reddetmektedir. Ayrıca geçmiş Osmanlı döneminin, ulusal bağımsızlığı ortadan kaldıran, devleti dışa karşı (iktisadi açıdan) bağımlı kılan her türden müdahalelere de karşıdır. Bu nedenledir ki kapitülasyonlar tümüyle kaldırılmış, devletin varlığını ipotek altında tutan ve Osmanlıyı yarı sömürge durumuna getirmiş olan Düyûn-u Umumiye (Genel Borçlar) kurumunu tasfiye etmiş, yabancı sermaye tekelini tümüyle yok etmek için özel sermayenin olabildiğince millileştirilmesini sağlamıştır. Bu görüşlerle, Atatürkçü milliyetçi görüşün, uluslararası bütünleşmeye karşı olduğu biçiminde ortaya atılan savların, ne kadar sığ ve dayanıksız olduğu da ortaya çıkmaktadır. Ulu Önder Atatürk, uluslararası bütünleşmeye değil, devletin bağımsızlığını zedeleyen uluslararası tekelleşmelere, sömürüye, kişiliksiz, onursuz, küçük düşürücü ilişkilere karşıdır. Yüce Önder, uluslararası ilişkilerde, devletlerin eşit koşullar altında, birlikteliğini öngörüyor, dış politikasını buna göre düzenlemiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin tam bağımsızlığı işte bu düşüncelerle, Lozan'da, tüm uygar dünyaya kabul ettirilmişti. Daha sonraki yıllarda çeşitli vesilelerle dile getirilen ''Yurtta Barış, Cihanda Barış'' özdeyişi bu görüşün bir başka açıklamasıdır. Ulu Önderin, bu kişilikli, onurlu ve saygın dış politikası, daha sonraki yıllarda bağımsızlığını kazanmak üzere eyleme geçen ulusların ortak paydasını oluşturmuştur. Bu düşünce, Ulu Önderin, özgün ideolojisinin evrenselleşmiş boyutudur.

       Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir. Ve üstelik Anayasanın 4. maddesindeki esaslar gereği, Devletinin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez. Atatürk'ün en büyük ve önemli kararı; Millî Hâkimiyete dayalı yeni bir Türk Devleti kurmak kararı olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Atatürk'ün hem ebedî, hem de en büyük eseridir.

Bilindiği gibi Atatürk bu kararını Büyük Nutuk'un başında şöyle açıklamıştır : ''Üç nevi karar ortaya atılmıştı. Birincisi, İngiltere himayesini talep etmek, İkincisi Amerika Mandasını talep etmek, Bu iki karar sahipleri Osmanlı Devletinin bir bütün halinde muhafazasını düşünenlerdi. Üçüncü karar Mahalli kurtuluş çarelerine bağlı idi. Meselâ bazı mıntıkalar, kendilerinin Osmanlı Devletinden ayrılacağı nazariyesine karşı ondan ayrılmamak tedbirlerine tevessül ediyor. Bazı mıntıkalar da Osmanlı Devletinin imha ve Osmanlı memleketlerinin taksim olunacağını (olup biti) kabul ederek kendi başlarını kurtarmağa çalışıyorlar.''  Atatürk sözlerine şöyle devam eder : ''Efendiler, ben bu kararların hiç birinde isabet göremedim. Çünkü bu kararların dayandığı deliller ve mantıklar çürük ve esassızdı. Hakikati halde, içinde bulunduğumuz tarihte Osmanlı Devleti'nin temelleri çökmüş, ömrü tamam olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk'ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da taksimini temin ile uğraşmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun istiklâli, Padişah ve Halife, Hükümet, bunların hepsi medlûlü kalmamış bir takım manasız lâflardan ibaretti... Efendiler, bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı: O da millî hâkimiyete dayanan, kayıtsız ve şartsız yeni bir Türk Devleti kurmak. İşte, daha İstanbul'dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamağa başladığımız karar bu karar olmuştur.''

       Atatürk'ün bütün devrimlerinin temelini Cumhuriyet rejimi içerisinde laiklik ilkesinin oluşturduğunu unutmamak gerekir. Gayet tabiidir ki, bağnaz ve tutucu bir toplumda halk  ve ulus egemenliğine dayanan cumhuriyetten söz edilemediği gibi, devrimcilikten veya laik sistemden de bahis etmek olanaksızdır.

        "En büyük hakikâtler ve terakkiler, fikirlerin serbest ortaya konması ve teati edilmesi ile meydana çıkar ve yükselir."

       Atatürk'e göre sadece Cumhuriyete sahip olmak yeterli değildir. Ona layık olmak da gereklidir. Bunun içinde gereken yol yine eğitimden geçmektedir. Hürriyet ve bağımsızlığın kıymetini, erdemli ve özverili, çağdaş eğitim almış olan gençler, savaş alanlarında bu uğurda şehit düşen askerlerden çok daha iyi bilebilirlerdi Bağımsızlık; hürriyet, cumhuriyet bundan böyle savaşarak değil, bunları değeri bilinerek korunacaktı. Onun için kılıçla elde edilen zaferler, siyasi, ekonomik, kültürel zaferlerle taçlandırılmalıydı.

        Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiç bir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz"

       Uluslararası sömürgeciliğin yeni kılıfları olarak kullanılan "post-modernizm", "küreselleşme", "devleti küçültme" propaganda bombardımanları altında, "ulus" olgusuna, ulusların bağımsız varlığına ve ulusa karşı sorumlu yönetim düzenine ciddi saldırılar yapılmaktadır. Gerçekten de bugün dünyanın geri bıraktırılan büyük çoğunluğunun özgürlük, bağımsızlık, barış ve güvenliği tehdit edilmektedir. Örneğin Çok Uluslu Şirketlerin güdümündeki G-8'in, bunların güdümündeki IMF, Dünya Bankası ya da Dünya Ticaret Örgütü'nün dayatmalarının ulusların istençleriyle bir ilgisi olmadığı, ulusların istençlerine kulak bile asmadıkları açıktır.

       Bu tehditleri sonuçsuz bırakmanın evrensel yolu; toplumun güvenip “devlet baba” olarak tanımlayacağı, toplumsal uzlaşmacı, kozmopolit ulusal egemenlik devleti oluşturmaktır.

       Bugün Türkiye'de çeşitli siyasal kuruluşların temsilcileri, demokrasi lafını ağızlarından düşürmemekte ve Türkiye'nin hızla demokrasi ortamına geçmesinden söz etmektedirler. Arzuladıkları demokrasi, halk kitlelerinin mutluluğunu sağlayacak demokrasi ise, bunun toplumsal uzlaşmacı kozmopolit milli demokrasi olması gerekir. Oysa ki; bugün bu demokrasinin oluşma olanakları, yukarıda izah ettiğimiz üzere çok sınırlı, hatta imkansız bulunmaktadır. Kaldı ki, ekonomik ve kültürel özgürlüğe kavuşmamış bireylerin siyasal özgürlüğünden bahsedilmesi gülünecek bir durumdur. Öyleyse istenen demokrasi, gerçekte var olan liberal ekonomiye dayalı zümre demokrasisinin restorasyonundan başka bir şey olmayacaktır. Bu hal ise, fakir halk kitlelerine dönük bir aldatmacadan başka bir anlam taşımayacaktır.

       Bugün gelir dağılımındaki dengesizlik ülkemizin en önemli sorunları arasındadır. Yolsuzluklar bunu yaratan en önemli etkenlerden birisidir. İrticanın, terör ve şiddetin beslendiği kaynak da gelir dağılımındaki dengesizliktir. Gelir dağılımındaki dengeyi sağlayacak en önemli unsurlardan birisi ise “Denetim Düzeneği”nin çok iyi kurulması ve çalıştırılmasıdır. Bağımsız  ve kontrolsüz denetimin yapılamadığı bir ülkede yolsuzluklarla savaşmak neredeyse olanak dışıdır; böyle bir ülkede doğruluk ve dürüstlük kavramları anlamlarını yitirir.

"... Saygıdeğer Ulus'uma şunu öğütlerim ki; bağrında yetiştirerek başının üstüne dek çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz mayayı çok iyi incelemeye dikkat etmekten, hiç bir zaman geri kalmasın!" (Mustafa Kemal Atatürk, Söylevden)

       TBMM her istediğini yapamaz. Ulusal egemenlikten söz edip insan haklarına, temel özgürlüklere aykırı düzenlemelere kalkışamaz. Laik Türkiye Cumhuriyeti'nin en temel organı niteliğiyle kendi varlığını ve bunun ulusal dayanaklarını göz ardı eden işlemlere girişemez. Bunun oluşmasının önüne geçmek için ikinci meclisin senatonun varlığı şarttır. Devletin denetim mekanizmasının da siyasetten bağımsız olarak ikinci meclis senatonun gözetiminde oluşturulması şarttır. Bu nedenle, toplumsal uzlaşmacı  ulusal iradenin gerçek anlamda tecelli edebilmesi için ; e-devlet şeffaflığı beraberliğinde yarı doğrudan demokrasi hükümet şekli yönetime geçilmesi şarttır. Zira günümüzde artık TBMM azınlıkların çoğunluklara tahakkümünü oluşturan merkez haline gelmiştir. Bu durum TBMM nin saygınlığını yitirmesine ve toplumun ona güvensizliğine neden olmuştur. Haliyle de bu durum beraberinde devlete olan güvensizliği de beraberinde getirmektedir. Siyasi rant kaygısı ile çıkarılan af yasaları örnekleri gibi yasalar; toplum vicdanında  devlete güvensizliği oluşturmaktadır.

       Bugün Türkiye'de partiler padişahlık usulü ile yönetilmektedir. Padişahın, vezirlerin ve divân-ı hümayunun yerlerini, parti genel başkanı, parti genel idare kurulu ve parti disiplin kurulu almışlardır. Partilerin işleyişlerinin ve yapılarının egemenlik ulusundur ilkesiyle ne bir ilgisi, ne de bu ilkenin gerçekleştirilmesine katkısı vardır. Her şeyden önce, değil vatanın, partilerinin idaresini ve işleyişini dahi demokratik esaslar çerçevesinde beceremeyen ve hazmedemeyen insanlardan millet idaresinin gereklerine ve Ulusun Egemenlik Haklarına saygı göstererek, bu ilkelerin işleyişini sağlamalarını beklemek bir hayaldir. Partilerin işleyişinde milletin vekillerinin vicdanlarına göre, birey olarak millet adına, özgürce millet çıkarları doğrultusunda karar verme egemenliklerini tanımaz, bunu sağlamazsak, ulusun egemenliğinden hiçbir zaman söz edilemez. Çünkü, özgürlüklerin olmadığı yerde bedenler, ölü ruh beyinlerine sahiptirler. Ölü beyinlerden de yapıcılık beklemek beyhudedir.

        Genellikle kuvvetlerin birliği esası olağanüstü zamanların temsil şekli olarak düşünülür Öte yandan kuvvetlerin ayrılığı esası normal zamanların temsil şeklidir. Kuvvetlerin ayrılığı esası millete, egemenliğini daha iyi kullanabilme ve temsilcilerinin bu ilkeyi çiğnememeleri için, onları daha iyi denetleme gücü verir. Ulus egemenliğinin gerçek anlamda işlerlik kazanması için; sistemin kuvvetlerin ayrılığı esası da göz önüne alınarak yeniden düzenlenmesi zorunludur. Kazandığımız tarihi deneyimler, Türkiye'nin bugün içinde bulunduğu ortam, bugünkü temsilcilerinin sergilediği karakter özellikleri, tanık olduğumuz kişisel ve siyasi eğilimler, ulus egemenliğine ve ulusal yönetime (demokrasi) gösterdikleri saygının derecesi, bunun inkar edilemez gerekçeleridir.

     Bugün Türkiye'de yürütme, yasama ve yargı; birçok yöneticisinin demokrasi kültürünün ve demokrasi terbiyesinin eksikliği ve her turlu iyi niyetsizliğin de yardımıyla birbirlerine bağımlı hale getirilmiş, sistem tamimiyle yozlaştırılmış ve egemenlik ulusundur ilkesi işlemez hale getirilmiştir. Demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesi, yönetim düzeninde halk iradesinin ağır basması veya yönetimin halk tarafından desteklenmesidir. Başka bir söyleyişle, devlet ve yönetim gücünün topluma ait olmasıdır. Başta enerji ve beslenmeyle ilgili kaynaklar olmak üzere, toplumun kendi öz ihtiyaç kaynaklarına sahip olması bu gücün varlığına bağlıdır.  Ne var ki, günümüzdeki tatbikatında bu tarif sözde kalmakta ve her rejim kendi anlayışının gereklerine uygun bir demokrasi yaratmaktadır.

       Milli egemenliğin korunup işletilebilmesi, milli egemenliği temsilen kullanan organları denetleme yollarının kayıtsız ve şartsız ulusun elinde bulunmasını sağlamaktan geçer. Yürütme, Yasama ve Yargı organlarının ayrıştırılarak bağımsız olarak milletin denetlemesine tabi olabilmelerinin ve millet adına da birbirlerini dengeleyebilmelerinin yolları açılmalıdır. Kuvvetlerin millet tarafından denetlenebilmesi, halkın iradesini etken yapıda kullanmasına bağlıdır. Bu da seçimden seçime edilgen olarak rey kullanarak seçilmişleri seçmekle olmaz.  Şimdiki  denetleme yalnızca siyasal bir denetlemedir ve sözde denetlemedir. Toplumsal denetlemenin bir diğer unsuru da hukuki olarak cezai denetleme yollarının da toplumun elinde olmasıdır. Bu da ancak Yargı organlarının siyasetten arındırılması , yargının yürütmeden bağımsız devletin emrinde olmasına ve milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırmakla mümkün olacaktır. Böylece hem siyasal, hem hukuken cezai olarak denetlenebileceğini, çoğulcu efkarın üretkenliğinde rekabeti bilen milletin vekilleri, görevlerini hukuken vatandaşa karşı sorumlu ve bilinçli yapmak zorunda kalarak çok daha verimli olacaklardır. Bu zihniyette yapının oluşması yukarda değindiğim gibi; e-devlet şeffaflığında ve iletişim kolaylıkları parelelinde yarı doğrudan demokrasi hükümet şekilleri ile yönetilmekte ve denetim için iki meclisli  yapının oluşmasıyla olur. Bu şekilde Ulusal İradenin kılıcı çok keskin olacaktır. O kılıcı ancak vicdani hür, hür düşünceli, yüksek karakterli, kendini vatana ve millete adamış, milletin hizmetçisi olmayı şeref sayan, bu milletin kendine güvenen en değerli evlâtları korkmadan taşıyabileceklerdir. Ulusal egemenliğin tam anlamıyla bilincinde olan ve onu korumayı her şeyin üstünde tutan evlatlarının elinde Türkiye'mizin bütün sorunları, en kısa zamanda en iyi çözümleri bulacaktır.

 

Burhan İŞCAN

iletisim@politikadergisi.com

 

 

 

 

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.