İnsan Çiftliği

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF

   Yaşadığımız dünyadaki merkantilist akımlarla başlayan, liberal ve küresel ekonomiye dayalı sistem, insanlığı “avlayan” ve “avlanan” olarak iki gruba ayırmıştır. Avlayan grup, her geçen gün saldırılarını arttırmakta, kendi düzenini korumak için avları üzerinde, onu kuşatarak baskı kurmakta ve onların kendileri gibi kavrama ve yönetme yetisi olduğunu kabul etmemektedir. Dünya nüfusunun yüzde 1’inin dünya nimetlerinden faydalandığını düşünürsek, bu dünyanın insanlık için, büyük çoğunluğunun av olarak görüldüğü, kendi hayatları hakkında söz hakkı olmadığı, geleceklerini özgürce ve hür iradeyle belirleyemediği, bir çiftliğe dönüştürüldüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Ayrıca sömürülen bu çoğunluk, hayvanlardan farklı olarak düşünme gücüne sahip olmasına rağmen, düşünmekten çok onlar gibi içgüdüleriyle hareket ederek, baskılara boyun eğme, saldırılardan kaçma ve kaderine razı olma yolunu seçmektedir.

   Bu “İnsan Çiftliği”nde, insanlık “yaşamın özü nedir?” sorusunu sormaktan aciz, kavrama ve düşünme yetisini adeta kaybetmiştir. Şu kısa hayatları, sefalet içinde ve hiç durmadan çalışmakla geçer. Çalışmaktan kaçanlarsa, üç kuruş uğruna ve hayatlarını onların boyunduruğu altına sokarak, avcıların tuzaklarını kurmasına yardımcı olma yolunu seçerler. Çalışanlara, canlı kalabilecekleri ve işlerini iyi yapabilecekleri kadar yemek verilir. İşe yaramayacak hale gelince, önüne atılan üç beş kemikle hayatlarını son nefeslerine kadar idare ettirmeye çalışırlar. Bu çiftlikte, insanlar sadece işlerini daha iyi yapabilecek, moral ve sağlığını muhafaza edecek kadar istirahata ve özgürlüğe sahiptirler. İnsanlar, yaşam sınırları çizilen avcılar tarafından bununla yetinmeye alıştırılmışlar, bu düzenin dışına çıkmaya çalışanlara çeşitli damgalar vurulmuştur. Bu damgalar, insanların idrak gücünü yitirmesine neden olmuş ve içgüdüsel davranışlarla, yaşadıkları hayatın sefalet ve kölelik olduğunun farkına varmaları engellenmiştir.

   Oysaki çiftliğin imkânları ve kaynakları tüm insanlığın ihtiyacını ve hatta ihtiyacından fazlasını karşılayabilirdi. İnsanlık, özgürce ve hakça bu kaynakları paylaşabilirdi. Sınırları olmayan bir dünyada kardeşçe yaşanılabilirdi. Her insan bir başkasının hakkını yemeden, sömürmeden, sömürülmeden şerefli, adil ve eşit şekilde bir ömür geçirebilirdi. Fakat içlerinden bir grup, bu kaynakların kendi tekelinde olması ve kendi amaçları doğrultusunda kullanmak adına sadece kendi menfaatlerini gözeterek, insanlığı bölmeye, ayırmaya, birbirine düşürmeye çalışmıştır. Bu grup azınlık olmasına rağmen, kısa sürede çoğunluk üzerinde egemen olmayı başarmış, çoğunluk ise bu azınlık grup karşısında birlik olamamış, onların “bizim refahımız sizin refahınız” sözlerine kanmışlardır. Avlayan grubun elindeki gücün ve kaynakların cazibesi, avlanan gruptakileri ya onların emri altında hareket etmeye ya da onlar gibi olmaya yöneltmiştir. Bu durumda düzenin,  ezmek ve sömürmek üzerine kurulu olmasına neden olmuştur. İnsan Çiftliği’nde yaşayan insanlar, sürü psikolojisiyle “nasıl olsa düzen böyle, karnımız doyduktan sonra özgürlük ve bağımsızlık da nedir,” demeye başlamışlardır.

   Avcılar arasında da, zaman zaman çıkar kavgaları olmaktaydı. Bu kavgalar çok büyük savaşlara dönüşmekteydi. Tabii ki bu savaşlarda, yine sözde barış zamanlarında avlanan gruptakiler hayatlarını kaybediyorlardı. Çünkü onların görevi, itaatkârlık çerçevesinde hizmet ve mevcut düzenin sahiplerinin refahını temin etmekti. Aslında bu savaşlar, İnsan Çiftliği’nde yaşayan insanlar için, normal zamandaki yaşamlarından daha tehlikeli değildi. Bu çiftlikte çalışırken, işle ilgili kazalar ve hastalıklardan dolayı ölen sayısı, her yıl yapılan savaşlardan daha fazlaydı. Savaşlar aynı zamanda, kendilerini kanıtlama fırsatı da veriyordu. Şereflerini çalanlar tarafından, şeref madalyalarıyla onurlandırılma fırsatı.

   Düzenin sahipleri ve koruyucularının, av olarak gördükleri halklara en baskın ve sinsi saldırı ve sömürüleri, kendi ürettikleri malları satarak ve bu malların kullanımına uygun yaşam biçimlerini empoze ederek olmaktadır. Politik kontrolü her zaman ellerinde tutarak, kendi topraklarına ithal mal alımını kısıtlayarak  ve kendi çıkarları doğrultusunda oluşturdukları iktisadi sistemi ve bütünlüğü kurarak, egemenliklerini kurmakta ve yeryüzü kaynaklarını kendi tekellerine almakta zorlanmamışlardır. İktisadi rekabet temeline oturtulan bu düzende, her zaman kazanan, iktisadi kuralları kendi siyasi çıkarları doğrultusunda belirleyenler oluyordu.

   Günümüzde bu emperyalist güçlerin kendi amaçlarına ulaşmak ve egemenliklerini korumak için kullandıkları en önemli materyallerden birisi de terörizmdir. Egemen ve emperyalist güçler, 11 Eylül saldırılarından sonra, avlarını köşeye sıkıştırma kozlarını iyi kullanmış ve tüm insanlık da buna bir şekilde alet olmuş ya da bu güçlere boyun eğmek zorunda kalmıştır. İkiz Kulelere yapılan saldırıda 3000’ e yakın kişi ölmüştür ve tüm dünya ayağa kalkmıştır. Elbette ki bir terörist saldırı karşısında insanlık, gerekli sağduyuyu gösterecek ve tepkiyi koyacaktır. Fakat insanlık;

   Dünyada yüz milyonlarca insan AIDS, kanser vb. hastalıklardan, çaresizlik dolayısıyla yaşamını yitirirken,

   1 milyara yakını açlık sınırında yaşarken ve milyonlarcası açlıktan ve susuzluktan ölürken,1 milyara yakını evsiz ve sokaklarda yaşarken, yoksullukla boğuşurken, Bosna’da Boşnak Müslümanlara soykırım yapılırken,  Hocalı’da binlerce sivile katliam yapılırken, 1 milyona yakın sivil insan Irak’ta ölürken, Filistin toprakları işgal edilirken, siviller öldürülürken ve bunlar gibi benzeri olaylarda aynı sağduyuyu gösterebilmiş midir? Tepkiler ve savaşlar, insanlığın çıkarlarına mı hizmet etmekte yoksa egemen güçlerin mi? İnsan Hakları Beyannameleri ve insanlığın geleceği ve birliği için oluşturulan ittifaklar, dünya halklarının evrensel ilkeleri benimsemesinde ve uygulamasında ne kadar etkili olmuştur?

   İnsan Hakları Beyannamesinin, ilk maddesinde yazan “insanlar eşit doğar” ilkesini hayata geçirmek, bu emperyalist güçlerin hegemonyası altında gerçekleşebilir mi?

   Yine “hiç kimse kölelik ya da kulluk altında bulundurulamaz” maddesinde kölelik tanımı, eski çağlarda yapılan insan ticareti anlamıyla mı sınırlandırılıyor ki, bu düzende savaşlardan daha çok iş kazalarında insanlar ölmektedir?

   “Herkes kendi ülkesi de dâhil olmak üzere, herhangi bir ülkeden ayrılmak ve ülkesine yeniden dönme hakkına sahiptir.” maddesi sadece emperyalist ve egemen güçlere tanınan bir ayrıcalık mıdır?

   Emperyalist güçlerin de bu bildirgenin altına imza atmalarına rağmen, diğer maddelerde de insanlık için tanınan haklar, uygulamalara bakıldığında bir aldatmacadan öteye gitmemektedir. Artık insanlığın amacı, bu bildirgede de aynı şekilde yazdığı gibi, hak ve özgürlüklerin gerçekleşeceği toplumsal ve uluslararası düzeni oluşturmak olmalıdır. Sömürülen sınıflarda, avlanan konumundan, sürü psikolojisinden kurtulmalı, kendisine özgü çözümler üretmeli, uzun yaşamanın değil, onurlu yaşamanın mücadelesini vermelidir.

   George Orwell’in Hayvan Çiftliği eserinden esinlenerek başladığım bu yazıda, dünyayı kendi atlarını istedikleri gibi koşturabilecekleri çiftliğe çeviren emperyalist güçler karşısında, insanlığın durumunu özetlemeye çalıştım. İnsanlık, kendisini sınıflara ayıran ve sömüren bu güçlere karşı, mücadele etme iradesini ortaya koymak zorundadır. İnsanın doğası, varlığı, genetik özellikleri bunu gerektirmektedir. Doğanın kaynakları ve yaşam koşulları, eşitçe paylaşılmadığı ve hakça oluşturulmadığı sürece, avlayan ve avlanan her zaman olacaktır. İnsan varlığına yakışmayan avlama ve üstünlük zihniyeti yok olmadıkça, avlayanın yani emperyalistlerin çıkarlarına alet, suçlarına ortak olmamak, insanlığın varlığının temel koşulu olarak kabul edilmedikçe, insanların büyük çoğunluğu av olmaya devam edecektir.

OguzKemal.Ozkan@PolitikaDergisi.com

 

 

 

 [Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 22’de yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi salık veririz. Sayı 22’yi indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

 

Yorumlar

çok güzel bir yazı...

evet çok güzel bir yazı... sömürü devam etmektedir. avlayanlar hala avlamaya devam ettiği halde av olanlar hala durumun farkında değildir. ilgili teorilere göre av olanlar durumun farkına varacak ve harekete geçecektir. tabi bu harekete geçme zamanı ne zamandır bilinmez (1 asır mı 10 asır mı). Ancak benim yanıt veremediğim soru şu: Hadi diyelim ki av olanlar bunun farkına vardılar ve harekete geçtiler. peki nasıl bir düzen bizi avlayanlar ve av olanların olmadığı bir günde yaşatır? ben öyle bir günün bu evrende gelebileceğine inan(a)mıyorum. Çünkü avlayanlar düşürüldüğünde şu muhakkak ki yeni avlayanlar ortaya çıkacaktır.

Merhaba Oğuz Bey

''Yaşadığımız dünyadaki merkantilist akımlarla başlayan, liberal ve küresel ekonomiye dayalı sistem, insanlığı “avlayan” ve “avlanan” olarak iki gruba ayırmıştır. '' demişsiniz ancak, bu cümleyi tam olarak anlayamadım ben.

Zira merkantilizm, liberalizmle taban tabana zıt bir sistemdir. Küresel ekonomi diye bir öğreti de yoktur. Liberalizm ve Sosyalizm zaten evrensellik iddiasında olan ideolojilerdir. Buna karşın, merkantilizm evrensellik iddiası taşımamakla birlikte, ulusların çıkarlarının çatıştığı önkabulüne dayanan bir sistemdir.

Hiç bir sistem de insanlığı ''avlayan'' ve ''avlanan'' olarak ikiye ayırmamıştır. Ayıran bir düşünür varsa, lütfen referans veriniz, ben de okuyayım ve bilgileneyim.

Liberalizm, insanlığı bireyler olarak ayırır. Sosyalizm, sınıflar olarak. Merkantilizm uluslar olarak ayırır. Sanırım, merkantilizm derken fizyokrasi demek istediniz.

...

Orwell'dan esinlendiğiniz bir hayli belli oluyor, çünkü tamamen Marksist eleştirilere dayanan bir yazı. Mamafih, fikirlerinize ve duyarlılığınıza katılıyorum.

'' “Herkes kendi ülkesi de dâhil olmak üzere, herhangi bir ülkeden ayrılmak ve ülkesine yeniden dönme hakkına sahiptir.” maddesi sadece emperyalist ve egemen güçlere tanınan bir ayrıcalık mıdır?'' derken, bugünün sisteminin çelişkisini (yahut sahtekarlığını) çok güzel ortaya koymuşsunuz. Çünkü, Adam Smith, Milletlerin Zenginliği kitabında, sermayenin de serbest dolaşımından bahseder.

Saygılarımla

Merhaba

Asım Bey,

Merkantalizmin liberalizmle taban tabana zıt olması,o anlayışın sömürü düzeni olmadığı anlamına gelmez sanırım.
Küresel ekonomiden de elbette bir öğreti diye bahsetmedim.

Bu yazıyı sadece sebep sonuç ilişkisine dayalı, nacizane bir tespit yapmak adına ve sizinde katıldığınız üzere, azınlığın çoğunluk üzerindeki egemenliğine karşı bir duyarlılık hissiyatıyla yazdım.Avlayan avlanan sonucunu da, bu hissiyatın doğurdugu dünyamız gerçeği olarak görüyorum..Yoksa ne liberalizmden ne de marksizmden çok fazla anlamam..

Aslında bizim cevap vermemiz gereken soru daha çok, Ali Engin BeY in sorusu..Hangi düzen,sistem eşit ve hakca bir hayatı sunar..Bu sorunun cevabı verilmedikçe, insanların dini anlayışlara yönelmesi kaçınılmaz olacaktır.Haa,bu da kötü müdür iyi midir onu da bilemiyorum...:)

İlginize tşk ederim.
Saygılar...

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.