P—Kitap: Uyanışlar, Parkinsonizm, L-DOPA ve Birçok Şey

Yazıcı-dostu sürümSend by emailPDF
Yazar: 
Ece ERDAĞ

     Ece ERDAĞ

 

   UYANIŞLARIN ana teması diğer insanların dünyalarını hayallerimizde canlandırmakla ilgilidir -neredeyse tasavvur edilemeyecek denli tuhaf, ama yine de tıpkı bizler gibi insanların yaşadığı, hatta bir gün kendimizi dahi içinde bulabileceğimiz dünyalar… Diğer dünyalar, diğer yaşamlar, bizlerin yaşadıklarından çok farklı olsa da aynı duyguları paylaşma hissini uyandırma, içimizdeki yoğun ve çoğunlukla yaratıcı tınıları da uyandırma gücüne sahiptir. Rose R. gibi birine hiç rastlamamış olabiliriz. Fakat bir kez ona ilişkin bir şeyler okuyunca, o dünyaya daha farklı gözlerle bakmaya başlarız -onun yaşadığı dünyayı korku ve merakla karışık duygularla izlemeye başlarız- bu bakış açısıyla bizim dünyamız birdenbire genişlemeye başlar.

 

  

   “Daha da alçal,  alçal sadece

   Ebedi yalnızlığın dünyasına doğru,

   Dünya olmayan bir dünya, fakat bu dünya olmayan yerin,

   İçi karanlık ve mahrumiyet

   Ve tüm mülkiyetten yoksunluk,

   Kuruyup gitmiş bir hisler dünyası,

   Hareketsiz bir ruhlar dünyası”

 

   …diyor T.S. Eliot, deliliğin tanımı değil bu elbette, sadece farklı olmanın şarkısı. Ya da belki hasta olmanın... Ya da belki deliliğin, emin değilim. Hastalar, görünürde çok farklı ve “özel” de olsalar, içlerindeki evrensellik sayesinde, tıpkı bana seslerini duyurup uyandırdıkları gibi, herkese seslerini duyurup uyandırabilirler. Uyanışlar, aynı isimle bir belgesele de aktarılmış nöroloji kliniğinin ilginç vakalarını (post-encephalitis lethargica) konu alan bir kitap. Bir nöroloğun, yaka kartını kenara bırakmaksızın ama mekanikleşmemiş bir anlayışla empati kurmasının, ve insanların öykülerini suyun yüzüne çıkarmasının kitabı. Derin sularda uykulara dalmış, hareketsiz, kaskatı kalmış hastaların hikâyelerine L-DOPA’nın şifa oluşu, değişken süreli iyileşme fazı ve ardından uykuya dönüş, Parkinson siklusu.

   Yaşadığımız ıstırapların, hastalığın ve ölümün, benliğimizi kaybedip dünyadan kopuşumuzun yarattığı dehşet, bildiğimiz en temel ve en yoğun hislerdir. Tıpkı iyileşmeye ve yeniden doğmaya, benliğimize ve dünyaya muhteşem bir biçimde geri dönmeye dair rüyalarımız gibi.

   Bir sorun olduğuna hasta ya da arızalı olduğumuza ve sağlığımızdan uzaklaşıp karmaşaya sürüklenerek benliğimizi yitirdiğimize dair hislerimiz, temelde, sezgisel olarak içimizde mevcuttur; tıpkı kendimize gelme ya da uyanış, sezgilerimize kavuşma ya da iyileşme, eski hâlimize ve dünyaya geri dönme hissi gibi. Bu; sağlıklı, iyi, tam anlamıyla canlı ve dünyada mevcut olma hissidir.

   Varlığımızın içinde bulunduğu sapkınlıklar da en az bunlar kadar esaslıdır. Belli koşullar altında, kendi hastalıklarımızı kendimiz yaratırız; bizi savunan veya yok eden sayısız hastalığı ya da hastalıklarla dolu dünyaları kafamızdan uydurup bunları kurgularız:

   … Diğer dünya; yılanlar, engerekler, habis ve zehirli yaratılar ve solucanlar ve tırtıllarla doludur. Bunlar kendilerini yaratan bu dünyayı yiyip bitirmek için uğraş verirler… Aynı şekilde bu dünya, bizler, her türden illeti ve hastalığı yaratmak için tüm bunları hayalimizde üretiriz; zehirli ve bulaşıcı, besleyen ve tüketen, her türden karmakarışık hastalıkları… Ey sefil bolluk, ey acınası zenginlik…

   Dr. Oliver Sacks, Uyanışlar’da Parkinsonizm’e karşı kullanılan mucize iksir L-DOPA’yla ilgili (aslında en muhteşem hastalarından biri olan Leonard L. ile ilgili bir anıdır bu) şunları aktarır:

   L-DOPA tedavisine başlamadan önceki yıllarda Leonard L. ile birçok sohbet yaptım. Bu sohbetler kaçınılmaz bir biçimde biraz tek taraflı ve gelişigüzeldi, zira sorduğum soruları yazı tahtasına güç bela cevaplar yazarak yanıtlıyordu ve cevapları adeta telgraf gibi kısaltılmış, şifreli mesajlardan oluşuyordu. Ona nasıl hissettiğini sorduğumda genellikle “sakin” diye yazıyordu ama bir yandan da “içine hapsedilmiş” ve yalnızca rüyalarında yaşadığı yoğun bir şiddet ve güç hissine sahip olduğunu sezindiriyordu. Yazı tahtasına “Çıkış yolum yok. Bedenim içine hapsedildim. Bu ahmak bedenim, sadece pencereleri olan ama kapıları olmayan bir kodes”, diye yazıyordu. Çoğu zaman ve birçok açıdan kendinden, hastalığından ve dünyadan tiksinse de, içinde sevgiye dair olağanüstü bir potansiyel vardı. Özellikle okuduğu kitaplarda ve yazdığı kitap eleştirilerindeki hayat dolu, esprili ve zaman zaman dünyaya karşı içindeki hazzı ortaya koyan Rabelias’vari ifadelerinde bu çok belirgindi. Bazen de bu hislerini, kendine dair tepkilerinde açıkça görmek mümkündü. Şöyle yazıyordu: “Ben neysem oyum. Bu dünyanın bir parçasıyım. Hastalığım ve sakatlığım bu dünyanın bir parçası. Onların da bir cüce ya da bir kurbağa gibi kendilerine göre güzel tarafları var. Benim kaderim de bir tür hilkat garibesi gibi olmakmış.”

   En genel ifadelerle bir Parkinsonizm hastasının dile getirdiği bu sorunlar zıt karakterli duygular halinde somutlaşmıştı ve günlüğüne yansımıştı Leonard L.’nin; yalnızlık ve hapsedilmişlik hissi; toplum tarafından hastaneye kapatılmışlığın, sayısız küçük düşürücü kurala ve uygulamaya maruz kalmanın ve toplumdan kopmuş olmanın verdiği hisler, bir çocuk ya da mahkûm statüsüne indirgenmiş olmanın, dev bir mekanizmanın içinde öğütülüp kaybolmanın verdiği hisler; hayal kırıklığına, kimsesizliğe katlanmanın beraberinde getirdiği hisler.

   “Hastalık en büyük sefaletse, hastalığın en büyük sefaleti de yalnızlıktır… Yalnızlık, cehennemde bile reva görmeyen bir eziyettir.”  diyerek gerçeklemişti bunu J. Done asırlar öncesinde. Değişmeyen bir şeyler vardı belki, bu koskoca ağır ağır dönen saçma gezegende. Belki de tek gerçek, değişmeyen saçmalıklarla dolu koskoca gri gezegenin kendisi ve “delileri”ydi. Ya da sonu gelmeyen hastalıklar, felaketler silsilesi…

   Ha, bir de kime göre normal, neye göre normal kısmı var; değinmiyorum bile…

   Leibniz metafiziğin öncelikli olduğunu vurgular; öyle ki, dünya işleri mekanik bakış açısına aykırı olmasa da, yalnızca metafiziksel anlayışın ışığında anlam kazanırlar ve tam olarak anlaşılır hale gelirler; mekanik, dünyanın tasarlanmasında yardımcı bir rol oynar.

   Eğer bu açıkça idrak edilseydi, hiçbir sorun çıkmayacaktı. Metafizik terimleri ve meseleleri, mekanik meselelere “indirgersek” budalaca hareket etmiş oluruz; dünyaları sistemlere, özgünleri sınıflandırmalara, izlenimleri analizlere ve gerçekliği soyuta indirgeyerek de aynı hataya düşeriz. Bu, son üç asırdan bu yana yaşanan bir çılgınlıktır. Bu, hepimizi cezbeden ve -bireyler olarak- hepimizin geçtiği bir safhadır. İnsanı makineleştiren; kuklaya, oyuncak bebeğe, boş tabletlere, formüllere, şifrelere, sistemlere ve tepkilere indirgeyen de; tıpta, biyolojide, politikada, sanayide vs., türlü türlü yorumlarıyla karşımıza çıkan bu Newtoncu- Lockçu Kartezyen görüştür. Bu bakış açısı, yakın geçmişteki ve günümüzdeki tıp literatürünü verimsiz, okumaya değmeyecek, insani olmaktan uzak ve gerçek dışı kılmıştır.

   Yaşayan ama kişisel olmayan hiçbir şey yoktur: sağlığımız bize aittir; hastalıklarımız bize aittir; tepkilerimiz bize aittir -en az aklımız ya da yüzümüz kadar. Sağlığımız, hastalıklarımız ve tepkilerimiz kendi içlerinde anlaşılamaz; ancak bizlerden yola çıkarak, doğamızın, yaşamımızın ve bu dünyadaki mevcudiyetimizin ifadeleri olarak anlaşılabilir. Ama modern tıp varoluşumuzu giderek azımsayarak, ya bizleri sabit bir dürtü karşısında aynı ölçüde sabit bir tepki veren birbirine benzer kopyalara indirgemekte ya da hastalıklarımızı, hastayla organik bağı olmayan tümüyle yabancı ve kötü kavramlar olarak görmektedir. Öyle ki, bu saldırı büyük bir vicdan rahatlığıyla, hasta olan insanı hiç kayda almaksızın yapılır. Hastalığa neden olan etmenlerle, tedaviye yönelik etmenlerin kendi içlerinde olan kavramlar olduğu görüşü sık sık Pasteur’e atfedilir. Dolayısıyla Pasteur’ün ölüm döşeğinde söylediklerini hatırlamak bu konuda zihnimizi açacaktır:

   Patojen hiçbir şeydir; ortam ise her şey…

   Bu, eşi benzeri olmayan bir olayın ve Uyanışlar’ın tek tanıklık ifadesidir; fakat bir gün hepimiz için bir alegori haline gelebilir…

 

   “Senin yazgın son derece yürekten ve kaçınılmaz

   Acı ve zevkten uzakta, yoksun,

   Yaşam uzun, ölüm sessizliğinde ebedi bir istirahat;

   Ne isyan eden bir kalp atışı ve ne kaynayan bir kan.

   Deniz kadar dingin, üzerinde acemi rüzgârların estiği

   Ya da kımıldayan bir ruh, suların akmak için

   Sabırla beklediği…”

  

* Oliver Sacks, Yapı Kredi Yayınları

 

“Bana bilimin şairi diyorlar. Sanırım sadece bilimin düşüncelerinin insanları iyileştirmeye yetmeyeceğine inandığım için… Aklımla anlayamadığım olaylara anlam verme çabasından vazgeçtim. İnsanın ruhuna dokunanların bedeninde de değişikliklere yol açabileceğini biliyorum. Müziğin notalarının, komada bir annenin koynuna konulan bebeğinin, ameliyata girmeden önce şefkatle sarılan bir eşin, hayat kurtarabileceğine inanıyorum. Bu yüzden bildiklerimin ötesinde bir hayale ulaşmam gerek. Beni şaşırtan olaylar karşısında kahkahalar atmam ve on yıldır komada yatan kadının bir gün gözlerini açıp yaşadığını fark edeceğine inanmam bundan."

 

 

 iletisim@politikadergisi.com

 

[Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 13’te yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 13’ü indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

Yorumlar

Yeni yorum gönder

Bu alanın içeriği gizli tutulacak ve açıkta gösterilmeyecektir.
Doğrulama
Dikkat: Sitemize üye olan takipçiler "Doğrulama" uygulamasından muaftır.