Türkiye’de Demokrasinin Temelleri ve Son Durumu (II)

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Mehmet ÇAĞIRICI
Yazının Yazıldığı Tarih: 
14.04.2012

AKP iktidarında Türkiye’de Demokrasi’nin Temellerinin Tahrip Edilmesi

Günümüz Türkiye’sinde bırakalım ileri demokrasiyi, demokrasinin temel unsurlarından olan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik alanlarında dahi çok büyük sorunlar olduğu için, normal klasik demokrasi bile doğru dürüst işlememektedir.

Örneğin alalım Siyasal Özgürlük ilkesini. Günümüzde ifade özgürlüğü kapsamına girebilecek olaylar nedeniyle onlarca gazeteci, yazar ve aydın Özel Yetkili Mahkemeler tarafından tutuklanmış, haklarında gizli örgüt kurma iddialarıyla davalar açılmıştır. Hatta gazeteciler Nedim Şener ve Ahmet Şık örneğinde olduğu gibi, basılmayan kitaplar için bile yasaklama emri çıkarılmıştır.

AKP’nin Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, 2010 ve 2011’de toplam “7 bin 43 üniversite öğrencisi hakkında soruşturma açıldığını”, bu öğrencilerden 4 bin 602’sinin okuldan uzaklaştırıldığını, 55’inin ise atıldığını açıkladı. Yükseköğrenim gençliği için bu durum 12 Eylül askeri faşist darbe döneminden bile daha vahim bir özgürlük kısıtlama ve baskı uygulamadan başka bir şey ifade etmemektedir.

HSYK üzerinden Özel Yetkili Mahkemelerin savcı ve yargıçlarını büyük ölçüde etkisi altına alan AKP hükümeti, toplumdaki etkili muhalif olan veya olması muhtemel olan gazeteci, yazar, parti lideri, subay ve hatta milletvekillerini gizli tanıkların kanıtlanmamış ifadelerine, sahte üretilmiş dijital belgelere dayanarak, darbecilik, örgüt kurma veya örgüt üyesi olma suçlamasıyla tutuklatmaktadır. AKP, yönetiminde bulunduğu devletin ve iktidarın bütün olanaklarını kullanarak, basını ve diğer etkin medya araçlarını hem kontrol edebilmekte hem de kendi propagandasını yapmaya zorlamaktadır.

Gelelim Eşitlik ilkesine.  Her ne kadar 1982 anayasasının 10. Maddesi “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” diye hüküm verse de uygulamada bu eşitlik ne yazık ki pek dikkate alınmamaktadır. En basit örneği, yurttaş olarak aynı vergiyi ödemelerine rağmen Alevi yurttaşlara Diyanet tarafından Sünni kardeşlerine tanınan eşit dini hizmet hakkı tanınmamaktadır. Resmi olarak Cem evleri ibadethane olarak kabul edilmemekte, mali olarak hiçbir destek verilmemektedir.

Son zamanlarda Türkiye Cumhuriyeti’nde eşitlik ilkesine en büyük saldırı, Türk milliyetçilik anlayışına “Kürt Sorunu” tartışmaları bağlamında yaşanmaktadır.  2007 yılında emperyalist-finans sermayedarı Soros destekli TESEV tarafından “Kürt Sorunu” adlı bir rapor yayınladığından beri ülkemizde Atatürk milliyetçiliği anlamındaki Türk Milleti kavramı tartışmaya açılmıştır. “Türk” kavramını millet(ulus) değil de ısrarla ırk anlamında yorumlayanlar, Anayasamızdan bu kavramın silinmesini dahi talep etmektedirler. Bu öneriyi M. Kemal Atatürk’ün partisi olan CHP’nin yöneticileri dahi benimsemiştir.

Kürt kökenli yurttaşlarımız Türkiye cumhuriyetinin asli kurucu unsurlarıdırlar. Onlar ne azınlık ne de ayrı bir ulusturlar. Türkiye’nin Kürtleri Türk milletinin ayrılmaz bir parçasıdırlar.

Birleşmiş Milletler (BM) sözleşmeleri dâhil hiçbir evrensel hukukta ulus bir devlet içinde “Anadilde eğitim Hakkı” diye evrensel bir hak yoktur. Kürt yurttaşlara etnik bir düzlemde “Anadilde Eğitim Hakkı” talep etmenin evrensel hukukta yeri olmadığı gibi, sanıldığı gibi bu talep demokratik de değildir. Çünkü eğer bu talep Türk ulusunu oluşturan tüm diğer etnik gruplara da tanınırsa ki uygulanması hemen hemen olanaksızdır,  o zaman ulusal birlik parçalanır; yok eğer tanınmaz ise o zaman da bu talebin sadece Kürt kökenlilere tanınması nedeniyle eşitlik ilkesine aykırılık olur. Dolayısı ile şöyle veya böyle aslî Türk vatandaşlarına etnik kökenlerinden dolayı grupsal siyasî haklar talep etmek Türk ulusal birliğini sabote etmekle eş anlamlıdır.

Kaldı ki emperyalizmin yüzyıldan fazla petrol, su, ulaşım vs. kısaca stratejik önemi nedeniyle göz diktiği Ortadoğu’da bir ulus devletin federatif bir biçimde özerk yönetimlerle parçalı bir biçimde yönetilmeye zorlanması;  o ulus devletin demokratikleşmesi değil, tam tersine bir anlamda toplumsal düzenini kaosa sürükleyen bir biçimde intihar etmesi demektir.  

Emperyalizmin Büyük Ortadoğu Planları (BOP) da zaten bu görüşü doğrulamaktadır. Emperyalizm bölgede İsrail gibi kendisine ileri karakol görevi yapacak, üs olacak uydu bir Kürt devleti kurdurmaya çalışmaktadır. Bu amaçla Irak, Türkiye, İran ve Suriye’yi parçalamak çabası içindedir.

Kısaca Kürtçe’ de eğitim hakkı ve de Kürt kökenli yurttaşların yoğun yaşadığı il ve bölgelerde özerklik istemleri, Kürt kökenli yurttaşlara etnik halk grubu olarak ek bir hak tanımak olacağından, Atatürkçü Milliyetçilik anlayışının Türk ulusunu oluşturan bütün etnik kökenlerin eşitlik çimentosu böylece yok edilerek Türk ulusal birliği tasfiye edilmek istenmektedir.

Öte yandan Türk ulusal birliğinin parçalanma süreci sadece etnik çizgide yürütülmemektedir. Ayrıca dinci gerici güçler de günümüz Türkiye’sinde laiklik ilkesini “Din ve vicdan özgürlüğü” tanımına indirgemeye çalışarak Türk ulusunu dini açıdan da ayrıştırmaya uğraşmaktadırlar.

Laiklik ilkesinin “Din ve vicdan özgürlüğü” olarak tanımı, laikliği özgürlük bağlamında ele aldığı için, onu bireysel (vatandaş) boyutuna indirgemek demektir. Gerçekte ise laiklik ilkesi toplumun siyasal yapısının tarihsel gelişim sürecinde kamusal bir değer, yani doğrudan DEVLET kurumu ile ilgili bir kural olarak oluşmuştur. Laiklik din ile siyasetin ayrı süreç olarak ele alınması, yani devletin inanç bakımından yurttaşlarına karşı tarafsız olması, devletin çeşitli inançlara sahip olabilecek yurttaşlarına eşit mesafede olması, inanç konusuna bireysel bir değer olarak kamunun karışmaması kuralı olarak biçimlenmiştir. Dolayısı ile laiklik özgürlük değil, eşitlik kategorisinde yer alacak bir ilkedir.

Bu durumda laikliği “Din ve vicdan özgürlüğü” olarak tanımlamak, demokrasinin hem özgürlük ve hem de eşitlik ilkelerini çarpıtmak demektir. Çünkü bireysel özgürlüklerin sınır ve koşulları devlet (kamu) tarafından belirlendiğine göre, o zaman devlete laiklik konusunda “Din ve vicdan özgürlüğü” kapsamında istediği dini inanca veya inançsızlığa doğrudan müdahale etme hakkı ve yetkisi tanınmaktadır. Dolayısıyla bu laiklik anlayışında devletin çeşitli din ve inançlar karşısında tarafsızlığı ve de değişik inançlara sahip vatandaşların da devlet karşısında eşit ve aynı siyasi haklara sahip olma ilkesi zedelenmek ve hatta tamamen yok edilmek istenmektedir.

Haziran 2011 genel seçimlerinde % 50’e yakın oy alarak iktidarını iyice pekiştiren AKP lideri ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “Dindar nesil yetiştireceğiz" söylemini yaşama geçirecek olan 4+4+4 eğitim sistemi, 2012-2013 eğitim yılında uygulanmaya başlanacaktır. Bu eğitim sistemi, kesintili olup; henüz beş yaşını yeni bitiren çocukları okula başlatan, ebeveynleri tarafından genç kızların erkenden okuldan alınıp çocuk yaşta evlendirilmelerine, genç erkeklerin ise ucuz işgücü olarak erken yaşta çalıştırılmalarına imkân sağlayacak bir eğitim sistemidir. Fakat 4+4+4 eğitim sisteminin en vahim tarafı, temelde imam hatip liselerini işlevsel hale getiren, yani resmen dini eğitime öncelik tanıyarak, ulusal eğitim birliğini parçalayan, laiklik ilkesini fiilen yürürlükten kaldıran bir eğitim sistemi olmasıdır.

Avrupa’da 1871 yılında laiklik ilkesinin ilk defa hukuken uygulanmasının ana nedeni, okullarda dini eğitimi önlemek için olmuştur. Bu laiklik anlayışı kapsamında yasalaşan 4+4+4 eğitim programı ele alınırsa ve de AKP’nin 2007 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından “Laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmaktan” hüküm giymiş bir parti olduğu da anımsanırsa, demokrasiye temel olan Atatürk ilkelerinden laikliğin bu iktidar tarafından nasıl tasfiye edildiği çok daha iyi anlaşılacaktır.

Türkiye’de “İleri” Demokrasi var mıdır?

Görüldüğü gibi Türkiye’de demokrasinin sayısız temel sorunları vardır. 9,5 yıllık AKP iktidarı Cumhuriyetin kuruluş yıllarında demokrasinin zemini olan alanlarda büyük tahribatlar yapmıştır. Fakat buna rağmen AKP ve lideri söylemde ve propaganda da “İleri Demokrasi ”den bahsetmektedirler. Biz ileri demokrasinin kıstaslarını da göz önünde tutarak, ülkemizdeki siyasi rejimin özelliklerini, ileri mi, geri mi bir demokrasi olduğunu bir kez daha irdelemeye çalışalım:

Örneğin  % 10 seçim barajı ile 50 milyon seçmenden 5 milyon seçmenin iradesi ya meclis dışına itilmekte veya bu seçmenler iradesi dışı istemediği halde başka parti ve adayları seçmek zorunda bırakılmaktadır. Bu durum temsilde adalet ilkesine tamamen aykırıdır. Aynı ilke açısından ülkemizde seçmen sadece siyasi partiyi tercih zorunda bırakılmakta, seçtiği siyasi parti ve özelliklede o partinin başkanı da seçmen adına milletvekilini belirlemektedir. Bu durum bütün siyasi partilerinde “lider sultası” sorununa neden olmaktadır.  Adil ve doğru olan çözüm ise çok basittir: Her seçmene; hem aday, hem de parti seçmeleri için, ayrı ayrı oy verme(çifte oy) hakkı tanınmalıdır.

İleri demokrasinin Türkiye’deki en büyük sorunlardan birisi muhakkak ki “Erkler veya Güçler ayrılığı” ilkesinin işlememesidir.  % 10 seçim barajının büyük partilere mecliste temsilde büyük avantaj sağladığı ortada.  Bunun yanında Seçim ve Siyasi Partiler Yasasının da seçim bölgelerinde milletvekili adaylarının belirlenmesinde parti merkez yönetimine ve özellikle de parti liderine olağanüstü bir yetki tanıması, yasama organı olan meclise seçilen milletvekillerinin de milletin değil, liderin vekili olmasına olanak sağlamaktadır. Böylece çoğu zaman yürütme organı olarak hükümetin başı olan seçim kazanan büyük bir siyasi partinin lideri aynı zamanda mecliste milletvekili grubunun da şefi durumdadır. Bu durum yasama erki meclis ile yürütme erki hükümetin ayrılmasını değil, tam tersine kaynaşmasını sağlamaktadır.

Türkiye’de yargıç ve savcıların özlük haklarını, disiplin, tayin ve terfi işlemlerini yöneten kurum Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kuruludur(HSYK). Bu kurulun başkanı yürütme organı hükümetin bir üyesi olan Adalet Bakanı ve yardımcısı tabii üye olan yine Adalet Bakanının bir müsteşarıdır.  Kısaca, yargının bağımsız ve tarafsız olması gereken üyelerinin özlük çıkarlarını yöneten bu kurulun toplanmasını sağlayan, toplantı gündemini belirleyen yürütmenin önemli bir üyesidir. Bu da erkler ayrılığı ilkesine aykırı olarak yargının yürütmenin tam etkisi altında olması anlamını taşımaktadır.

Ülkemizde ileri demokrasinin vaz geçilmez ilkelerinden biri olan kuvvetler ayrılığı hiçbir biçimde tam ve sağlıklı olarak uygulanmamaktadır. Yürütme(hükümet), özellikle yürütmenin başı olan Başbakan hem meclisi ve hem de yargıyı (Adalet Bakanlığı ve HSYK üzerinden) denetim altında tutmaktadır. Burada bir erkler ayrılığı değil, başbakanın kontrolünde bir erkler birliği söz konusudur.

Demokratik bir ülkede “Hukukun Üstünlüğü” demek devlet yönetiminde; devlet ve hükümet başkanlarının, yöneticilerin, siyasetçilerin, bürokratların vs. aldıkları her kararın, yaptıkları her tasarrufun hukuka ve yasalara uygun olması demektir. Yani demokratik bir yönetimde asla keyfi bir icraat söz konusu olamaz.

Bilindiği gibi halen Türkiye’yi yöneten Adalet ve Kalkınma partisi 2007 yılında Anayasa Mahkemesi Türkiye’de dokuz buçuk yıllık AKP hükümeti döneminde keyfi karar ve tasarruflar sık sık yaşanmaktadır. Fakat bu tip siyasi tasarruflar bir biçimde kılıfına uydurulmaktadırlar. Yürütmenin (hükümetin)  başı olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Lider sultası üzerinden büyük çoğunluğa sahip olduğu yasama organı olan parlamentodaki milletvekili grubu üzerinde tam egemenlik kurmuştur. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan istediği zaman istediği yasayı meclisten çıkarabildiği gibi, aynı meclis çoğunluğuna dayanarak Kanun Hükmünde Kararname (KHK) yetkisini de elinde bulundurmaktadır. Kritik karar ve yasalarda bu pek te demokratik olmayan aracı kullanmaktadır.

Örneğin KHK yetkisi ile AKP Hükümeti, 14 Eylül 2011 tarihinde Bakanlığın Teşkilat Yasası’nda yaptığı değişiklikle Milli Eğitim Bakanlığı (MEB)  görevleri arasında olan “Atatürk İnkılâp ve İlkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk Milliyetçiliğine bağlı” yurttaşlar yetiştirme ifadelerini kaldırdı. Oysa kılıfına uydurulmuş bu tasarruf 1982 Anayasası’nın 42. Maddesinde belirtilen “Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda, çağdaş, bilim esaslarına göre” yapılacağına dair hüküm ile çelişmektedir.  Anayasa’da var olan bir hüküm nasıl olurda Teşkilat Yasası’na girmez! Bu durum Anayasaya tamamen aykırıdır.

AKP hükümeti tarafından KHK ile gerçekleştirilen bu tasarruf sadece anayasaya aykırı değil, aynı zamanda 1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 2. maddesi “Türk Milli Eğitiminin genel amacı, Türk Milletinin bütün fertlerini, “Atatürk inkılâp ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı” yurttaşlar olarak yetiştirmeyi öngören yasaya da aykırıdır!

Türkiye’de Hesap verebilirlik ilkesinin de önünde bir dizi engeller vardır. Örneğin TBMM üyeleri milletvekillerine tanınan Dokunulmazlık gibi! Halen mecliste görev yapan vekiller hakkında 640 civarında fezleke hazırlanmıştır. Bu fezlekelerde vekillere yönetilen suç iddiaların çoğu adi suçlardır. Buna rağmen hukuk ve yargı bu suçlular hakkında hiçbir işlem yapamamaktadırlar. AKP 2002 seçim öncesi dokunulmazlıkları kürsü dokunulmazlığı ile sınırlamayı söz verdiği halde, 9,5 yıldır bu sözünü tutmamıştır.

İleri ve nitelikli bir demokraside gerek meclisin yasama eylemleri, gerek se hükümetin yürütme eylemleri denetime tabidir. Ülkemizde TBMM yasam faaliyetlerini Anayasa mahkemesi, hükümetin ve bakanlıkların icraatlarını da Danıştay denetlemektedir. Ayrıca alt, yerel ve idari mahkeme kararlarını da Yargıtay denetler.

AKP 12 Eylül 2010 Referandumu ile yaptığı bir dizi anayasa değişiklikleriyle AKP’nin kontrolünde olan TBMM ve hükümetinin yasama ve yürütme faaliyetlerini denetleyen bu yüksek mahkemeleri yeniden yapılandırarak bu yüksek mahkemeler üzerinde yürütmenin ağırlığını artırmıştır. Artık bu yüksek mahkemeler meclis ve hükümetin felsefesi ve politikalarına ters düşmeyecek kararlar vermektedirler. Bütün olarak yargıyı yürütmenin etki ve baskısı altına almak için ise AKP hükümeti; yine aynı tarihteki anayasa değişiklikleriyle Türkiye’deki yargının yapısal işlevini denetleyen; terfi, tayin işlerini yapan; yargı üyelerinin disiplin ve özlük yönetim işlerini yürüten Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) nu da yeniden yapılandırmıştır.  

Saydamlık gerçek ve sağlıklı bir demokratik yönetimin aynasıdır. Temsili demokraside, siyasetçiler, devlet yöneticileri normal olarak halkın temsilcileridirler. Yaptıkları işler kamu görevidir. Bu nedenle çıkarılan yasa ve yönetmenlikler, alınan kararlar, yapılan anlaşmalar vs. halkın ve kamuoyunun gözü önünde olması gerekmektedir. Öyle ki her yurttaş bunlar hakkında bilgi edinsin, kendi özel çıkarlarına uyup uymadığını denetleyebilsin!

Fakat AKP’nin lideri Erdoğan ve diğer bazı önemli siyasetçiler aldığı birçok kararları, yerli-yabancı ülke siyasetçileriyle yaptığı görüşmelerin içeriklerini ve anlaşmaları gizlemektedirler. Örneğin AKP hükümeti 2002 yılında Dubai’de ABD ile 1 milyar dolar karşılığında Türk Askerinin Irak’a müdahale etmemesi konusunda yaptığı antlaşmayı kamuoyundan gizlemiştir. Veya şimdiki Cumhurbaşkanı, dönemin Dış İşleri Bakanı Abdullah Gül, 2003 yılında Vatan gazetesine; zamanın ABD Savunma Bakanı Colin Powell ile iki sayfa 9 maddelik bir antlaşma imzaladığını ağzından kaçırmıştır. Bu antlaşmanın içeriği henüz kamuoyu tarafından bilinmemektedir. 2007 de Başbakan Erdoğan’ın zamanın Genel Kurmay Başkanı ile Dolmabahçe sarayında yaptığı görüşmede gizlenmiş, taraflar bunu ölene kadar bir sır olarak saklayacaklarını beyan etmişlerdir. Yine5 Kasım 2007 Erdoğan ile ABD Başkanı Bush arasında yapılan ikili görüşmelere Türk tarafından tercüman dahi kabul edilmemiştir.

Türkiye’de Demokrasinin Başına Gelenler

Ülkemizde demokrasinin en temel dayanakları olan meclis kurumu, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkeleri Türkiye Cumhuriyetinin devrimci kuruluş yıllarında M. Kemal önderliğinde atılmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu M. Kemal Atatürk, elinde her türlü fırsat olmasına rağmen, hiç bir zaman bir diktatör olmamıştır. Tam tersine o demokrasinin temellerini atmış, gelecek kuşaklara bağımsız, eşit ve özgür cumhuriyetle yönetilen bir ülke devretmiştir.

M. Kemal Atatürk’ün partisi CHP, 1946 yılına kadar tek başına iktidarda olmasına rağmen çok partili demokratik sisteme geçişe gönüllü olarak razı olmuştur. II. Dünya savaşından demokrasi ve sosyalizmin zaferle çıkması Türkiye'de demokratikleşme sürecini hızlandırmıştır. Büyük devrimci M. Kemal Atatürk’ün artık olmadığı bir dönemde, CHP içinde “Köylüyü Topraklandırma Kanunu” tartışmalarında feodal toprak ağalık çıkarlarıyla demokratik burjuva çıkarları arasındaki çelişkiler ülkemizde çok partili relimin itici nedeni olmuşlardır.

Kendisi de Ege'de büyük bir toprak ağası olan Adnan MENDERES, 1945 yılında çıkan TOPRAK REFORMU kanunundan sonra Bayar, Koraltan ve Fuat Köprülü ile meşhur Dörtlü Takrir'i vererek menfaatine dokunulduğu için CHP yönetimine başkaldırmıştır. Bunun üzerine CHP'den atılan bu dörtlü Demokrat Partiyi kurmuşlardır.

Liberal bir ekonomi politik programla iktidara gelen Demokrat Partinin en büyük tarihsel görevi, Türkiye ile emperyalizm arasında somut işbirliği yapmak olmuştur. 1952 yılında Kore Savaşında yüzlerce şehit vererek emperyalizme sadakat sınavını kazanan Türkiye NATO’ya üye yapıldığı gibi, Menderes hükümeti ABD’den Marshall yardımı altında yüklü bir mali destek te almıştır.

Giderek genç cumhuriyetin ilkelerini hiçe sayan, muhalefetin siyasi haklarını kısıtlamaya çalışan, oldukça şımarık bir tutum içine giren Demokrat Parti iktidarına karşı 27 Mayıs 1960 tarihinde genç subayların yaptığı askeri darbe ile Türkiye;  Cumhuriyeti tarihinin en demokratik bir anayasasına kavuşmuştur.  1961 Anayasası ile Türkiye Cumhuriyeti tarihinde

-        Düşünce, örgütlenme, Basın vs. alanlarında özgürlükler genişletilmiş,

-        İleri demokrasinin gereği yasama ve yürütme ve yargı erkleri devlet içinde görece ayrı örgütlenmiş

-        İşçilere, emekçilere geniş sendikal haklar tanınmıştır.

Elbette biçimsel olarak 27 Mayıs 1960 hareketi antidemokratiktir. Fakat içerik olarak bu hareket Türk demokrasisine katkı yapmış, onu ileri taşımıştır. Öyle ki Cumhuriyet tarihinde ilk defa sosyalist nitelik bir siyasi parti, Türkiye İşçi Partisi (TİP), zamanın önde gelen sendika liderleri tarafından yasal olarak kurularak açık siyasi faaliyet gösterebilmiştir.

Ancak 27 Mayıs’ın getirdiği görece özgürlük ve demokratik ortam çok fazla sürmemiştir. NATO eğitiminden geçen ve NATO’da batı denen emperyalist-kapitalist sistemin stratejik ideolojilerle donatılmış TSK’nin komutanları 12 Mart 1971 tarihinde verdikleri muhtıra ile yeniden demokratik seçilmiş iktidarı devirmişlerdir. Zamanın komutlarının baskı ve dayatmalarıyla 1961 Anayasası’nda yer alan birçok demokratik hak ve özgürlükler ve de kurumlar budanmıştır. Antiemperyalist yurtsever mücadelenin gençlik sembolleri olan üç fidan, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan sudan sebeplerle idam edilmişlerdir.

1980 yılları başında emperyalizm; ABD (Ronald Reagan ) ve Britanya Birleşik Krallığı ( Margaret Thatcher)  öncülüğünde küresel çapta Neoliberal denen yeni bir programla atılıma geçmiştir. Özü kamu mülkiyetini özelleştirme ve işçi sınıfının sosyal haklarını tasfiye etmek olan bu programın gerek emperyalist merkez ülkelerde ve gerekse çevre ulus devletlerde uygulanabilmelerinin ön koşulu, bu ülkelerde demokrasiyi kısmen veya tamamen tasfiye etmekle olanaklı olduğu için bu dönemde ulus devlerde askeri cunta darbeleri sık sık yaşanmıştır.

Çorum, Maraş, 1 Mayıs 1977 kitlesel katliamları; sol-sağ gençlik çatışmaları, faili meçhul cinayetler vb. siyasi cinayet ve kargaşalarla önceden siyasi koşulları yaratılan 12 Eylül 1980 tarihindeki faşist askeri darbe, yine NATO’nun Türk generalleri tarafından yapılmıştır. Bu darbenin en temel amacı, 24 Ocak Kararları olarak adlandırılan emperyalist-kapitalist Neoliberal programı Türkiye’ye de uygulamak için, Türkiye’de var olan göreli özgürlük ve demokratik sistemi tasfiye ve terbiye etmektir. Nitekim milyonlarca insanın tutuklandığı, binlerce insanın işkenceden geçtiği, genç yaşta insanların sudan bahanelerle idam edildiği faşit bir dönemli Türk demokrasisi çok ağır bir darbe yemiştir. Sendikalar, dernekler, odalar kapatılmış, grev ve gösteriler yasaklanmıştır. 1946 yılından beri Türk demokrasisi hiç bu kadar büyük bir tahribata uğramamıştır.

1990 yılı başında dünya siyasi olarak yeniden bir büyük alt-üst değişimi yaşamıştır. SSCB ve Doğu Avrupa’daki reel sosyalist sistem çökerek küresel düzene tek başına liderliğini ABD’nin yaptığı emperyalizm egemen olmuştur. Soğuk savaşın bitmesiyle ve de emperyalizmin dünyada tek belirleyici güç olmasıyla emperyalizm; bütün dünyaya egemen olma, kendisine karşı direnen veya isyan eden, bağımsız kalmak veya olmak isteyen ulusları ve halkları zorla kendi denetimi altına alma planları yapmış ve uygulamaya başlamıştır. Bu bağlamda Afrika’da; Nijerya, Kongo ve Somali’de yapılan askeri operasyonlar ve çıkartılan iç savaş ve karışıklıklar ve de Asya’da 2001 de Afganistan’ın, 2003 te Irak’ın işgal edilmeleri en kayda değer olaylarıdır. 

Artık NATO; komünizme karşı batının, emperyalist-kapitalist sistemin bir askeri koruyucu birliği değil, emperyalizmin emrinde, emperyalist işgal ve kontrol operasyonlarında kullanılan bir askeri ittifak rolünü üstlenmiştir. Bu bağlamda TSK da Afganistan’da, Lübnan’da, Kosova’da görev üstlenmek zorunda bırakılmıştır.

Fakat 1990 sonrası dönemin Türkiye açısından en ilginç bir başka olayı, ABD emperyalizminin NATO üzerinden TSK komutanlarını Türkiye’deki demokratik rejime karşı “post modern” darbe yaptırmaya devam etmesidir. 28 Şubat 1977 kararları ile Refahyol hükümetinin önünü kesen bu süreçte aslında dönemin komutanları kaş yapayım derken göz çıkarmışlardır. Aslında zamanın komutanları Türkiye’de İrticayla mücadele edeyim derken, bilerek veya bilmeyerek emperyalizmin tam güdümündeki ve de AKP kılığındaki irticayı iktidara taşımışlardır.

Emperyalist işbirlikçisi, Muhafazakâr-Liberal maskeli bu irticai çete 9,5 yıldır Türkiye’de işbaşındadır; adım adım Atatürk Cumhuriyeti’ni bir karşı devrimle tasfiye etmektedir. Bu arada bu ikiyüzlü, emperyalist işbirlikçisi gericilik; emperyalizmin 12 Eylül 1980 de ve 28 Şubat 1977 oyuna getirip maşa olarak kendi çıkarlarına alet ettiği ordunun emekli ve yaşlı komutanlarından hesap sormaya çalışmakta, kaderin (emperyalizmin) kurbanı bu insanları ikinci kez siyasi olarak istismar etmektedir.

Özetle bugün ülkemiz, M. Kemal Atatürk’ün öncülüğünde antiemperyalist çetin mir mücadele ile kurulan cumhuriyetimiz büyük bir tehlike altındadır. Emperyalist işbirlikçisi AKP iktidarı “İleri Demokrasi” maskesi altında Kemalist ilkelerle inşa edilmiş cumhuriyeti parça parça söküp dağıtmaktadır. AKP karşı devriminde artık finale yaklaşmıştır. Bu karşı devrimin finali 9,5 yılda elde ettikleri “Ilımlı İslam” denen yeni rejimi meşrulaştırmak, ona muhalefetinde onay verdiği Yeni bir Anayasa yapmaktır.

Bu arada AKP iktidarının; Türkiye’nin siyasi, askeri ve diplomatik gücünü emperyalizmin Büyük Ortadoğu Planlarının(BOP) gerçekleştirmesinde, özellikle Suriye’ye karşı kullanma niyeti, bu işbirlikçi irticai iktidarın en büyük bir tutkusu olduğu görülmektedir. AKP iktidarının komşumuz Suriye’ye karşı bu provokasyonu sadece Suriye için değil, Lübnan, İran, Irak ve Türkiye için, kısaca bütün Ortadoğu için de büyük bir felaket olacaktır.

Türkiye’de Çağdaş Demokratik Talepler

Atalarımız bize bağımsız ve özgür bir ülke devir etmişlerdir. Yeni nesiller olarak bize düşen ise, onun bize devrettiği bu mirası gözü gibi korumak; cumhuriyeti gerçek demokrasi ile taçlandırmak, ülkeyi çok daha gelişmiş bir biçimde ileriye, geleceğe taşımaktır. Evet, demokrasimiz daha da geliştirilmeli ve ileri taşınmalıdır! Fakat bunun ilk koşulu, Cumhuriyetimizin kuruluşunda atılan demokrasinin temellerine sahip çıkmaktır.

Türkiye’nin ilerici, demokratik güçleri öncelikle demokrasinin temelleri olan meclisin gerçek bir halk meclisi olması, özgürlüklerin genişletilmesi, yurttaşlar arasında eşitliğin sağlanması bağlamında; Atatürk milliyetçiliğinin, Laikliğin ve Kadın-Erkek eşitliğinin ve ulusal kardeşliğin sağlanması için savaşmalıdır. İler demokrasinin vaz geçilmez ilke ve kuralları titizlikle uygulanmalıdır. Bu bağlamda aşağıdaki talepler demokrasimiz için olağanüstü önemlidirler:

-        İfade özgürlüğü tam olarak sağlanmalı ve anayasal güvence altına alınmalı,

-        Örgütlenme özgürlüğü önündeki bütün engeller kaldırılmalı,

-        Çalışan herkese, konumu ne olursa olsun, grevli toplu sözleşme hakkı tanınmalı,

-        % 10 seçim barajı kaldırılmalı,

-        Seçim ve Partiler yasası demokratik olarak değiştirilmeli,

-        Siyasi partiler seçimlerde birbirleriyle özgürce işbirliği ve ittifak yapabilmeli,

-        Aday seçimi sadece parti üye ve delegelerin yetkisine bırakılmalı,

-        Seçmene çifte oy hakkı tanınmalı,

-        Devlet hazinesinden siyasi partilere yapılan yardımlar kaldırılmalı,

-        Kamuyu ilgilendiren geçmişte gizli tutulan ve gelecekte yapılacak olan her türlü sözleşme ve anlaşmaların içerikleri açıklanmalı,

-        Saydamlığa titizlikle sadık kalınmalı,

-        Dokunulmazlıklar siyasi kürsü dokunulmazlığı ile sınırlandırılmalı,

-        Özel Yetkili Mahkemeler kaldırılmalı,

-        Yargıç ve Savcı kurulları ayrı ayrı örgütlenerek, Adalet bakanlığının bu kurumdan elini çekmeli

-        Doğal Yargıç esası göz önünde tutularak, tarafsız ve bağımsız yargının bütün koşulları sağlanmalı ve anayasal olarak güvence altına alınmalı,

-        Yapılan tüm kamu ihaleleri saydamlaştırılmalı,

-        Basın ve her türlü medya işletmeleri diğer ekonomik ve mali sektörden ayrışmalı,

-        4+4+4 eğitim sistemi yerine Tevhid-i tedrisat (Birleşik Eğitim) ilkesi yeniden oluşturularak kesintisiz ilk ve orta eğitim güvence altına alınmalı,

-        Din dersleri mutlaka seçmeli olmalı,

-        Diyanet İşleri Müdürlüğünde mutlaka Alevi yurttaşların dini temsilciliği de olmalı,

-        Cem evleri ibadet yeri olarak resmen tanınmalı ve mali olarak desteklenmeli,

-        En az on personel çalıştıran işletmelerde çalışanların yönetime katılmaları

Evet, emperyalizm ve onun Türkiye’deki işbirlikçisi AKP ile yurtsever ulusal demokratik güçler arasındaki mücadele henüz bitmemiştir. Henüz taraflar son sözü söylememişlerdir. Emperyalizm ve yerli işbirlikçisi AKP yurtsever ileri güçlere karşı son taarruza hazırlanmaktadırlar.

Emperyalizm ve işbirlikçisi AKP “bölücü bir anayasayıyapamayacak ve AKP, hükümeti emperyalizm adına, komşumuz Suriye’ye karşı ordumuzu da kullanamayacaktır. Halkımız bunlara asla izin vermeyecektir. Emperyalizmin ve işbirlikçisi AKP'nin bütün çabaları boşunadır. Yaşam, bilim, akıl ve gelecek M. Kemal Atatürk'ün gençlerinden ve çocuklarından yanadır!

Türkiye illaki bağımsız kalacak; ulusal ve toprak bütünlüğünü koruyacak; Atatürk milliyetçiliğine, laikliğe ve kardeşliğe dayanan, temsilde adaleti sağlayan, hukukun üstünlüğünü ve kuvvetler ayrılığını esas alan, denetlenebilir ve saydam gerçek ileri bir demokratik rejimini de kuracaktır!

 

Mehmet ÇAĞIRICI

iletisim@politikadergisi.com

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.