Temmuz 2009

CENTO - İDAM FERMANI

Günümüz gelişmelerine de ışık tutması ümidiyle;

Güneş Baskı Teknikleri ve Bursa’da Bir Sergi

Yazar: 
Timur Veysel Doğruok

    Timur Veysel DOĞRUOK

 

      Geçtiğimiz günlerde, Bursa’nın güzide kafesi Gren Kafe’de önemli bir sanat etkinliği gerçekleşmiştir. Fotoğraf Kafe konsepti ile hizmet veren mekânda; fotoğraf sanatı ile ilgili farklı ve alışılmışın dışında bir görsel sunan “Güneş Baskı” tekniği ile uygulanmış fotoğraflar kullanılmış olup, bir sergi açılmıştır.

Tezgaha Serilmiş İnsan Halleri

Yazar: 
Mert Atalay

     Mert ATALAY

 

   Dur, yelken çeken adamın sinir sistemi… Rüzgâr biraz da bize essin. Essin de dökülsün kurdeşenlerimizden lekelerimiz. E, yetmez mi göz torbalarımızın esmerliği gündüzlere? Ne kadar meymeneti kaldıysa hırsın, çabanın; onun yarısına razıdır, bedenin tüylerinin dikilmesi korkulacak gerçekliğine hayatın.

   “Su testisi su yolunda kırılır” belletmesinde çatlak kafatasından beyin akarsa söz öbeği ne olur yarım akıllara? Cümleler, kelimeler yetimler… “-Dur bakalım birader!”  ses tonunda kolumuzdan tutup kenara iten şu baygınlık. Alo Allah! Bak bakalım kul adından bir sürü değişik sıfatın zamirsizliklerle yığılıyor… Şunu da biliyorsun, hatırlatayım; cennetin olmasa seni de sevmezlerdi.

   Çelişki mezarlığında haber salmaları hoş gözükür sevdalıların. Sevdasızlara da kolaydır sevişmek gözkapakları bacak aralarına doğruyken, zordur göz göze gelmek… Issız, pat diye düşerse gıdıklamalar vücuduna, heh işte tam orda kızgındır buzun siması! Elleme, dokunma tenlere! Durdur yelken çeken adamın sinir sistemini.

   Yorgunluk dalların üstüne damla damla. Kan değil ki bu pıhtılaşacak! Ah ne akıllar veriyorlar bir bilsen lâl yaşadığıma… Ah ne kadınlar gösteriyorlar dilimin ucunda harfleri batarken adlarının, ardına balgam balgam acı kalıyor kırmızı lavabomda… Kanımın pıhtılaştığı tek mekânımda. Dalı, kökü aynı… Rüzgâr biraz da hafiften bize esmeye başladı yelkenci bey; amma belalı üfürmese Tanrı ciğerimize ciğerimize.

   Çığlık basamama hastalığımı magazin dergilerinde önce fotoğraf sonra röportaj olarak yayınladılar. Önce biraz utandım sonradan alıştım yazılmaya, yazmaya. Bir anlatamadım, duyulmuyor çok gürültü yapıyorsunuz! Arabadan, evden, müzikten, reklamdan gözüm tınlayamıyor artık tın edemiyor sağa sola… Biraz da sarımtırak. Anladın mı yelkenci! Sarımtırak diyorlar gözbebeklerime. Mahcup oldu renkler mavi-sarıyı anlatamayınca. Mektuba döndü yazdığım kaygılarımı harmanlayınca.

   Geceye zindan belleyen uykular uzak kaldı 22 – 23 gece göz öbeklerime. Göz dinlendirmekten  başkası uğramadı uzun zaman gecemin asaletine. Ukalâlık değil asaletlidir benim gecelerim… Fazla lüks olmalı ki ucuzdan şaraplarımız, feryatlar figanlar isyana bağladı bastıramıyoruz! Polis çağırın, vali çağırın, annemi çağırın, itfaiye çağırın lan odama!

   Yok, geceye sarkmasın eylemler… N’olmuş? Yaprak salladıysa ağaç mı yıkıldı…

 

iletisim@PolitikaDergisi.com

 

 

 

 

[Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 16’da yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 16’yı indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

Huzur Saygıdadır

Yazar: 
Osman BUDAK

   Odatv.com’da geziniyordum. Vatan gazetesi ile ilgili bir haber yapmışlar. Başlık “Vatan Gazetesi Okuyucuları Tarafından Neden Protesto Edildi?”. Acaba nedenmiş diye bir açıp baktım.

Hayal Kırıklığı (Ian Craib)

Yazar: 
Ece ERDAĞ

     Ece ERDAĞ

 

   Sıcaktan nefes alamazken (biliyorum abartıyorum, tahammülüm düşük sıcağa, n’apabilirim!), derimin her bir gözeneğinden en iyi ısı kapasitörü olarak bildiğimiz “su” fışkırıyorken (peeh peeeh), hâlâ “Merkezi Sinir Sistemine Giriş” dersinden bütünlemeye kalıp kalmadığımı merak ediyorken (sevgili hocam Ertan Yurdakoş için gelsin bu kısım), her şeyi bir elimle itekleyip elimdeki kitaba gömülüyorum.

   Hayal kırıklıklarım geliyor aklıma. Aşağı yukarı bir ay önce depresyonun karanlık dehlizlerinde gezinip gelmişim (gelmiş miyim?). Dapdaracık tünellerde, iki büklüm ilerlemeye çalışmış, yarasalardan korunmak için kapanmışım kendime doğru. Yaşamımda da çoğu zaman aynı pozisyonu aldım. Annemin ilk azarında, babamın gözlerinden ateşlerin çıktığı o anda, arkadaşımla ilk kavgamda (ki hiç beceremem kavga etmeyi), ilkokuldaki “ben buraya çizgi çekmeye gelmedim!” isyanımda, öğretmenimin o gerzek çarpma işlemini yapamadığım gururumu incitmeye yeltendiği anda… Hayal kırıklıklarım, yaşamımı değiştiren koyu renkli bulutlarım, her daim tepemde yağmurlar yağdıran…

   “Umutlarımızdan, hayal kırıklığının her zaman ardından gelen umutsuzluk yüzünden değil de, yaşamda zorlukların kendini daha sık gösterdiği alanlardan bir anlamda sakınmak için vazgeçmeye çalışabiliriz. Her şeyden tamamen emin olamayacağımıza göre hiçbir şey doğru, iyi ya da güzel değildir deyip bunlarla ilgili ciddi düşüncelere harcayacağımız enerjiden tasarruf edebiliriz. O zaman içsel yaşamımız boşalır, dışsal yaşamımızda ise insanları ve olayları genellikle alçakgönüllü amaçlarımız doğrultusunda, kinik bir yaklaşımla manipüle eder hale geliriz.”

   Bilincim kendinde değil bu ara. Bilincim uçan şeylere takık. Uçan şeyleri severim; kuşlar, kelebekler, saçlar, düşünceler ve notalar... Bir de balonlar.. Bilincim havalarda… İnesi yok yeryüzüne, tutunmuş gökkuşağına, bir o yana bir bu yana sallanıp duruyor turuncuyla kırmızı arasında…

   Sartre, insan bilincini bir “hiçlik” olarak, nesnesinden her zaman ayrılmış olarak tarif etmiştir; sahip olmaya çalıştığımız şeyi her zaman, önceden kaybetmişizdir. Eninde sonunda gerçekleşecek olan kendi ölümümüzden duyduğumuz güçlü korku değildir sadece bizi rahatsız eden; sevilen birinin kaybının sadece diğer tüm kayıpları değil, aynı zamanda kaybetmenin kaçınılmazlığını, isteyebileceğimiz her şeyi sahip olmadan önce kaybetmiş olduğumuzu bize hatırlatmasıdır.

   Sahi, bir de kaybettiklerim vardı değil mi? En yakın zamanda dayı, biraz daha evvel Türkan Saylan (ki idealizmine vurgunumdur oldum olası), biraz daha açarsam arayı Aziz Nesin. Kesin unuttuğum bir sürü insan var sevdiğim. Ölüm ne garip şey. Gayya kuyusu gibi ölüm.

   İrlandalı yazar C.S Lewis, çok sevdiği eşinin ölümünün ardından şöyle der “A Grief Observed”de:

   “Bu kayıt, toptan çöküşe karşı bir savunma, bir emniyet subapı olduğu derecede faydalı oldu. Ortaya çıktı ki aklımdaki diğer amaç, bir yanlış anlamaymış. Bu durumu tarif edebileceğimi düşündüm; hüznün bir haritasını çıkarabileceğimi. Ancak hüzün bir durum değil, bir süreçmiş. Ona bir harita değil, bir tarih lazımmış. O tarihi yazmayı keyfi bir noktada bırakmazsam, durmam için başka sebep yok. Her gün tarihe kaydedilecek yeni bir şey var. Keder, uzun bir vadi gibi; herhangi bir kıvrımı yepyeni bir manzarayı açığa vurabilecek dolambaçlı bir vadi. Ama dediğim gibi, herhangi bir kıvrımda; her kıvrımda değil… Bazen sürpriz bunun tersindedir; kilometrelerce geride bıraktığınızı düşündüğünüz kırın aynısıyla karşılaşırsınız. İşte o zaman merak edersiniz, yoksa daire şeklinde bir hendek mi bu, diye. Değildir… Kısmî yinelemeler vardır, ama diziliş yinelenmez.”

   Keder kadar kişisel bir şeyle karşılaştığımı sanmıyorum ve çoğu zaman keder karşısında benimsenebilecek tek tutumun saygı olduğunu düşünüyorum. İçimde her sabah uyandırdığım ekstra peynirli bir keder var. Uzadıkça uzuyor. Tadı enfes, müthiş yaratıcı. Ama bir o kadar da bağlıyor beni sağa sola. Kimi zaman “yersiz” uzamaları oluyor kederin. Sezen Aksu şarkılarını sevmeyen biri olarak hep şu satırlarda patlıyor keder mesela (gözyaşları eşliğinde):

 

Gel de eğ, eğ şu asi başını
Kaçırma gel şu
olgun
yaşımı
Anladım korkunu telaşını
Görünce çakmak çakmak yeşillerini

Seni pamuklara sarmalar sararım

Ne sitemle güzel
kalbini yorarım
Sakınma tatlı dillerini
Ne bedel isterim ne hesap sorarım

 

   Oysa nasıl da sözü “getirmiyorum” kalp kırıklarıma. Ah, yine bir kırığım var benim. Hem de en güzelinden. En özgür ruhlusundan, en “kaçıngan”ından… Kimin kimden kaçtığı kısmı girift olmuş. Ailenin tek çocuğu olmamdan mütevellit bağlanma sorunlarım var, biliyorum. “Heey! Yakışıklı” diyesim var sana. Ve minik bir öpücük kondursam dudağının kenarına… Bu kez öyle bir iki günlük saçma salak bir ilgi değil içimdeki, gerçekten merak ediyorum karşımdakini, içindeki müzikleri, midesindeki yemeği, aklındaki fikri, makinesindeki fotoğraflarını, uykusunu, rüyalarını…

   Aşktaki hayal kırıklığının bir kısmi, kelimeler iki farklı insanın farklı deneyimleri ve anlayışlarını iletmek için ciddiyetle söylendiğinde idealin bir kez daha kaybedilmesidir. İnsanların aşka niçin âşık olduklarını anlamak zor değildir. Nasıl bazıları âşık olmaya bağımlı halde geliyorsa, bazıları da âşık olmaktan veba gibi kaçınırlar ve elbette aşktan kaçınma yollarımızdan biri de kelimelerdir.

   Sahi, bir de bedenlerimiz var hayal kırıklıkları arasında… Ki, içlerinde en katlanılabilir olanı belki de…

   “Bedenlerimizle ilişkilerimiz bir hayli karmaşık ve meşakkatlidir, bu ilişkinin bir kısmı bedenlerimiz tarafından sınırlandırılmış olmamızı içermektedir. Sonlu olan hayvani varoluşumuz ile görünüşe göre sonsuz olan simgesel varoluşumuz arasında acı verici bir şekilde bölünmüş insanlarız. Bedenlerimiz sadece bizi bazı şeyleri yapmaktan alıkoymakla kalmaz, aynı zamanda bedenlerimizin sonsuza dek var olmayacağını da biliriz; bedenler büyür, bozulur ve ölürler. Ancak kafamızın içinde, sonsuza dek yaşayabilecek fikirler düşünebiliriz; dilimizle, yani söyleyebildiğimiz şeylerle ilgili olarak, ortadan kaybolacakları anlamına gelen hiçbir şey yoktur.” Olmak istediğimiz şey bir yana dursun, fiziksel olarak, psikolojik açıdan olduğumuz şey bile olmayabiliriz.

   Özetle;

   Delilik, sana katlanabilecek kimse bulamamaktır… Ve sanırım bu, aşkın tanımına da denk geliyor…

 

iletisim@politikadergisi.com

 

 

 

 

[Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 16’da yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 16’yı indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Büyük Diktatör

Yazar: 
Nil MARİ

    Nil MARİ

 

   Charles Spencer CHAPLİN (16 Nisan 1889 – 25 Aralık 1977)

  

   “Kafa tutmak, düzene karşı çıkmak,  insanlığı öğretmek, cesur duruşu korumak, taviz vermemek, yanlışlığı tartışmak ve sanatına gücünü de katarak karşı tepkilere rağmen, emir altına girmeden, kariyerini kaybetmeyi göze alarak ve ölümün nefesini ensesinde hissederek rejim ile dalga geçmek…!

Yaşamak mı?

Yazar: 
Sevda EĞER

   - Ya dayı, bu işler niye hep terso?<?xml:namespace prefix = o />

   - Ama şükret kızım. Bir baksana şu coğrafyaya, beterin beteri var. Hiç değilse insanız. Ya az önce köpeğin üstüne pislediği ot olsaydık?

   - ??

İran Komplosu

Yazar: 
Erbil DENİZ

   Komplo, görünen olaylar ya da tutumların arkasına gizlenen asıl amaç veya hedef olarak değerlendirilir. Sözcük anlamı dışında, günlük hayatta farklı olarak anlamlandırıldığı herkesçe malûm! Radikal fikirler olarak değerlendirilir çoğu kişi tarafından. Biraz hayalcilik ve biraz da kurgusal yapıdan başka bir anlam ifade etmez. Oysa komplo kavramı teorik olarak ele alındığında gerçeği bulmayı amaçlar. Bir duruma gerekli değer verilir ve bu değer bilgilerle doldurulursa gerçeğe biraz daha yakınlaşılabilir.

   Son zamanlarda yaşanan ve bütün dünyanın korkuyla olmasa da merakla izlediği önemli olaylar var. Bunların en önemlisi belki de İran’da yaşanan iç kargaşa. Dışarıdan bakan ilk gözlerin edindiği izlenim çok basit İran için. “Seçimi kaybeden taraf haksızlığa uğradığını düşünüyor ve biraz demokrasi için sokağa dökülüyorlar.” Görünen durum bu şekilde… Peki, gerçeği de böyle mi sizce?

   İran’ın şu anki durumu bana 1980 Türkiye’sini hatırlatıyor. İdeolojik (siyasi) temelde başlayan karşıtlık, zamanla hem fikir hem fiziki düşmanlığa yerini bırakıyor. Türkiye’de hâlâ en çok tartışılan müdahale olan Kenan Evren olayına benzer bir tartışmayı, yıllar sonra da İran’da görebilecek miyiz? Ya da İran bu durumu nasıl atlatacak? Askeri darbe ile mi? Tabii ki hayır. Çünkü İran’ın yapısı hem siyasi olarak hem de etnik olarak çok farklı. Askeri yapısına değinmeye bile gerek yok. Çoğu insanın düşündüğü ve kiminin dile getirdiği şekilde “Ne vahim bir durum, tam da ABD ile ilişkiler düzelmeye başlamışken… Barış treni kaçıyor!”. Bu tren gerçekten kaçıyor mu, yoksa diğer her şey gibi bu tren de sadece görüntüden mi ibaret? Biraz kıyaslama, biraz da kurgulama ile İran bu duruma nasıl geldi görelim.

   1980 Türkiye’sinde oluşan Kenan Evren olayının çoğunlukla ABD kökenli olduğu kabul ediliyor. “Bizim çocuklar başardı.” hepimizin aklında mıh gibi duruyordur. Sağ – Sol kavgasının daha da büyümemesi için (!) gerçekleştirilen bir “Yönetime geçici olarak el koyma” hareketidir Kenan Evren olayı. Ve bu tutumdan memnun olan en büyük taraflardan biri de ABD’dir.

   Dış güçlerin bir bölgeyi karıştırmak için hangi metotları denediğini kısaca hatırlamak gerekirse; ideolojik karışıklık, dini karışıklık ve son olarak etnik karışıklık. Biz bunların hepsini de yaşadık. İran’da ideolojik karışıklıkla katıldı bu kervana.

   George Bush döneminde, İran – ABD gerilimi ve ABD’nin sürekli bahane arayışı içinde oluşu İran’ı karıştırmaya yetmedi. G. Bush’un yapmak istediği ilk şey, günümüzde en büyük etkiyi yaratan ve ülkelerin en büyük tedirginliğini oluşturan etnik karışıklıktı. Bunun için İran’ın nüfusunun yaklaşık 40 milyonunu oluşturan Azeri kökenli vatandaşları tetiklemeyi denedi. Tıpkı Irak’ta yaptığı gibi kendini destekleyecek iç topluluk oluşturmaya çalıştı. Ancak Irak’taki durumun aksine başarılı olamadı. Çünkü Irak olayının son hali herkesin bir şeyleri anlamasını sağlıyordu. Daha sonra yanına yardımcı ülkeler aramaya başladı. Bunun için elle tutulur bir bahanesi olmalıydı ve bu bahaneyi nükleer silah olarak belirledi. Olası müdahaleyi meşrulaştırmak için her durumu lehine kullanmaya çalışan ABD, bu konuda da istediği büyük desteği bulamadı. Henüz Irak Sendromu geçmemişken, yeni bir nöbete kimse yanaşmadı. Bush dönemi biterken, yeni bir yön belirlenmeliydi. Ve Sayın Hussein B.Obama bu stratejiyi bize “iyi polis – kötü polis” olarak gösterdi. Ilımlı yaklaşım ve Müslümanlara karşı barışçıl sözlerle başladı bu girişime. Zira ne yapacağına karar verene değin yaptığı çelişkili açıklamalar, izlenecek yolun henüz tam belli olmadığının göstergesiydi.

   Bush döneminde bazı karışıklık denemeleri yapılmış, geriye sadece iki yöntem kalmıştı. Bunlar din ve ideoloji idi. İran’da dini kullanmanın mümkün olmadığı da ortadayken, yapacak tek bir şey vardı. İdeolojik karışıklık meydana getirmek... Bunun için gerekli olan bir kuklaydı ve bu kişiye uygulanacak propagandaların da, belli edilmeksizin İran’da uygulanması gerekiyordu. Nihayetinde, hem muhalif hem de İran halkının geleceğini düşünen (!) bir lider yaratıldı. Seçimlerden bu yapay liderin başarıyla çıkması durumunda, ABD amacına sessiz ve kolay bir şekilde ulaşacaktı. Ancak seçimler umulduğu gibi olmayınca ve İran halkının galeyana geldiği bir dönemde bu oyuna yeni senaryolar yazılmalıydı. Ve yazıldı. Bu senaryo amaca bağlı kalarak ufak rota değişikliklerini barındırıyor olsa da, aynı kişiler tarafından yazıldığı için herhangi bir tezatlık içermesi mümkün değil. Senaryo gereği düşünülen hareketler zaman geçmeden sahnelenmeye başlandı. Demokratik eylemler, açık hava toplantıları ve derken çatışmalar. Artık kendilerinin bile kontrol edemeyeceği olayların başlangıcı ABD’yi tedirgin eder gibi görünse de, onlar bu durumdan da kendilerine uygun pozisyonları belirleyerek, yeni plânlarla kurtulacaklardır. Ya İran kargaşayı kendinin engellediğini sanarak ABD’ye hizmet edecek ya da ABD’nin yardım etmesi için kapılarını çalacak. Her koşulda da ABD işin bir parçası olmayı sürdürecektir. Şu an için ABD’nin kayıpla bu durumdan çıkması pek olası görünmüyor. Çok radikal tutumlar ancak ABD’nin isteklerinin gerçekleşmemesini sağlayabilir. Ancak bu şekilde oluşacak radikal çözümler de, İran’a zarar verebilir. Hem ülke bütünlüğün zarar görebileceği hem de kayıpların olabileceği böyle bir ortamda İran yönetimi de, sıra dışı davranışlar sergilemekten kaçınacaktır.

   Sonuç olarak yapay lider başa gelsin ya da gelmesin kazanan tek bir taraf olacaktır. Yine ABD kazanacak ve kendine olası müdahale için yeni meşru temeller oluşturacaktır. Obama “iyi polis” görüntüsüyle İran halkının güvenini kazanacak, yüksek ABD karşıtlığı azalacak ve muhakkak ki yine demokrasi galip gelecektir (!). Böylece ABD yarım asırdır üzerinde çalıştığı Büyük Ortadoğu Projesi’nde bir kaleyi daha kontrol etmenin mutluluğuna erişecektir.

   Daha sonra sırada hangi bölge ülkesi olduğu ise, ABD’nin keyfine kalan bir durumdur. Ancak şu an için görünen ülke Suriye’dir. Çünkü Irak ve İran’ı kontrol altına aldıktan sonra, o bölgede kalan tek ülke Suriye olacaktır. Kimilerinin deyimiyle “Türkiye’ye sıra var daha.”

   Yıl 1980. Türkiye iç kargaşa ile uğraşmakta ve ordu yardıma koşarak bizi bu durumdan çıkarmakta… Yıl 2009. İran iç kargaşa ile uğraşmakta ve ABD her an yardıma koşmak için hazır beklemekte. Uluslararası ilişkilerde, iç siyasete müdahale kâğıt üzerinde yasaklı görünse de, diğer bir sayfada da, “Her halkın kendi kaderini belirleme, özgürlük, demokrasi, eşitlik” gibi, daha çok büyük olmaya çalışan ülkelerin maşa olarak kullandığı kalıplar da vardır. Çelişki gibi görünen bu kavramlar, dik durmaktan aciz her ülke yönetimi için hep bir “sallanan kılıç” olarak kalacaktır. Ve bu kılıcın varlığını inkâr edenler kafalarını kaldırmadıkça, o kılıcın varlığına inanmayacaklardır.

 

   iletisim@politikadergisi.com

 

 

 

 

[Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 16’da yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 16’yı indirmek için buraya tıklayınız. ]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Emperyalizm ve Gericiliğin Ortasında İran

Yazar: 
Neylan ÇEVİK

   Mollaların baskısı altındaki İran… Büyük petrol şirketlerinin yağmaladığı, toplumdaki küçük elit sınıf dışında, gitgide ezilen büyük çoğunluğun insan haklarından ve çağdaşlıktan bihaber yaşadığı İran… Sıradan vatandaşı, işçisi günbegün daha zor şartlara itilen İran… Bir yanda emperyalizmden kaçarken, bir yanda dinin baskıcılığında ortaçağ karanlığında yaşatılan çelişkiler içindeki İran!<?xml:namespace prefix = o />

   Şah Pehlevi’nin 30 yıl öncesindeki monarşi rejimini deviren “sözde” devrimci ayaklanmayı ve bugünkü İslam cumhuriyetini başlatan lider Humeyni’nin gelişi büyük bir sevinçle karşılanmış fakat o, ülkenin başına geçip zalim uygulamalarını yapmaya başladıktan sonra bu liderin gerçek kimliği ortaya çıkmıştır. Humeyni, işçi sınıfının her direnişinde büyük kıyım yaparken, burjuvaziyi destekleyen bir lider oldu. İktidarını eleştiren herkesi öldürdü ve susturdu. Türban takmayan yaşlısından gencine binlerce kadın öldürüldü, cinsiyet ayrımı ise anayasaya girdi.

   İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri, devletin ekonomik yaşamdaki baskın rolü ile ülke ekonomisinin dünya ekonomisine açılması arasındaki çelişkiler ve başarısızlıklar süregeldi. Ülkeyi dünya ekonomisiyle bütünleştirecek, ulusal kalkınmayı gerçekleştirecek önlemler; mollaların egemen kesimi ve burjuvazinin çıkarlarıyla kesişmediği için, geniş kapsamlı sosyal yatırımlardan kaçınıldı, sadece belirli bir miktarda altyapı yatırımıyla yetinilmeye çalışıldı. Daha önce seçilen reformist liderler de bazı açılımları yapmaya cesaret gösteremedi. İran halkına ait olan, petrol ve doğalgaz rezervlerinin %80 - %85 hissesi Avrupalı ve ABD’li şirketlere geçti. İran, politik ve askeri olarak bayrağı yukarıda taşısa da, ekonomik ve sosyal yönden batının sömürüsü altında olmaktan kendini kurtaramadı. Oysa devletin resmi politikası batıya kapıları kapatmaktı. İran, batı tarafından, bu politikasının yalnız kendisiyle sınırlı kalmadığı, çevre ülkeleri de batıya karşı kışkırtmasıyla eleştirildi ve bu politikalar sonunda Türkiye’de dâhil birçok ülkenin kendisine karşı negatif tutum takındığı bir ülke oldu.

   Şimdi ABD, Irak’tan aldığı ders neticesinde, savaştan öncelikli olarak diplomasiyle anlaşabileceği bir lider özlemi çekiyordu. Ahmedinejad’ın nükleer programını durdurmaya yönelik girişimleri başarısız olduğu için karşısında daha diplomatik temas kurabileceği bir lider istiyordu. Hazar petrolünü dünya pazarına taşımanın en kestirme yolu da İran’dan geçtiği için, kendi yatırımlarına kolaylık sağlayacak bir reformcu lideri İran’ın başına istiyorlar yıllardan beri. İran seçimleri çok ses getiriyor dünyada. Nedeni ise; “demokratiklikle anti-demokratikliğin” birbirine geçtiği, emperyalizme, din üzerinden kurulmuş bir cumhuriyet ile sırtını dönen ülkenin gidişatı, ne olacağı bilinemediği için merak uyandırıyor. ABD’nin Büyük Ortadoğu planını bozan İran’ın, gelecekteki politikalarını belirleyecek halkın düşüncesi, belki herhangi bir milletin vatandaşının düşüncesinden daha büyük önem taşıyor.

   İran’daki seçimler, yıllardan beri reformcu ve muhafazakâr olmak üzere iki tür aday arasında geçiyor. Bu seçimler, reformcu addedilen Mousavi’nin kaybetmesiyle sonuçlandı. Reformcuların kaybetmesiyle, ülke genelindeki Mousavi yanlıları seçimleri protesto etmek için sokaklara çıktı. Ne var ki, İran’daki seçim, İran siyasi tarihinde seçimlerde sahtekârlığın yapıldığı eleştirilerine dair söylentilerin olduğu ilk seçim değil.

   Ama İran halkı sefalet içinde bir halk, hiç bir sosyal güvencesi olmayan bir halk! İşsizlik içinde, hiçbir sorununa çözüm bulunamamış, geleceği olmayan bir halk. Siyasi istikrarsızlık, ekonomik çelişkiler içinde gitgide artarken, dinin boyunduruğu altındaki halk, cesaretli ve sosyalist bir lidere hiç olmadığı kadar ihtiyaç duyuyor. Reformcu ya da muhafazakâr, aslında politik bakışları birbirinden çok da farklı olmayan kimliklerin üzerinden halk anlamsız bir şekilde iki gruba ayrıştırılıyor. Sosyal gerilim tırmandırılıyor. Demokrasinin bir gereği olarak seçimler düzenleniyor ama kötünün iyisini seçmek anlayışı bir hak gibi tanıtılıyorsa, seçimler mevcut çözümsüzlüğü arttırmanın dışında başka bir sonuca varamaz, demokrasi yenik kalır, siyaset ise yok olur.

 

iletisim@PolitikaDergisi.com

 

 

 

 [Bu yazı, Politika Dergisi Sayı 16’da yer almıştır. Tüm fazladan özellikleri ile özgün sayıyı indirmenizi öneririz. Sayı 16’yı indirmek için buraya tıklayınız. ]