Demokrasi Anlayışının Değişen Yüzü

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Neylan ÇEVİK

   Türkiye’nin demokratikleşme süreci, kimi zaman, gerçek demokrasi kavramına gölge düşürecek politikalara sahne oldu. Hem hükümetler, hem de uzun vadede bundan yarar sağlayacak kişiler tarafından bilinçli veya bilinçsizce türlü uygulamalar gerçekleştirilerek toplumun bütüncül demokrasi anlayışına balta vuruldu. Bu uygulamalar, ideolojisiz ve apolitik bir toplum yarattı. Yoruma açık olmayan, üstünde kişilerin eleştiri yapmasının mümkün olmadığı, belki de bilime has özellikler olan kendi içinde doğruluğu kanıtlanabilen bir yapıya dönüştürülmek istendi; dinamik yapısından çıkıp statikleşti,  pratik yapısının yerini teori aldı. 1960’ların sonunda, yönetimin gidişatına muhalif üniversite öğrencilerinin mahkemelerde yargılanması, devlete tehdit oluşturdukları düşünülerek yargı tarafından kimilerinin idam edilmesi, 1980 askeri darbesinde birçok aydının gözaltına alınması ve işkence edilmesi gibi olaylar; bilerek ya da bilmeyerek, korku kültürünü yaratma politikasına dönüştü. Durumun kötü tarafıysa, iktidarların bu uygulamaları toplumun yararına yaptıklarını sanmasıydı. Bu süreçlerden sonra toplumda oluşan psikoloji dahilinde, insanlar, politik uygulamalara ve demokrasiye bilinçlerini kapayarak körleştiler, sağırlaştılar, gördükleri şeyi görmezlikten geldiler. Yıllar geçtikçe, yanlış uygulamaları içlerinde yargılasalar da kanıksadılar. Bu uygulamalar, demokrasiye geçişteki sancılar olarak herkesin bildiği olaylardır; fakat bir süre sonra “yanlış”, “doğru” oluverdi. Türkiye’de bu süreçte doğruya giden tek güzergahtan sürekli sapılmasının sonucu demokrasi yoruldu ve halk tarafından da yanlış anlaşılmasının çoktan önü açılmış oldu. İktidarlar, kurban patolojisine dönüşen ahlaki bir ödevden hareketle toplumun demokratik dönüşümünün sağlanamayacağı, demokrasi mücadelesinin bir insanlık ve ahlak savaşı olmadığı, bu mücadelenin ancak iktidar ilişkileri ve var olma hakkı çerçevesinde düşünülmesi gerektiğini anlayamadılar. Spinoza’nın dediği gibi: “...o kadar kudretsiz insanlar var ki işte onlardır tehlikeli olanlar, işte onlardır iktidarı ele geçirenler. Ve iktidarı - kudret ve iktidar mefhumları birbirlerinden o kadar uzaktadırlar ki iktidar insanları iktidarlarını başkalarının kederi üzerinden kurabilirler ancak. Kedere ihtiyaçları vardır. Kölelerden başka kimse üzerinde iktidar kuramazlar ve kölelik, tam anlamıyla kudretin azalışının rejimidir. İktidarlarını kederle kuran, ancak öyle yönetebilen insanlar vardır. Şu tipten kederler rejimi kurarlar: ‘Pişman olun’ tipinde, ‘nefret edin birilerinden’ tipinde ve ‘eğer nefret edecek birisini bulamazsanız, kendinizden nefret edin’ tipinde...” <?xml:namespace prefix = o />

   Kapitalizm ve küreselleşme, insanlara demokrasi götürür gibi, “siz özelsiniz” der gibi yaklaştı. II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, Amerikan hegemonyası altında bir liberalizmin ortaya çıktığı ve burjuvazinin kendi partisinin iktidara geldiği görüldü. Zaten yönetilenlerce “komünizmden kaçan” Türkiye, NATO’ya üye olmuştu ve sanayisi için bazı destekleri Amerika’dan almıştı. Yine ‘80 darbesinin hemen ardından gelen Turgut Özal iktidarı; bu sıkılmış, bastırılmış zor zamanların arkasına rahat bir nefes olarak görüldü. Artık globalleşmenin tam olarak başladığı yıllarda, serbest piyasanın hükümranlığı, Türkiye’de de olmadığı kadar ekonomiye ve hayat tarzına damgasını vurdu. Stratejisi ve yöntemi itibariyle, demokrasiden inancı zayıflatılmış halkın haklarını geri vermenin yolu, özgür ve kendilerine özgü olduklarını materyallerle; seçtikleri giysiyle, aldıkları arabayla ortaya koymaları şeklindeydi. Bunları yaparken, insanları kandırmayı da demokrasinin ve özgürlükçülüğün (ekonomik olarak en kötü durumdakiler için bile “siz özgürsünüz” diyerek, burada aynı din sömürücülerinde olduğu gibi yani sömürdüklerinin dizginlerini özgürlük şantajıyla, kendi tahakkümünü başkalarının özgürlüğü olarak yaşama ihtiyacında devam ettirdi) kılığına girerek başardı. Baudrillard’ın dediği gibi, “Küreselleşmeyi bize dayatılan emir, insan hakları, özgürlük, demokrasiyi de bu kargaşa ortamında gerçek anlamlarını yitiren küreselleşmenin elemanları olarak algılayabiliriz.”

İnsanları birbirini aldatmaya, yalnız kendi çıkarını düşünmeye, ahlaki olmayan yollara başvurduran ve kendini kurtarmaya götüren bu zihniyet; halkın demokrasi konusundaki açığını çok iyi görmüştü ve zamanlaması mükemmeldi. İnsanlar, toplumdan kopuş yaşadılar, fakat birey de olamadılar; çünkü ekonomik düzenlemeler ve iktidar işbirliği, kendi hayatlarının seyircisi olmaya mahkum etmişti. 

 Milenyuma gelirken ise Berlin duvarının yıkılması ve SSCB’nin de parçalanması gibi gelişmeler tüm dünya milletlerini etkilediği gibi, Türkiye’yi de etkilemişti. Gitgide tek kutuplu olmaya başlayan dünyada, artık ideoloji değil; milliyetçilik, etnik, din özellikler globalizme bir tepki olarak öne çıktı. Fakat toplumlarda öne çıkan bu fikirler, yine çoğunlukla bundan yararlanmak isteyenlerin hedefi oldu. AB’nin Türkiye için etnik köken vurgusu yapıp, bölgelere ayrılmak ve federasyona yönelme baskısı yapması ve böylece isteklerini daha kolay dayatacağı bir ülke yaratmak istemesi, buna bir örnektir.

   Bununla birlikte, değişen koşullar altında insanların kolektif ve bireysel yollardan kendi gerçekliğini yarattığı gözlemlenebilir; fakat insanların bu belirli döneme ait düşünceleri, bireylerin ve dönemlerin bu durumlarını sahiplenmek ve kendi istediği sonuçlara varmak için kullanan “kurnaz akıl”lılarca idare ettirilebilirdi. Dindar ve yobaz bazı çevreler, susturulmuşluk ve ifade engeliyle karşılaşan toplumun bu tür bir demokrasiye tepkilerinin farkına vardı ve mevcut güvensizliği dine ve manevi değerlere çevirerek arkalarına almakta sakınca görmediler. Bu bağlamda, yine bir takım kişiler tarafından din, bazı bireylerin kamusal alanda farklılıklarını ortaya koyma malzemelerinden biri haline getirilmeye başlandı. Bugün Türkiye’de varolan hükümetin çokluk oyla iktidarda olması da bu durumun iyi bir sömürüsünü yapmasıyla gerçekleşmiş ve hükmünü koruyan “güvence ihtiyacı”ndan sebeplenmiş olması, AKP hükümetinin, demokrasi sözcüğünü kendi istifade edeceği durumlar için sarf etmesi, bu tutumun diğer bir örneğidir.

   Demek ki demokrasiyi insan hakları tabanlı anlamak gerekiyor. Her vatandaş o topluma ait olduğunu, oy hakkıyla feda ettiği özgürlüğünün karşılığını bireyi, topluma düşürecek, erdemi maddiyata indirgeyecek politikalarla almak istemiyor. Aksi takdirde, “tehdit ve şantajla uygulanan demokrasi, kendi kendini içten içe yok ediyor.”

 

iletisim@politikadergisi.com

 

 

 [Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 12’de yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 12’yi indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.