Yeni Anayasa ve Yeni Türkiye Tartışmaları (I)

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

12 Haziran Genel Seçimlerinden önce, TÜSİAD’ın hazırlattığı “Yeni Anayasa” çalışması, toplumumuzda (=kamuoyunda) epey bir tartışmaya neden olmuştu. Seçim dönemine denk geldiğinden ötürü de, zaten ilerleyen günlerde, gündemden düşerek, tozlu raflardaki yerini almıştı.

Gerçi, o dönemlerde bu çalışmanın “PDF” formatına ulaşmak mümkündü. Benim elimde de bu format var, belki yine ulaşmak mümkündür. Ben de bu çalışmadan/rapordan belli başlı bölümleri değerlendirmeye çalışacağım.

“Anayasanın Temel Felsefesi” başlığı altında şunlardan bahsedilmekteydi...

“Yeni bir anayasa hazırlanması ihtiyacının, 1982 Anayasası’nın temel felsefesiyle ilgili sorundan kaynaklandığı göz önünde tutularak, yeni anayasa devlet odaklı değil birey ve insan odaklı bir felsefeyle kaleme alınmalıdır.

Anayasa, meşru olan-olmayan düşünce ayrımı yapmamalı ve ideoloji bakımından tarafsız olmalıdır. Bu anlayış çerçevesinde örneğin, anayasada bir ekonomik model de benimsenmemelidir.

Yapılan pek çok araştırmaya göre toplumun en büyük beklentisi olarak tespit edilen “eşitlik” ve “adalet” kavramları, “özgürlük”le birlikte anayasanın değerler sistemini oluşturmalıdır.

Yeni anayasa milliyetçiliğe yer vermemeli, çoğulcu bir felsefeye sahip olmalı ve farklı kimliklere hak temelli yaklaşmalıdır. Vatandaşlığın tanımlanmasında “Türklük” kavramına yer verilmeden, vatandaşlık bağı devletle birey arasındaki anayasal bir ilişki olarak tanımlanmalıdır.”

Burada toplumumuzda tartışma unsuru yaratacak kısım, neden Türklük kavramından olabildiğince kaçınılmasıdır. Evet, Kürt, Çerkez, Musevi/Yahudi, Ermeni kökenli ama Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır. Aslında, neden anayasada “Türklük” ibaresinin yer almamasının makule yönelik bir izahı yoktur. Türk kelimesinin, anayasada yer almasının, hangi çağdaşlık ölçüsü ile de bağdaşmadığı, bu çalışmayı neşredenler tarafından yapılmalıdır.

“Başlangıç Bölümü” altında serdedilen görüşler de şöyledir:

“Yeni anayasanın başlangıç metni, 1982 Anayasası’nın tersine kısa ve yalın olmalı, ideolojik anlamlar içeren ifadelere yer vermemeli, evrensel bir içeriğe sahip olmalı ve demokrasi, temel hak ve özgürlükler, hukukun üstünlüğü gibi ifadelere vurgu yapmalıdır. Başlangıç bölümü anayasa metnine dâhil olmamalıdır. Başlangıç metninde Atatürk’ün şahsiyetine ve tarihi rolüne saygı ve şükran içeren bir ifadeyle yetinilmeli ve Atatürkçülüğe ideolojik ve hukuki anlamlar yükleyen referanslardan kaçınılmalıdır.

Katılımcıların bir kısmı, başlangıç gibi bir bölümün anayasada bulunmasının hukuki bir gereklilik olmaması açısından, yeni anayasada bu bölümün yer almamasının da düşünülebileceğini dile getirmiştir.”

“Eşitlik İlkesi ve Ayrımcılık Yasağı” başlığı altında...

“Eşitlik ilkesi ve ayrımcılık yasağına ilişkin düzenlemeler uluslararası standartlara uyumlu hale getirilmelidir. Başta cinsiyet ve cinsel yönelim olmak üzere tüm ayrımcılık temelleri açıkça sıralanmalıdır.

Pozitif ayrımcılık anlayışını güçlendirecek düzenlemelere yer verilmelidir. Irkçılık, yabancı düşmanlığı ve benzeri yaklaşımların koruma görmeyeceği ve devletin bu konulara yönelik çalışma yürüteceğine dair düzenlemeler anayasada bulunmalıdır.”

Şimdilik, rapordan alıntılama işlemini burada kesiyorum. Vatandaşlık tanımının içeriğinde neden Türklüğe atıf yapılmaması gerektiğini anlamış değilim.

1982 ANAYASASI’NIN 66. maddesi “Türk” Vatandaşlığını aşağıdaki gibi tanımlamaktadır:

“Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.

Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür. Vatandaşlık, kanunun gösterdiği şartlarla kazanılır ve ancak kanunda belirtilen hâllerde kaybedilir.

Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz.

Vatandaşlıktan çıkarma ile ilgili karar ve işlemlere karşı yargı yolu kapatılamaz.”

Yukarıdaki vatandaşlık tanımın acaba neresinde bir sakatlık var; ben pekâlâ bir Anayasa Hukukçusu olmadığım için göremiyorum; velâkin bir bilenin de açıklaması gerekir. Gerekmez mi?

Türk Devletine kelimesinden “Türk” kelimesini atıp, burayı nasıl bir somutlama ile ikame etmek istiyorlar?

Türkiyeli gibi, pek da tutarlılığı olmayacak bir kelime ile, acaba tüm toplumun “oluru” alınmış mı olacak?

Bakın! Bu hususlar, sadece TÜSİAD raporunda ele alınan kavramlaştırmalar değil. Gazetelerde de köşe yazan birçok liberal yazar; anayasada yer alan vatandaşlık tanımı ve anayasanın başlangıç bölümü (=dibacesi) hakkında tartışmalı ve farklı görüşlere sahipler. En azından benim takip ettiğim köşekadılarının çoğunluğunda, anayasada Türklük ibaresinin yer almaması gerektiği, yine başlangıç bölümünde Atatürk’e (=Atatürkçülüğe) gönderme yapılmaması gerektiği yönünde de bir fikir birliği var gibi.

1982 Anayasası’nın başlangıç bölümü şöyle ki;

“Cumhuriyetin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda; Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak, Türkiye Cumhuriyetinin ebedî varlığı, refahı, maddî ve manevî mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde; Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı; Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu; Hiçbir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı;

Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak millî kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu; Topluca Türk vatandaşlarının millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve kederlerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve “Yurtta sulh, cihanda sulh” arzu ve inancı içinde, huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu; FİKİR, İNANÇ VE KARARIYLA anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere, TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.”

Tamam, gerçekten de 82 Anayasası, yapılış, kullandığı Türkçenin yetersizliği ve bazı kısımlarındaki muğlaklık bakımından ülkemizin 21.yy. ihtiyaçlarını ve taleplerini yerine getiremiyor.

Ama, çok safiyânece soruyorum: 1982 ANAYASASI, neden “faşist” bir anayasadır? Ben, halihâzırdaki anayasanın faşist olduğunu söylemiyorum; sadece neden faşist bir anayasa olduğunu, birileri bana da “gerekçeleriyle” anlatabilir mi?

iletisim@politikadergisi.com

Yorumlar

1982 Anayasası neden faşist bir anayasa?

Sn. Salman

Yazınız için tebrik ederim. Sorduğunuz sorulara elimden geldiğince, kendimce cevap vermeye çalışacağım.

66. Madde ile alakalı olarak:

Millet kimdir?

Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu ilk günden bu yana, subjektif millet anlayışını benimsemeye çalışan bir ulus- devlet olmuştur. Subjektif millet anlayışına göre, bir milleti millet yapan, herşeyden önce dini dili ırkı değil, bundan öte, aynı acıları çekmiş, ortak kadere sahip, birbirlerine bunlarla bağlı insan topluluğudur. Bu 1920'li yılların ünlü Fransız Modeli'dir. Türkiye de anayasalarında bu anlayışa sahip olmayı amaçlamıştır. Ancak, Fransızlar dahi kendilerini tanımlarlarken obejktif bir olgu olarak, 'ortak dil' vurgusundan kurtulamamışlar... Demek ki, bir ulus- devlet kendisini ne kadar subjektif değerlerle tanımlamaya çalışırsa çalışsın, ortak dil gibi objektif bir olguyu dışlayamıyor. Zaten bu olgunun dışlanabildiği ülkelerde, bir Halk-devlet anlayışı olduğunu görebiliyoruz. -isviçre gibi-

Şimdi yukarıdaki açıklamalar ışığında düşünecek olursak, Kürt siyasetçilerinin 66. madde ile sorunu nedir? 66. Maddenin birinci fıkrası, objektif olguların önünü kapatan bir madde gibi durmakta. Bu konuda ben de haklı olduğunuzu düşünmekteyim. Ancak, burada sorun bununla alakalı değil kanaatimce...

Bir Türk ırkı olarak, tamamen objektif değerlerden kendini tanımlayan bir topluluk varken, Aynı kavramın bir Subjektif millet tanımı içerisinde yer alması, Türkiye Cumhuriyeti dahilinde yaşayan insan topluluğunu tanımlarken önemli sıkıntılar yaratmakta. Ortada Türk ırkına has kültürel değerlere bu kadar fazla yollama yapılıp, Anadolu'da yaşayan diğer kültürlere has değerler yasaklamalara varan uygulamalarla dışlanırken, 66. maddenin sorumlu tutulması bana göre çok normal. Zira bu bahsettiğim insan topluluklarının problemi, Türkiye'de yaşayan insan topluluğunun nasıl tanımlandığı değil, ne olarak tanımlandığı- yani herkesin Türk ırkının bir parçası olarak tanımlandığı izlenimi-

İşte bu düşüncenin karşısında duranlar da, Devletin üniter yapısının tehlikeye gireceğini düşünmekteler. Kanaatimce burada önemli bir 'kavram kargaşası' na giriyoruz. Bu çok normal, çünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti, üniter devlet yapısını kurulduğu günden beri, ulus-devlet olma özelliğinden temellendirmekte. ulus- devlet hakkındaki her endişe, devletin üniter yapısının tehlikede olduğu kanatini uyandırmakta. Üniter devlet yapısının değişmesinin bir problem yaratıp yaratmayacağı sorununa daha sonra değinebilirim. Ancak, biraz önce bahsettiğim kavram kargaşası, 66. madde sorununu kısır döngü haline getiriyor. Demeye çalıştığım şudur ki;

Ulus- Devlet'in yapısını önemli ölçüde bize aktarıyor olan 66. maddedeki Millet yollaması, sorunlu olmasından dolayı üniter devletle bağlantılı olarak algılanıyor. Burada da iki farklı kavram arasındaki-( üniter devlet- ulus devlet-) bağı kuran Türkiye Siyasi Tarihi, 'Millet' kavramını farklı yorumlamış yahut kurucu felsefesi bakımından buna yönlendirilmiş. Bence burada önemli bir hata var. Çünkü, Üniter Devlet olmanın sonucu, bir devletinin nasıl bir idareyle yönetildiğinden başka bir şey anlatmamaıdır bize. Millet tanımının devletin idaresi ile nasıl bir alakası olabilir? Bunun bence iyi sorgulanması gerekiyor. Zira kanaatimce, millet tanımı bize bir ülkede kültürlerin ve dillerin nasıl yaşadığı konusunda  ancak bilgi verebilir. Bu şekilde, kültürlerini yaşayabilen insanlarla devlet arasında vatandaşlık bağı kurularak bu iki figürün birbirlerine bağlılığı tescillenir. Eğer ki siz, kendi kültürünüzün ve dilinizin tamamen dışlandığı bir ortamda, bu konuda devletinizee güvensizken, farklı bir ırkın ismi altında tanımlanmaya çalışıyorsanız bunu yadırgamanız normaldir. İşte, Türk ve Türkiyeli arasındaki fark da budur.   

Umarım düşüncelerimi aktarabilmişimdir. 

Saygılar...

 

Ek olarak...

1982 Anayasası Neden Faşisttir?

Öncelikle,

Bugünkü yürürlükte olan anayasa 1982 Anayasası değildir. 1982 Anayasası'nın ilk halinden çok farklı bir T.C. Anayasası yürürlüktedir.

Kısaca şunu söylemek istiyorum;

Bir anayasanın özgürlükçü, Faşist, Sosyalist olduğunu söyleyen nedir?

Bir kaç şey var, ancak hepsi bir arada olmalı kanaatimce;

1- Yürürlüğe giriş şekli

2- ÖZgürlükleri tanımlayış şekli

3- Erkler Ayrılığı'nı başarabilmiş olması

Yürürlüğe giriş şekline bakacak olursak,

1982 Anayasası, bir askeri darbe sonucu yürürlükten kalkan Anayasa'nın yerine yürürlüğe girmiştir. Bununla beraber, toplumda hiçbir STK'nın, siyasi partinin vs. görüşü alınmadan, tamamen MGK'nın siyasi partiler üstü hakimiyetiyle belirlenmiş bir anayasadır. Ayrıca Anayasa'nın referandum süreci de oldukça sıkıntılıdır. İlk olarak, bir demokrasi ortamı yaratılmamıştır. Basın-yayın kuruluşları aracılığıyla muhalif görüşlere propaganda imkanı tanınmamıştır. Olası bir reddedilme durumunda ne olacağı belli değildir. Büyüklerimiz her ne kadar referandum zarflarının şeffaf olduğunu iddia etselerde, şartlara bakıldığında zarfların şeffaf olmasına hacet yoktur.

Özgürlükleri tanımlayış şekline bakacak olursak;

öncelikle genel sınırlama nedeninden bahsetmek gerek. Bir anayasada, özgürlükler tanımlanmadan evvel o özgürlüklerin ne şekilde sınırlanabileceğinden bahsedilir.

1982 Anayasası'nın genel sınırlama nedenlerini öngören maddesinin ilk hali;

            II. TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERİN SINIRLANMASI  
            Madde 13. - Temel hak ve hürriyetler, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, milli egemenliğinin, Cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlakın ve genel sağlığın korunması amacı ile ve ayrıca Anayasanın ilgili maddelerinde öngörülen özel sebeplerle, Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak kanunlarla sınırlanabilir. 

            Temel hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel sınırlamalar demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamaz ve öngörüldükleri amaç dışında kullanılamaz. 

            Bu maddede yer alan genel sınırlama sebepleri temel hak ve hürriyetlerin tümü için geçerlidir. 

Ve son hali

Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.

Burada İHAS'ta da öngörülen, 'öze dokunma yasağı' ön plana çıkartılmış. İlk Halinde ise sınırlanabilme nedenleri birer birer uzun uzun sayılmıştı. Özgürlük alanı çok dardı. Bu bakımdan son hali önemli bir ilerleme göstermekte.

Ancak buna rağmen özgürlükler konusunda önemli sıkıntılar var. Zaten Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne yargı yolunu açtığımızda I. Kuşak hak ve özgürlükler dediğimiz 'kişi ve hak ve özgürlükleri bakımından önemli bir ilerleme kaydettik. Ancak bu anayasanın taşıyamadığı daha çok 'sosyal haklar' diyebileceğimiz kısım. Örneğin, memurlara grev hakkının tanınmıyor olması, önemli bir sıkıntı. Siyasal haklar bakımından, seçim barajı çok önemli bir sınırlama. 2010 değişiklikleri de 'özgürlükler' bakımından 'hiç bir şey' olduğunu son bir yılda gösterdi. - Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru dışında-

Bununla beraber, 65. maddeyi ayrıca incelemenizi öneririm.

Bahsettiğim maddeler, spesifik konular hakkında düzenlenmiş maddeler değil. dikkatinizi çekiyorum. Tamamen Anayasanın sistematiği ile alakalı. Doalyısıyla Anayasanın felsefesi bakımından da belirleyici nitelikte.

 

TÜSİAD'ın Yeni Anayasa Önerisinin Gerçek Anlamı...

 

Yeni anayasa'nın içerik tartışmalarına girmeden önce bir noktanın altını çizmekte büyük yarar var. O da neden ve kim tarafından yeni bir anayasaya ihtiyaç duyulduğunun iyi bilinmesidir.
 
Sayın Erhan Salman'ın da sorduğu gibi neden 1982 Anayasa'sı "faşist" olarak niteleniyor? 
 
Evet, bu anayasa 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesinin ağır baskıcı ortamında kaleme alınmıştır. Ancak daha başlangıç aşamasında bile, 1982 Anayasa'sı kısıtlı da olsa temel vatandaşlık hak ve özgürlüklerine yer vermiş; "Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları" temelinde devletin yapılanmasında da demokratik hukuk ilkelerini gözetmiştir.
 
Kaldı ki toplam 174 maddeden oluşan 1982 Anayasa'sı nerede ise 30 yıl içinde tam 17 kez 110 maddesi değiştirilmiştir. Üstelik bu değişiklikler Avrupa Birliği'nin "Kopenhag Kriterleri" ne uyum sağlamak amcıyla da yapılan özellikle yurttaşlık hak ve özgürlüklerini genişleten değişikliklerdir. 
 
Elbette 1982 Anayasa'sında hala bir takım demokrasi dışı ve hukuka aykırı maddeler vardır. Örneğin geçen sene 12 Eylül referandumu ile kabul edilen değişiklikle HSYK ile ilgili anayasa maddesi, "Kuvvetler Ayrılığı" ilkesine aykırı olacak biçimde yürütme tarafından HSYK'nın yapılanmasına olanak verecek bir biçimde değiştirilmesi gibi.
 
Ancak bu ve buna benzer maddelerin değiştirilmesi veya kimi metinlerde kullanılan bozuk türkçe'nin düzeltilmesi pek ala yeni bir anayasa değişiklik paketi ile üstelik mecliste büyük bir uzlaşma ile çözülebilir. 
 
Ama gerçek niyet Anayasa'yı demokratikleştirmek değildir. "Yeni" anayasa yapmak isteyenlerin gerçek amacı, "Yeni" bir anayasa yaparak, bu anayasadan "Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları" ideolojisinin izlerini büsbütün silmektir.
 
Bu bağlamda Türkiye'nin egemen sosyal güçleri olan holdingci büyük sermayenin örgütü olan TÜSİAD'ın Anayasa önerileri çarpıcıdır.
 
Onlar "ideolojisiz bir anayasa" isterken Atatürk idelojisini dışlamak istiyorlar!
Onlar ""milliyetçiliğe" yer vermemeli derken "Atatürk Milliyetçiliğini" kastetmektedirler!
Onlar tarih tarafından tanımlanmış olan "Türk vatandaşlığı" kavramını Yeni Anayasadan çıkarmak isterken, ülkenin bölünmesine çanak tutmaktadırlar.
Onlar "eşitlik", "adalet", "özgürlük" gibi göreli kavramları Yeni Anayasada mutlaklaştırarak belirsiz, muğlak, sınırsız tanımlamalarla "gevşek" bir devlet yapısının temellerini atmaya çalışıyorlar.
 
Çünkü onların tuzu kuru. Türkiye bölünse de, Türkiye'de iç savaş çıksa da onlar için hava hoş. Hepsinin altlarında özel uçaklar; her kıtada yatlar, katlar; her ülkede birçok hesapta paralar onların her durumda güzel yaşantılarının önceden hazırlanmış güvencesidir! Bir bunalımda olan halkımıza, ulusumuza olacaktır! 
 
 

Sn. ÇağrıcıTemelde

Sn. Çağrıcı

Temelde ayrıldığımız çok önemli bir konu var. Hatta yanlış bir tespitte bulunduğunuzu dahi düşünüyorum.

Eşitlik, adalet, özgürlük gibi kavramlar göreli kavramlar değildirler. Ne oldukları aslında çok belirgin kavramlardır. Bu kavramların göreli olduğunu iddia etmek kanımca 'hukuk bilimi'ni dışlamak olur. Burada bu kavramların anlamlarını uzun uzun anlatmaya kalksak, gerçekten çok yer kaplar ancak, bu saydığınız kavramlar anlamlarını birbirlerinde ve daha alt kavramlarda bulmaktadırlar. Bu sebeple, bu kavramların kapsadığı sınırın belirlenmesinde mahkeme içtihatları rol oynamaktadırlar. Örneğin Anayasa Mahkemesi 2008 yılında verdiği bir kararda, anayasanın ilgili maddesinde yazıldığı üzere, 'kimseye din, dil, ırk vs. sebeplerle ayrım yapılamaz' denmesine karşın, bazı uygulamarın toplumun zayıf kesimini korumak amacıyla bilinen en temel eşitlik ilkesinin sınırını genişletilebileceği yorumunu yapmıştır.  Öte yandan başka bir kararında, (2004 yılı idi sanıyorum) Bağ-kur emeklilieri ile ilgili bir düzenlemede, eşitlik ilkesini 'aynı statüdeki insanların eşitliği' olarak yorumladı. Mahkemeyi bu yorumlara götüren ise, adalet ve özgürlük kavramlarından başkası değildi.

Hukuk, belli bir mekanizmayı ifade eder. Doalyısıyla bu mekanizma içindeki herhangi bir dişliyi diğer dişlilerden bağımsızbir şekilde anlamlandırabilir miyiz?

İkinci olarak;

1982 Anayasası neden tümden değişmeli?

Bu soru cevabını tarihsel sebeplerde bulmalı diye düşünüyorum. Çünkü, toplumların reaksiyonları bize şunu göstermiştir ki, hukuk metinleri, yürürlüğe girdikleri dönemle bir bütündürler. 'tarihsel yorumlama' dediğimiz bu yorum, ilgili hukuk normlarının yürürlüğe girdiği dönemde hangi amaçları taşıdığını bize anlatır. Görülüyor ki, toplum 82 Anayasası'nın geçmişi sebebiyle rahatsız... Bunun böyle olmasının en büyük sebebi elbette ki 82 anayasası aleyhine yapılan propaganda ama bu, bugün anayasadan insanların rahatsızlık duyduğğu gerçeğini değiştiremeyecek hiçbir zaman... Bu yüzden, Anayasalar, sadece birer metin olarak değil, hazırlanma süreci, çıplak metni ve uygulamasıyla bir bütün olarak algılanmalıdır. Bunlardan birinde ortaya çıkan rahatsızlık, anayasanın meşruiyetinde önemli yaralar açacaktır.

Tusiad'ın Anayasa taslağı ile ilgili olarak da aylar önce yazmış olduğum yazımı okumanızı tavsiye ederim.

Teşekkürler...

http://politikadergisi.com/okur-makale/tusiadin-anayasa-taslagi-ve-degismez-hukumler

 

 

 

Mert Elekçi'ye Yanıt

Eşitlik, adalet, özgürlük vb. kavramlar tek başlarına anlamsız ve soyut kavramlardır. Bu kavramlar ancak somut değerler bağlamında içerik ve anlam kazanırlar. Örneğin "eşitlik" kavramını ele alalım. Hiç bir toplumda doğal ve biolojik değerelere GÖRE eşit insan yoktur. Ancak eşit AĞIRLIK'ta, eşit BOY'da veya eşit YAŞ'ta vs. gibi somut bir ölçü bağlamında eşitleme yapılabilir. Sosyal olarak eşitlik ancak belli sınıfsal üyelik bağlamında kullanılabilir. Örneğin eşit zenginlikte, eşit fakirlikte vs. Eşit sermayesi var veya eşit ücret alıyor vs. gibi. Çoğu zaman "Eşitlik" kavramı sosyal olarak "Fırsat Eşitliği" ve hukuki olarak ta "Yasal eşitlik=Kanun önünde Eşitlik" olarak kullanılır.  Neden? Çünkü eşitlik kavramı "nitelik" değil, "nicelik" ifade eden bir kavramdır. Nitelikçe eşit olmayan nicelikçe eşit olamaz! (Elma ile Armutun kıyaslanması gibi)

"Eşitlik" kavramını şimdi de "toplumsal değerler" bağlamında daha yakından irdeleyelim. Örneğin hukuk alanında T.C. 1982 Anayasasının 10. maddesi aynen şöyledir: "Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir." Bu madde eşitliğin tanımını "kanun önünde" diye somut bir hukuki olaya bağlamış. Buna rağmen, yani "kanun önünde" bile insanlar mutlak eşitliğe sahip değiller. Örnek olarak yeni yasalaşan "Bedelli Askerliği" ele alalım. Yasal olarak 30 yaşından gün alan, henüz askerlik görevini yapmamış her Türk vatandaşı 30 bin TL öderse askerlik hizmetiniden muaf olacak değil mi? Milli Savunma Bakanı, bu yasadan yararlanacak gençlerin 460 bin olduğunu fakat ancak % 20'nin bundan yararlanabileceğini söylüyor. Yani 90-100 bin genç. Hani eşitlik vardı? 30 bin lira parası olmayan, işsizlik, yoksulluk nedeniyle kredi dahi alamayan gençlerimizin günahı ne? Demek ki eşitlik maddi olanaklarına GÖRE (GÖRELİ) değişmektedir!

Aynı biçimde "Adalet" kavramını ele alalım. Yine çok kısa bir örnek vermekle yetineceğim. Bugün Ergenekon denen davalarda yıllarca "tutuklu" olarak hapiste yatan onlarca gazeteci veya diğer aydınlarımız var. Hatta milletvekilleri var. Aynı biçimde "Deniz Feneri" davasında tutuklu olanlar aynı "Özel Yetkili Mahkeme"lerin savcı ve yargıçları tarafından "üç aydan fazkla tutukluluk ceza sayılır" gerekçesiyle "özgür" bırakıldılar. Demek ki "Adalet" te "eşit" dağıtılmıyor. Yani "adalet" Yargıcın ve savcının, hangi motifle olursa olsun, yürürlükteki yasa temelinde vicdanına GÖRE(GÖRELİ) dağıtılan bir değerdir.

Alalım "Özgürlük" kavramını. Özgürlüğün çok geniş toplumsal bağlantıları var. İfade Ögürlüğü, Örgütlenme Özgürlüğü, Basın Özgürlüğü, İnanç Özgürlüğü, Seyahat Özgürlüğü vs. Yani "Özgürlük" illa ki bir başka somut olgu ve olay bağlamında ancak kullanılan bir kavramdır.

"Özgürlük" kavramın göreli olduğunu Yine bir başka örnekle anlatalım. Ülkemizde herkesin seyahat özgürlüğü var değil mi? Evet var. Hukuki olarak seyahati engelleyen hiç bir yasaklama yoktur. Her Türk vatandaşı gerek yurt içinde gerek se pasaport çıkararak yurt dışına seyahat edebilir. Bundan 5-6 sene önce Rahmi Koç yatıyla bir dünya turana çıkmış ve başarıyla tamamlamıştı. Bütün basın çarşaf çarşaf resimlerle bütün Türkiye'ye ballandırarak anlattı. Bir de teksil atölyesinde veya herhangi bir işletmede çalışan işçiyi ele alalım. Seyahat özgürlüğü hukuken ve yasal olarak herkes için geçerli değil mi? Evet, şimdi böyle bir işçi'nin gerçekte dünya seyahatini gerçekleştire bilme olanağı var mıdır yok mudur? Bence normal bir işçinin yoktur. Çünkü Zaten 15 günlük senelik izni vardır, bir defa bu zaman "dünya turu"" için yetmez. Yat alacak parası yoktur vs. Yani kısaca "Seyahat Özgürlüğü" sadece maddi olanaklara GÖRE(GÖRELİ) vardır.

Görüldüğü gibi "Eşitlik", "Adalet", "Özgürlük" gibi kavramlar kağıt üstünde çok güzel duruyorlar. Bu kavramlarla çok güzel romanlar, şiirler yazılır, şarkılar söylenir. Ama gerçek yaşamda ancak somut toplumsal yaşamın maddi koşulları ve olanakları bu kavramların içini doldurabilirler, onları gerçek anlamlarıyla insanlara yaşatabilirler! Yani toplumsal yaşamın gerçekleri, eşitlik, adalet ve özgürlüğün önünden giderler.

****

Sayın Mert, Yeni Anayasayı zorunlu kılan "tarihsel sebebler" nelerdir? Bunu yorumunuzda açıkca belirtmiyorsunuz. Veya açıklama cesaretini kendinde bulamıyorsunuz. Ama eğer 'tarihsel yorumlama' ifadesine takıldığınıza göre "Türk vatandaşlığı" kavramını kast ediyorsanız bir kez daha açıklamakta fayda var:
1) "Türk" kavramı sadece köken veya Türkiye'de yaşayan "Türk" etnik halk gurubunu ifade eden bir kelime değildir. "Türk" kavramı aynı zamanda 29 Ekim 1923 te kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti ile birlikte "Ulus" anlamını da TARİHSEL olarak kazanmıştır. Yani "Türk" kelimesinin biri etnik köken diğeri millet anlamında çifte manası vardır.

Büyük ve kanlı mücadelerle tarihsel olarak oluşan devlete ve ulusa "Türk" adını T.C. kurucuları M.Kemal ve arkadaşları uydurmamışlar veya "ırkçı" olduklarından bu adı takmamışlar; tam tersine bütün dünya zaten yüzyıllarca T.C. nin kurulduğu topraklarda yaşayan insanları "Türk" olarak adlandırdıkları ve bu coğrafyaya da "Türkiye" dedikleri için yeni oluşan bu ulusa ve devlete "Türk" adını takmışlardır. M.K. Atatürk ve onun takipçileri "Türk" kavramını ırk ve köken anlamında değil, tam tersine Kuvayi Milliyenin çizdiği ve Lozan'da bütün dünyanın onayladığı sınırlar içinde yaşayan köken olarak Türk, Kürt, Çerkes, Arap vs. gibi bütün insanları, inanç bakımından ise müslüman olanları ve olmayanları hepsini kapsayacak biçimde kullanmışlardır ve halen de bu anlamda kullanılmaktadır!

Bir ulusa, o ulusu kuran etnik halk grubunun verilmesi sadece T.C. ye özgü değildir. Günümüzde Fransız, Alman, Rus, İtalyan, İspanyol, Portekiz, Bulgar, Yunan vs. onlarca ulusa da tarihsel olarak aynı biçim de isim verilmiştir. Bütün bu adı geçen uluslarda da sayısız ve çeşitli etnik halk grupları vardır. Bu tarihsel bir süreçtir. Tarihin çarkı hiç bir zaman geri döndürülemez!

Eşitlik kavramına farklı

Eşitlik kavramına farklı açılardan yaklaşarak, zaten kavramı olabildiğince somuta indirgediğinizi düşünüyorum. Bedelli askerlik konusunda da size aynen katılıyorum. Ama burada asıl sorun, eşitliği uygulamayan bir yönetim anlayışının varlığıdır. Yönetim tarafından eşitlik ilkesinin yanlış uygulandığı, ya da uygulanmadığı, bu kavramın somut ve sınırları belli olmadığı anlamına gelmemelidir. -ki siz de bunu anlatırken, eşitlik ilkesini belirleyici kılan, somuta indirgeyen hususlardan bahsetmişsiniz. Dediğimi tekrarlamak istiyorum burada, bu tip kavramların sınırlarını belirleyen somuta indirgeyen, uygulamalardır. Örn; bu konuda mahkeme içtihatları belirleyicidir. Bu hukukun bütün ilkeleri için böyledir. Bu bağlamda sizin söylediklerinizden de faydalanarak, eşitlik ilkesini şöyle açıklamak mümkün olabilir sanıyorum:

1- eşitlik ilkesinin çekirdeği diyebileceğimiz, 'kanun önünde eşitlik'! siz bunu fırsat eşitliği olarak da nitelemişsiniz. buna katılıyorum. Ancak, bu her bakımdan 'fırsat eşitliği' sağlanamamasının nedeni de, eşitlik ilkesinin göreceli olmasından kaynaklanmamaktadır. şöyle ki,

2- Pozitif ayrımcılık; burada da hak ve özgürlküklerin asgari düzeyde sağlanabilmesi için, eşitlik ilkesinden ödün verilmektedir. Burada ister, güçsüüzn güçlüye karşı korunması densin, isterse de fakirain zengine karşı densin, eşitlik ilkesinin istisnası var. Peki, bu ayrımcılık kime karşı yapılırsa 'pozitif' nitelik taşır? İşte burada da kimin 'güçlü' kimin 'Güçsüz' olduğunu belirlemek için, özgürlüklerin kullanımına bakılmaktadır. Örneğin, iş hukuku'ndaki hükümlerin işçi lehine yorumlanması İş Hukuku mevzuatının bir gereğidir. Burada işçilere işverenlerinin karşılarında ekonomik anlamda daha güçsüz olmalarından dolayı, pozitif ayrımcılık uygulanmaktadır. Buraya kadar her şey tamam... Ancak, İş Hukuku Mevzuatının uygulanmasına baktığımızda, gerek adli, gerek idari denetimin eksikliğinden, hatta bazen devletin kendisinin bu mevzuatı ihlal ettiğinden ötürü, buradaki pozitif ayrımcılık amacı taşıyan hükümler, yeri gelmekte haklı olan işçinin aleyhine işlemekte, hatta çoğu zaman, işçi hakkını koruyabilmek için mahkemeye gidememektedir. Çünkü mahkemeye başvurduğunda işini kaybedeceği ve muhtemelen başka bir iş bulamayacağı aşikardır. Peki bu neden uygulanmaktadır? İşte burada Hak ve Özgürlükler devreye girmektedir. Anayasada düzenlenen Sendika Hakkı'nın hayata geçirilememesi, anayasada yeterli düzeyde güvencelenmemiş olması, işçiyi mağdur duruma düşürmektedir. 'adalet' ise ortada bir 'hak talebinin' 'hukuk düzeni' içerisinde öne sürülememesinden dolayı sakatlanmıştır. 

İşte, daha eşitlikçi, daha özgür, daha adil bir anayasa istenmesinin sebebi de budur. Çünkü bu haliyle, anayasalar bir 'özgürlükler tekniği' ya da 'hak ve özgürlük müühendisliği' olmaktan çıkıyor, onun yerine 'güçlüler arasındaki insiyatifler dengesi' halini alıyorlar. Hak ve Özgürlüklerin sujesi olan bizler ise, insiyatifler arası dengenin sağlanmasında bir araç rolü üstlenmekten öteye gidemiyoruz. Siz gerçek hayat koşullarının izin verdiği ölçüde bu kavramların hayata geçirebileceğini düşünseniz de ben, iyi bir hukuk düzeniyle bu kavramların hayata geçirilebileceği görüşündeyim. Bunda da, hükümet insiyatiflerinin daha dar olduğu  yasama ve yargı denetiminin etkisinin daha fazla olduğu bir anayasanın kilit rol oynayacağını düşünüyorum.

-------------------------------------------------

1- Öncelikle bahsettiğim tarihsel sebepler, şu an yürürlükte olan anayasanın ortaya çıktığı dönemin şartlarını oluşturan sebeplerdir. İnsanların, tarafsız ve bağımsız olmayan yargılamalarla yaşının büyültülüp idam edildiği, askerin yönetimde olduğu ve darbe şakşakçılarından başka kimsenin sesinin çıkamadığı- aslında bugüne bu son söylediğim yönüyle benziyor- alternatif propagandaların yasaklandığı, kitapların yakıldığı, darbe döneminden ve böyle bir dönemde yürürlüğe girmiş bir anayasadan bahsediyorum yani. Bu bakımdan bir anayasanın meşruiyetini incelerken, şu ölçütlerin kullanılması gerektiğini savunuyorum.(anlattığım tarihsel sebeplerle, 66. madde arasında bir bağlantı olmadığını düşünüyorum)

- Anayasanın hazırlandığı ortam

- Anayasayı hazırlayan meclisin meşruiyeti ve yürürlüğe girişteki esasların demokratikliği

- hak ve özgürlüklerin ne şekilde ve hangi güvencelemelerle tanımlandığı

- etkili bir erkler ayrılığının var olabilmesi

Ve diyorum ki, bu 4  unsurdan yalnızca biri sakat olsa dahi, bu anayasanın meşruiyeti her zaman sorgulanacaktır. Temelde birinci unsurun sakatlığından, bunlarla beraber diğer 3 unsurun da sakat olmasının çeşitli sebeplerle savunulabileceğinden, 1982 Anayasası'nın meşruiyeti sakattır.

Bunlarla beraber, 3. ve 4. unsur bakımından, özgürlükçü değildir. Özgürlüklerin güvenceleri bakımından eksiktir. Yukarıda bahsetmeye çalıştım. Faşist çok yüzeysel bir niteleme bence... Doğru olan, meşruiyetinin sakat olduğunun söylenmesidir. Bu yüzden yeni bir anayasaya ihtiyacımız vardır. Ama elbette ki, bugün anayasanın hazırlandığı ortamın çok demokratik bir ortam olduğunu düşünmediğimden, bugün hazırlanacak bir anayasanın da meşruiyeti tam olamaz. 20 yıl sonra, yeni anayasayı hazırlayacak olanların, kitap basmayı yasakladıkları, muhalif basın organlarını imha çalışmalarını, muhalefetle olan ilişkilerini gerekçe göstererek, yeni anayasanın meşruiyetini haklı oalrak sorgulayacakları görüşündeyim. -tıpkı bugün 82 anayasasını yapanların eleştirildiği gibi-

------------------------------------------------------------

66. madde ile ilgili olarak;

Tarihsel sebeplerden bahsetmemiş olduğumu belirtmek istedim. Bu bakımdan, şunlara dikkatinizi çekmek istiyorum;

1- anayasa hükmü

2- uygulama

3- uygulamadan hareketle anayasa hükmünün anlamlandırılması

İşte burada da, sizin için sıkıntı yaratmayan 'çifte mana' nın toplumun bazı kesimleri için 'sorun' yarattığını görebilmeliyiz. Etnik kökenimizi belirleyen objektif unsurlara o derece vurgu yapılmıştır ki, ve bu etnik köken dışındakiler T. C. tarihi boyunca Türk etnik kökeninin o kadar altında kalmıştırlar ki, bugün bu çifte anlam, bir 'kültürünü yaşayabilme' 'kültürünü devletin koruması altına aldırabilme' talebi olarak karşımıza çıkmaktadır. SEBEBİ NE OLURSA OLSUN bugün bu topluluklar kendi dillerini, kültürlerini güvende hissetmemektedirler. Bunda, 66. maddedeki 'türk' kavramındaki çifte anlamın payı olmadığını söylemek, bence bir hata olur... 

Sorunun tespitinde sorunlar yaşıyoruz kanaatimce... Şunu tekrar belirtmek istedim;

'' Bir Türk ırkı olarak, tamamen objektif değerlerden kendini tanımlayan bir topluluk varken, Aynı kavramın bir Subjektif millet tanımı içerisinde yer alması, Türkiye Cumhuriyeti dahilinde yaşayan insan topluluğunu tanımlarken önemli sıkıntılar yaratmakta. Ortada Türk ırkına has kültürel değerlere bu kadar fazla yollama yapılıp, Anadolu'da yaşayan diğer kültürlere has değerler yasaklamalara varan uygulamalarla dışlanırken, 66. maddenin sorumlu tutulması bana göre çok normal. Zira bu bahsettiğim insan topluluklarının problemi, Türkiye'de yaşayan insan topluluğunun nasıl tanımlandığı değil, ne olarak tanımlandığı- yani herkesin Türk ırkının bir parçası olarak tanımlandığı izlenimi-''

 

Bir düzeltme..

Sayın ÇAĞIRICI

"Fransız" kelimesi zaten anlamı itibariyle bir üst kimlik olarak bir ulusa gönderme yapar. Bu ulusun içinde bir Germen kavmi olan franklar (veya frenkler) vardır ve sizin de belirttiğiniz gibi diğer ırklar da mevcuttur. Fakat "fransız" sözcüğü asla ve asla bir ırk anlamına gelmez. Zaten bu gerçek, milliyetçilik çeşitleri arasındaki vatandaşlık bazlı milliyetçiliğin veya ulusalcılığın, literatürde git gide Fransız Milliyetçiliği (Nationalisme français) olarak ele alınmasından da gayet açıktır. 

Türk meselesinde ise şu hususa dikkat edilmelidir. "Türk" kelimesi hiçbir kuşkuya yer vermeksizin bir ırka gönderme yapmaktadır. Ama burada önemli olan yer, Mustafa Kemal Atatürk'ün, "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran halka Türk Halkı denir" tanımı hiç kuşkusuz kucaklayıcı ve içerici bir tanımdır ve Türk kelimesinin, fransız örneğinde olduğu gibi bir ulusa gönderme yaptığını gösterir. Fakat sözcük etimoloji açısından bunu böyle kabul etmeyenler ve kendini dışlanmış hissedenler varsa, kimse bu kişileri Atatürk'ün sözlerini referans gösterek ikna olmaya zorlayamaz, maalesef. Zannederim ki Sayın Elekçi bir hukukçu olarak bu noktaya dikkat çekmektedir. Son olarak ülkemizin adının neden Türkiye olduğunu ama örneğin neden Türkistan olmadığını açıklamak için de benzer açıklamalar kullanılacaktır. Ulusların isimleri sağlamlaştıkça coğrafi yerlere gönderme yapabilirler. Bundan dolayı 1000 yıl önce Anadolu'da var olan devletlerin isimleri Türkiye olmasa da, onların tarihi "Türkiye Tarihi" olarak incelenmektedir. Bu gayet doğaldır. Bu noktaların altını çizmeden, Türk kelimesinin nasıl anlaşılacağı konsusunda bir dayatma, Fransız örneğine dayanarak maaelsef yapılamaz. Bunların böyle olmamasını ben de isterdim ama maalesef gerçek bu..

Saygılar

Edgar ŞAR'a Yanıt

Sevgili Edgar,

Benim de anlatmak istediğim bu ya! Ulusların isimleri genellikle geçmişten gelen ırklardan kaynaklanmaktadır. Ama ulus devletin kurulmasıyla birlikte bu ırk ifade eden kavramlar artık ilk planda o ULUSU ifade ederler. Bununla birlikte köken bağlamında da o ırkı da ifade etmeye devam ederler. Bu sadece Fransa da değil, Almanya, italya, Rusya vs. için de geçerlidir. Bu durum aynen "Türk" kavramı için de geçerlidir.

Bu tarihi bir süreçtir. Çünkü Burjuva KAPİTALİST toplumlar ULUSAL topluluklardır. Kapitalist toplumların devletleri de ulusal devletlerdir. Halbu ki kapitalizmle oluşan ulusal toplulukların öncesinde beylikler, krallıklar, imparatorluk vs. biçiminde feodal toplumlar vardı. Feodal toplumların devletleri ile vatandaşları arasındaki vatandaşlık bağı ya kan bağı olarak aşiretlere ya da inanç bağı olarak dini değerlere (ümmetçilik) dayanıyordu. 1789 Fransız burjuva devrimi ile kapitalizm feodal bağları tasfiye ederek, çeşitli ırkları ve inançları bir araya getirerek ulusları oluşturdu. İşte bu süreç tarihseldir!

Gelelim Fransa örneğine. Türkçede "fransız"(la France) olarak ifade edilen kavram  bugünki Fransa'nın "Île-de-France" denen bölgesinde orta çağda yaşayan "francien" denen bir ırkın adından gelmektedir. 1789 büyük fransız devrimi ile birlikte "la France" kavramı fransız burjuva devletinin kurulduğu bütün coğrafya yaşayan francien  ile birlikte diğer ırkları da kapsamına alan bir ulusal üst kimlik olmuştur. Bu ırkın konuştuğu dil de bütün bu insanların ortak resmi dili olan fransızcayı oluşturmuştur.

Bir başka örnek vereyim. Almanya. Bugün Almanya' da 2,5 milyon Türk kökenli insan yaşıyor. ve bunların 1 milyonu "ALMAN "vatandaşı olmuştur. Ve kendilerine "Türk" kökenli ALMAN denmektedir. Onların üst ULUSAL KİMLİĞİ artık "Türk" değil "ALMAN" dır. Bununla onlar kökenlerini yitirmiş değiller. Sadece ulus devlet üyeliğini (yani vatandaşlığını) almışlardır. Aynı biçimde Türk vatandaşı olan bir çerkes de, Kürt te, kendi kökenini, kültürünü, ana dilini korurken ULUSAL olarak "Türk" kimliğini almaktadır!

Aynen "Türk" kavramı da 29 Ekim 1923 e kadar Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan bir ırkı(Elbbette Türkler'in yanında Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Araplar vs. de vardı) ifade ederken antiemperyalist savaş sonrası kurulan yeni bir devlete ve devrimlerle oluşturulan yeni ulusa "Türk" adı verildi. Çünkü bütün dünya zaten bu ismi kullandığı gibi, aynı zamanda da kuvayi milliye sınırları içindeki yaratılan bu milletin halkının çoğunluğunu da "Türkler" oluşturuyordu. Hatta yanlış anlaşılmasın diye "Türk" kavramı hiç bir zaman T.C.'nin yaptığı Anayasa ve yasalarda yalnız başına kullanılmamış, hep "Türk Milleti" olarak kullanılmıştır. Türk kavramı ulusal olarak Lozanla uluslararası kabul edilen ulusal sınırlar içinde yaşayan bütün ırkları temsil etmektedir. Dolayısı ile "Türk Milleti" kavramını 192 üyeli BM kabul etmiştir. Bugün 90 yıllık bir gerçektir. 

Geçmişe yönelik olarak "Alman", "italyan", "fransız","Türk" sözcükleri de ırk çağrışımı yapmaktadırlar. Yani burada kelime oyunu yapmıyoruz. Mesele Türk ulusunu içselleştirme meselesidir. Çünkü her ulus kimliği, köken, inanç, cinsiyet, sosyal sınıf kimliklerinin üzerinde SİYASİ BİR KİMLİKTİR. İster Kürt olsun, ister Çerkez veya Türk kökenli olsun, ister bir müslüman veya bir yahudi olsun, ister kadın, ister erkek olsun, her Türk vatandaşı, Türk pasaportu(Türk ulusal kimliği) ile bütün dünyada bir Türk vatandaşıdır. Bu tarihsel nesnel bir siyasi gerçektir.

Eğer ortada "Türk vatandaşlığı" ile ilgili bir sorun varsa ki var; bu sorun "Türk ulusunu AYRIŞTIRMA veya BÖLME sorunudur.  Bu sorun ayrı bir Kürt uluslaşma süreci yaratma meselesidir. "Türk" kavramını bilinçli olarak ve ısrarla "ırk" anlamında algılama ve yorumlamanın altındaki gerçek niyet budur. Bu durumda herkes net ve kesin bir duruş sergilemelidir! Ya Türk ulusunun birliği ya da bölünme. Mesele bu kadar basittir!

Beyefendi, altını çizdiğiniz

Beyefendi, altını çizdiğiniz hususlarla ilgili bir problemim yok. Yalnız yukarıdaki yorumların tümüne bakınca iş bir yerden sonra tekrara gitmektedir. Ulusların tarihsel gelişimi ve özellikle bu gerçeğe tarihsel materyalist bir açıdan bakmak, zaten kullandığımız bilimsel yöntemdir. 

Benin asıl söylemek istediğim şey şu, siz ulus isimlerini örnek vererek onların da ırk gibi anlaşıldığını söylüyorsunuz. Ne olursa olsun, kim ne derse desin, etimoloji bazda bir bilimsel çalışma yapıldığında ortaya çıkan sonuçlar daha önce söylediğim gibi... Bu noktada Türk isminin yaptığı ırk referansını, siz reddetseniz, bilimsel Türkçe sözlükler reddedemez. Çünkü örneğin Frankların etnik kimliğinin baskınlığı aynı kökten fransız kelimesinin türemesi için etkin olmuştur.. Fakat Türkiye örneğinde "Türk" kavramının baskınlığı her hangi bir türemeye müsade etmemiş, örneğin "Türkiyeli" gibi bir kavram çıkmamıştır. Buhün bu sorunu çıkaranlar, iyi veya kötü niyetle bunu gündeme getirmektedirler.. Evet bu çabaların çoğu bölücülük bazlıda olabilir ama bunu sebep göstererek ve maalesef bilimsel bir gerçeği reddederek, bu problem çözülmez, problemin çözümü (dış mihraklar tarafından başımıza örülen bir çorap da olsa) için gerekli olan toplumsal mütabakat bu şekilde sağlanamaz.

Saygılar

Edgar Şar'a Yanıt II

Sayın Edgar Şar,

Yorumunuzun başlığı "Beyefendi" ifadesi bana sizin artık bu tartışmada kızmaya başladığınızın bir işareti olduğu izlenimini vermektedir. Sinirlenmeden, sakince tartışmamız gerekir. Çünkü kızgınlık insanın soğukkanlı ve mantıklı düşünmesini engeller. Burada amacımız ne birbirimizle bilgi yarıştırmak, ne de birbirimizi tahrik ederek fikirlerimizi birbirimize kabul ettirmektir. İllaki birbirimizi ikna edip aynı fikirde buluşmak zorunda da değiliz. Aramızdaki fikir ayrılığını bilmek te çok önemlidir. Çünkü bu bile üzerinde düşünecek değerli bir kazanımdır.

Bu usül hakkında idi. Şimdi gelelim tartışma konusunun içeriğine...

Sayın Edgar Şar, sakın yanlış anlamayın ama bir konuya dikkatinizi çekmek isterim: Siz bu meseleye neden illa ki "Etnolojik" bazda bakıyorsunuz? Siyasal sorunları "ırk" açısından değerlendirmek, toplumsal alanda ırk temelinden hareket ederek siyasal programlar veya yargılar geliştirmek, bu yönde toplumsal talepler ileri sürmek "IRKÇILIK" değil midir?

Alalım "Alman" kavramını. Bu kavramı siz "Alman ulusu" bağlamında incelerseniz bambaşka bir siyasal bir tablo çıkar karşımıza. Ama "Alman ırkı" bağlamında incelerseniz Hitler faşizmi ve onun tarihsel marifetleri çıkar karşımıza.

Her kavram kendi somut bağlamında anlam taşır. Bu iş bu kadar basit. benim de anlatmaya çalıştığım bu. "Türk" kavramına "ulus" bağlamında yaklaşırsanız, karşınıza tarihin ilk antiemperyalist ulusal kurtuluş mücadelesinden doğan bir ulus çıkar karşınıza. Ama ırk açısından bakarsanız, Türkiye'de 32 çeşit ırktan bir tanesidir Türk ırkı. Örneğin tüm ulusun değil de sadece Türk ırkının çıkarlarını gözetirseniz, diğer 31 ırk ta aynı çıkar talepleriyle dikilir karşınıza ve bu da ulusu bölmek demektir. Bu da bir ulusun mutlak zaylaması demektir.

Ama Ulus açısından bakarsanız 32 çeşit etnik halk grubu bir tek ulusta birleşir. Burada ulus içi ayırım yapmadan bütün ulusun çıkarlarını gözetmek önem kazanır. Birlik ise güç ve ilerleme demektir. 

Demek ki bakış açısına göre düşünceler ve uygulamaları büyük farklılıklar doğurmaktadır.

Mesele "toplumsal mutabakat" elde etme meselesi de değildir. Çünkü siyasal konularda hiçbir zaman tam bir toplumsal mutabakat sağlanamaz. Üstelik sınıflı bir toplumda, farklı sınıfsal çıkar ve güçlerin çarpıştığı bir toplumda toplumsal mutabak hayaldir. Herşeyi belirleyen; sağ-sol veya ilericiler-gericler veya sömürücüler-emekçiler, nasıl grupladırırsanız gruplandırın, bunların arasındaki mücadeledeki GÜÇLER DENGESİ'dir. Bu nedenle herkes bilinçli veya değil bu mücadelede tarafını iyi belirlemelidir.

Saygılar.

Mehmet Bey, daha önce de

Mehmet Bey, daha önce de belirttiğim gibi bu iş bir tekrar meselesine ulaştığı için uzatmak istemem.. Madem ki baktığımız açıya göre değişen bir kavram olduğunun altını çizdiniz, o zaman benim dediğim gibi bunu ırk göndermesi olarak anlayanlara, "neden böyle anlıyorsun?" diye sorma şansımız olmadığını da kabul etmek gerekir.

Not: Size Beyefendi olarak hitap etmeme, usulen çok şaşırtıcı bir şekilde bu kadar çok anlam yüklediğiniz için bu sefer Mehmet Bey diye hitap ettim, umarım bu konuda bir sorun yoktur..

Edgar Şar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.